Şoreş arkadaş Kobanili bir arkadaştı. Kobani’lilere özgü birçok kişilik özelliğini onda görmek mümkündü. Feodal yanlarının yanı sıra doğal toplumsu, saf, temiz, ahlaklı, bozulmamış özelliklerini de kişiliğinde taşıyordu. Yurtsever bir aileden geliyordu. Halep’te kalmış, orada büyümüş ve çalışmıştı. Emekçi yönleri göze çarpan, ön planda olan bir arkadaştı. Duygu yönü güçlüydü.
2009’da örgüte katılmıştı. Gerilla ortamına çabuk ısınmış, kısa bir zamanda onun bir parçası haline gelmişti. Ben heval Şoreş’i 2010’da Haftanin’de tanıdım. Çok genç bir arkadaştı. Uzun boylu ve esmerdi, zayıf bir fiziği vardı. Örgüte duygusal bir temelde katılmıştı. Çok konuşkan değildi. Ama oldukça emekçi ve çalışkandı. Onu ilk tanıdığımda o yönü çok dikkatimi çekmişti. Nerede ne iş olsa, elinden gelse mutlaka yapardı.
Mütevazı, saygılı, efendi birisiydi. Genç olmasına rağmen oldukça olgundu. Bu yönlü kaldığı ortamlarda hem sevilen hem de saygı gösterilen bir arkadaştı. Hem geldiği aile ve çevreden aldığı özellikler, hem de aldığı parti kültürü birleşince gerçekten ahlaklı ve temiz bir kişilik açığa çıkarmıştı. Heval Şoreş yaşama çok doğal katılıyordu. Heval Şoreş’te hiçbir zaman kaygı, tereddüt, ikirciklik yansımıyordu. Özellikle Önderlik ve şehitlere çok bağlıydı.
Okul okumamıştı, bu yüzden okuma yazması yoktu. Çok ihtiyaç duymamıştı. Bu yönlü sürekli tartışmalarımız oluyordu. Ben ona daha çok partiyi, Önderlik ideolojisini anlaması için okuma yazmasının olması gerektiğini anlatıyordum. Partiye katıldıktan sonra kendinde bu konuda bir eksiklik hissetmişti. Hatta bir süre de uğraşmıştı. Fakat anlamıyorum deyip bırakmıştı. Bazen mangadaki dergileri, kitapları karıştırıyor, fotoğraflara bakıyordu. Şehit arkadaşların fotoğraflarını gördüğü zaman yanındaki arkadaşlara soruyordu. “Bu arkadaşın ismi nedir, nerelidir, nerede şehit düşmüş, ne zaman katılmış?” vb. sorulardı. Arkadaşlar da okuma yazma öğrenmesi için sürekli onu teşvik ediyordu. Beraber kaldığımız dönem akşamları onu ikna edip harfleri ve heceleri öğretmeye çalışıyordum. Fakat kendini çok vermiyordu. Pratik, savaşçı yönlerini geliştirmek istiyordu. Bu yönlü yoğun bir ilgisi vardı. Arkadaşlar savaş anılarından bahsettiğinde sürekli kulak kabartıyordu. Silahlara müthiş bir ilgisi vardı. “Örgüt niye beni Kuzeye göndermiyor, ne zaman gidebilirim?” diyordu hep.
Şoreş arkadaşın yetiştiği aile çevresinden ve toplum gerçekliğinden aldığı kişilik özellikleri vardı. Kadın arkadaşların olduğu yerde utancından ne konuşuyor, ne gülüyor, ne de bir şey yiyip içiyordu. Kaldığımız yerde normalde kadın arkadaşlar yoktu. Ama bazen yanımıza göreve geldiklerinde, onlar mangaya girdiklerinde heval Şoreş dışarı çıkıyor, onlar dışarı çıktığında heval Şoreş içeri giriyordu. Kadın arkadaşlar ona soru sorduğunda utana, sıkıla cevap veriyordu. Onların yanında sürekli başını öne eğiyordu. “Neden bu şekilde yaklaşıyorsun?” diye sorduğumda ‘utandığını’ söylüyordu. Ama kadın arkadaşlara büyük saygı da duyuyordu. İlk dönemler bu konuda oldukça zorlanıyordu. Geldiği toplum gerçekliğiyle alakalıydı. Sonrasında yavaş yavaş bunu aştı. PKK’nin insanları nasıl değiştirdiğini, özünü nasıl ortaya çıkarttığını Şoreş yoldaş şahsında insan daha iyi görebiliyordu.
Doğa ile çok ilgiliydi. Hayvanları izliyor, bitkileri topluyordu. Bunu yaparken büyük bir zevkle yapıyordu. Beraber kaldığımız yaz, bahçemiz olmuştu. Her gün gidiyor, bahçeyi suluyor, ilgileniyordu. Her akşam bir araya geldiğimizde bahçenin son durumunu anlatıyordu.
Heval Şoreş kapitalist modernitenin hiçbir kirini, pasını almamıştı. O yüzden de içten, doğal, samimi, dürüst bir arkadaştı. İnsan onunla kalmak istiyordu.
Heval Şoreş’i en son 2012’nin başlarında Xakurkê’de gördüm. Gelişmiş, eğitim almış, ağır silah uzmanı olmuştu. Birlikte kaldığı yoldaşlar çok seviyordu onu. Şemzinan hamlesinde baştan beri katılan arkadaşlardan biriydi. Cesareti, fedakârlığı, kararlılığı tıpkı yaşamdaki gibi savaşta da en üst düzeydeydi. Hep en ön cephedeydi. Onu tanıyan yoldaşların hepsi Heval Şoreş için ileride çok büyük bir komutan olur diyorlardı. Aynı yoldaşları Şoreş arkadaşın şehit düşme anına ilişkin tanıklıklarını şöyle dile getirdiler:
“Şoreş yoldaş Şemdinli eylemlerinde bir yayla yerinde şehit düştü. Bölgede değişik yerlerde mevzilenmiş güçlerimiz vardı. Telsizden sesini duyabiliyorduk; Şoreş arkadaş tüm grupları koordine etme görevi ona verilmişçesine konuşmaktaydı. Arkadaşlara düşman hareketliliğini aktarıyor, yapmaları gerekeni söylüyordu. Durum böyle olunca eylemi koordine eden arkadaşlar da yerlerini Şoreş arkadaşa kaptırdıklarını dile getirdiler. Eylemde düşmanın tekniğine aldırış etmeden müthiş savaştı.
İşte o böyle örgütlü bir kişilikti. Mücadeleci olduğu için çözümsüz de kalmazdı. Sorunların çözümüne öncülük eder, hesap sorulacağını bilirdi. Düşmanı karşılamaya her an hazırdı. Önemli olanın onu tanımak olduğunu bilirdi. Zamanını boş geçirmez, yapacak iş bulurdu. Örneğin arkadaşların erzaklarını gidip uzak yoldan getirirdi eylem yerine. Yoldaşlarına yardım etmeyi severdi. Arkadaşların görüşlerine açıktı. Bulunduğu yerde birlik oluştururdu. Hangi işi nasıl yapacağını iyi bilse de mutlaka gelip bizim görüşlerimize başvururdu. Amacı etrafını da harekete geçirmekti. Aslında bize de yapacak iş çıkarırdı. Bu biçimde insanı heyecana getirirdi. Dinleyip anlama gücüne erişmişti. İnsanlar arasındaki parçalanmaya karşıydı. Köleliğe, sınıflı yaşama karşıydı.”
Şoreş yoldaşın şehadet haberini duyduğumda gerçekten çok üzüldüm. Çok erken şehit düştü. Bize düşen de onun anısına bağlılık gereği onun yolundan yürümektir.
Adıl Konya
HPG Ana Karargâh Komutanlığı Argeş Delila yoldaşın şehit düştüğünü “Şehit Arjin Garzan ve Şehit Mahir Başkale Devrimci Harekâtının Ölümsüz Abideleri” başlıklı şu açıklamayla duyurmuştu:
“Argeş Delila-Turgay Çelen yoldaşımız Vanlıdır. Yurtsever bir çevre ortamında büyüyen Argeş yoldaşımız gerillaya katıldıktan sonra da ülkesine ve halkına bağlı yaşamasını bilmiştir.
Argeş yoldaşımız genç yaşlarda saflara gelerek erkenden dağlara adapte olmuş ve bulunduğu alanlarda kişilik yapısından dolayı erkenden kabul görmüştür. Duygusal bir yapıya sahip olsa da o her zaman akıl ve yüreği iyi bir araya getirerek güçlü bir militan duruşun sahibi olmuştur.”
PKK'nin mücadele tarihinde sayısız bedelin verildiği bütün dünya tarafından bilinmektedir. Kürt halkının sarsılmaz direnişine gönül vermiş binlerce gençten sadece bir tanesidir Argeş Yoldaş. Dürüstlüğü, sadakati ve duruşuyla arkadaşlarını etkilemiş, örgüt yaşamında kendisini sürekli geliştirmeyi esas almıştır. Onunla aynı taburda kalan Şervan Zınar arkadaş onu ve yaşamını şöyle anlatmaktadır:
“Ben 2009 yılında Zap bölgesine gittiğimde Argeş arkadaş oradaydı. Argeş arkadaş kendisini oldukça geliştirmişti. Komutan olmamasına karşın her alanda öncülük ederdi. Yoldaşlara yaklaşımı da bu çerçevedeydi. Çevresine müthiş güç ve destek sunardı. Ben o alana ilk gittiğim dönemde yaşamda ve yoldaşlarla ilişkilenmekte oldukça zorlanıyordum. Argeş arkadaş benim bu durumum karşısında kendisini sorumlu gördü. Sürekli olarak yanıma gelir, durumumu sorar ve bana moral vermeye çalışırdı. Benimle tartışarak yaşama, yoldaşlara, eğitime, pratiğe nasıl yaklaşmam gerektiğini söylerdi. Tüm bu konularda Argeş arkadaş benim açımdan bir anlama temeli oluşturdu. Tabura gittiğim dönemde ilk olarak onu görmüştüm. Onunla aynı bölükte yer alıyorduk. Bana o bölükte en çok destek veren arkadaştı. Örneğin fırına çıksak Argeş arkadaş onunla birlikte çıkmamı söylerdi. Üstelik komutan olmadığı halde böyle yapardı. O bir göreve gittiğinde herhangi bir komutanın gitmesine gerek duyulmazdı. Üç dört kişiyle fırın gibi bir göreve gidildiğinde arkadaşlar ‘Argeş arkadaş varsa sorun yok’ derlerdi. Ona karşı müthiş bir güven vardı. Güç ve moral var demekti orada. Arkadaşlar bizi onunla göreve gönderdiklerinde bir sorun çıkarsa Argeş arkadaşa sormamızı söylerlerdi.
Onunla çok görevlere gittim. Argeş arkadaş yoldaşlarının görüşlerini almaksızın kendi başına iş yapmazdı. Kendi bildiğini yapma ya da söyleyip de yaptırma olmazdı onda. Görüş alır, kendisi de katılarak işleri yürütürdü. Bazen ona benim görüş sunmamın gereği olmadığını, onun görüşlerinin yeterli olacağını söylerdim. O ise “Böyle yaklaşmayın, insanlar ne kadar iyi olsalar da eksikleri vardır, eksiklerden korkmamak gerekir, görüşlerimizi paylaşıp ortak bir sonuç çıkarmalıyız.” derdi. Ona bizim görüşlerimizin yanlış olabileceği, bunun olumsuz sonuçlara yol açabileceği yönündeki kaygılarımı iletirdim. “Öyle olursa birlikte hesap veririz.” karşılığını verirdi bize. Yalnızca bir kişiyi ya da bir görüşü esas almazdı. Argeş arkadaş toplumsallığı esas alırdı. Bu nedenlerle de çok sevilirdi. Gelişmeye çok açıktı.
Bir dönem sonra arkadaşlar ona görev verdiler. Aslında o zaten görev almadan önce de görevli gibiydi. Görev aldıktan sonra daha fazlasını yapmaya başladı. Örneğin bahçe işlerimiz vardı, eğitimler vardı, gündelik işler vardı. Bunların hepsine gitmek için öneri yapardı Argeş arkadaş. Bir göreve gidişi bile eğitim ortamına dönüştürmesini bilirdi. Alandaki arkadaşların çoğu yeniydi o dönemde. Alanda eski olduğundan çoğu göreve o giderdi. Her defasında da bir başka arkadaşı götürürdü yanında. Amacı bu görevlere gidiş yoluyla arkadaşlara araziyi tanıtmaktı. Keşiflere gittiğinde de böyle yapardı. Düşmanın konumlandığı yerleri gösterirdi bize. Bakmamız gereken yerleri gösterdikten sonra konumlanma biçimimizi.Bu biçimde tecrübelerini paylaşırdı. Tecrübelerini paylaşmasının gerekli olduğunu hissettiğinden böyle davranır, “Tecrübelerimizi paylaşmazsak başarıya ulaşamayız” derdi. Bana bakarak söylediği “Yeni gelmiş olabilirsin ama bu bir şey bilmediğin anlamına gelmez, sizin benden alacaklarınız olduğu kadar benim de sizden alacaklarım vardır.” sözüyle de ne kadar alçakgönüllü olduğunu gösterirdi. Bana yollardan çeşmelere kadar arazinin tüm ayrıntılarını öğretti. O alandan çıkması halinde ardında yerini dolduracak arkadaşları bırakmak istiyordu. Arkadaşlara erzak, cephane gömülerinin yerlerini, konumlanma noktalarını gösterirdi. Acil durumlarda sorun çıkmaması için hazırlıklarını zamanında yapmış oluyordu böylelikle. Çünkü her an başka bir yere gidebilirdi.
Argeş arkadaş başta yeni arkadaşlar olmak üzere yaşamsal anlamda çıkan engelleri ortadan kaldırmaya çabalardı. Onların kendilerini küçük görme anlayışlarını kırma gayretindeydi. Bende bu vardı, kendimi zayıf görürdüm. Argeş arkadaşı gördükten sonra güvenim gelişti.
Argeş arkadaş kendisine verilen görevi başarıyla yürüttü. Ardından Geliye Zap alanına gitmeyi önerdi. Çele cephesine gitmekteki amacını şu sözlerle ifade ediyordu: “Orada yoldaşlarımız şehit düştü, onların intikamını almalıyız.”
O hiçbir şeyi basit ve önemsiz olarak görmezdi. Küçük görülen şeylerin zamanla büyüyerek sorun haline gelebileceğinin farkında olarak, “Önünü daha küçükken almalıyız bu tür sorunların, bugün bir kayıp verdiğimizde üzerinde durmazsak yarın çok sayıda kayıp verebiliriz.” derdi.
Düzenlemesi olup da gideceği zaman bizimle vedalaşırken bana sevinçli bir halde bakarak; “Şervan arkadaş, bundan böyle yaşamda yoldaşlarına destek olmalısın. Kendini küçük görme! Parti ve yoldaşlar için güçlenmelisin.” dedi bana. “Bu partide bugün bensem yarın sen olursun, sonra da başkaları. Kopukluk girerse araya başarılı olamayız.” diyerek sürdürdü benimle konuşmasını. Benim taburun eskisi olduğum bilinciyle hareket etmemi istedi. Oysa taburda daha 5-6 ayımı yeni doldurmuştum. Ama o dönemde tabura yeni gelen arkadaşlar vardı. “Sana verdiğim tecrübeler benim değil, bu partinindir, sen de kendini borçlu görmeli ve vermeyi bilmelisin, onlar da bu şekilde yürüyecek ve kendilerinden sonra gelenlere aktaracaklardır bu tecrübeleri.” dedikten sonra bizden ayrıldı ve Geliye Zap alanına gitti.
Argeş arkadaş Geliye Zap alanında uzun bir süre kaldı ve önemli bir pratik yürüttü, büyük emek verdi. Rındike eyleminde saldırı kolunda yer aldı. Ben de o eyleme katılmıştım. Yol üzerinde karşılaştık Argeş arkadaşla. Oturup konuştuk, eski anılardan söz ettik. Bana takılarak “Anımsar mısın, yeni geldiğinde daha yemek yemesini bile bilmiyordun.” dedi. “Bir de şimdi bak, demek ki insan çok şey yapabiliyor, isterse gelişebiliyor.” diye de ekledi. Ona eylemde nasıl bir yer alacağını sordum. Saldırı kolunda olacağını söyledi. Çok sevinçliydi, sabırsızlıkla eylemin başlamasını bekliyordu. “Bir an önce gidip bu düşmana haddini bildirelim.” diyerek heyecanını belli ediyordu.
Argeş arkadaş eylem sırasında açılan suikast ateşi sonucunda şehit düştü. Eyleme gitmeden önce bile tecrübelerini yoldaşlarıyla paylaşıyordu. Ben o alana daha önce bir kez gitmiştim ama o gün kullandığımız araziyi daha önce görmemiştim. Argeş arkadaş bana orasını ayrıntılarıyla tarif etti. Kullanmamamız gereken yerler konusunda uyarılarda bulundu. O gerçekten de benim gelişmemin temellerini atan kişiydi. Eylemden döndüğümüzde onun tüm söylediklerinin doğru çıktığını gördük. Hisleri güçlüydü, beni belli konularda uyardı. Bir dereciği işaret ederek orasının düşman tarafından yoğunca vurulabileceğini söyledi. Orada daha önce kayıp verdiğimizi, düşmanın o dereciği kullandığımızı bildiğini anlattı. Sırtları bile tek tek gösterdi. O alanda pratik yürüttüğü için tecrübeleri vardı. Yaşayarak gördüğü gibi hisleriyle de fark etmesini bilirdi tehlikeleri. Onun dediği gibi yaptık ve dönüşte o dereciği kullanmadık. Gerçekten de onun dediği gibi oldu ve düşman orayı yoğun biçimde bombaladı. Argeş arkadaş şehit düşmeden önce bir kez daha destek olmuştu bizlere. Onu ne kadar anlatsam da az gelir.”
Mücadele Yoldaşları
27 Temmuz günü Van ile Erciş yolu üzerinde bulunan polis devriyesine yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda 2 polis öldürülmüş, 2 polis ise yaralanmıştır. Eylem ardından işgalci TC ordusu tarafından eylem alanına yönelik bir operasyon başlatılmıştır. 28 Temmuz günü saat 03.00 sularında Van merkezde işgalci TC ordusu ile gerillalarımız arasında saat 08.00’e kadar devam eden bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda Munzur (Hayati Ölmez) arkadaşımız şehit düşmüş, Botan (Mehmet Cin) isimli arkadaşımız ise yaralı olarak esir düşmüştür.
Yurtsever Hakkâri halkımızın özgür gülüşlü bir evladı olarak yetişen Munzur arkadaşımız bu özüne yaraşır bir mücadele kararlılığını göstererek Kürdistan dağlarında gerilla mücadelesine başlamıştır. Önderliğimizin esaret koşullarını bir Kürt genci olarak asla hazmedemeyen Munzur arkadaş özgürlük adımının sağlanması için başta Önder Apo’nun ve halkımızın özgürlüğünün sağlanması gerektiği bilinciyle direnişini dağlarda sürdürerek görkemli kılmıştır.
Güleç yüzlü, yoldaşlarıyla aynı mekânlarda bir dava uğrunda omuz omuza mücadele etmenin sürekli heyecanını yaşayan Munzur arkadaşımız bu özellikleriyle arkadaşları arasında çok sevilen bir yoldaşımız olmuştur. Aldığı eğitimler ve edindiği tecrübelerle pratik sahalarda daha canlı bir katılımı esas alarak yürüyüşünü daha güçlü kılmıştır. İşgalci TC ordusuna karşı girdiği savaşta kahramanca direniş sergileyerek özgürlük şehitleri kervanına katılmıştır.
29 Temmuz 2012 tarihli HPG Ana Karargâh açıklamasında Munzur (Hayati Ölmez) yoldaş bu şekilde anılmıştı.
O gerçekten de olması gerektiği kadar, belki ortalama ölçülerin de üzerinde sıcak tavırlarıyla göz dolduruyordu. Bu nedenle bulunduğu her ortamda en çok sevilenlerden biriydi. Gare alanında bulunduğu, çeşitli çalışmaların yanında kuryelik de yaptığı 2008-2010 döneminde de bu böyleydi, 2011 yılında Ş. Mahir Akademisinde eğitim gördüğünde de, sonra Botan’a geçtiğinde de.
Çünkü o da yoldaşlarını derin bir sevgiyle sevmekteydi, oldukça güler yüzlüydü, temiz olduğu kadar korkusuz bir yüreğe sahipti. Böyle birini kim niye sevmesin?
Hakkari merkezde oturan ailesi aslen Çukurca’nın Kaşura bölgesindendir. Sınır boyunda yaşayan bu insanlar yiğit kimselerdir. Sert bir coğrafyanın, aşiret çelişkilerinin, devletin ve daha değişik yapıların baskısı altında oldukça dikkatli bir şekillenmenin olması kaçınılmazdır. Biraz dengelere dikkat eden bir tutuma girildiği çokça görülür. Aynı anda birçok kesimle ilişkilenme gereği farklı bir karakterin şekillenmesini getirir. Yaşamanın, sınırlardan geçip ticaret yapmanın, tehlikelere karşı güvenliğini almanın gereği budur. Uyanık, başa çıkılması güç insanlardır. Dostlukları da aynı derecede güçlüdür, düşmanlıkları da.
Örneğin bir dönem buranın önemli bir kısmı Munzur’un babası gibi korucuydu. Çoğu neden korucu olduğunu, karşısında savaşan gücün ne olduğunu bile bilmiyordu. Ama belki tarihten gelen bir şeyler, belki o günün gereği onları böyle davranmaya itti. Sonra birçoğu bundan caysa da ardında önemli hasarlar bıraktı. Yine de parlak kuşaklar PKK mücadele olgusunun müjde ettiği biçimde çıkacaktı. İşte onlardan birisi Munzur’dur.
Adından da anlaşılacağı gibi Munzur yoldaşta güçlü bir Dersim sevgisi vardı. Bunun kaynağını öğrenmenin çok peşine düşmedik. Anlayabildiğimiz bu sevginin onu Dersim’e ilişkin araştırmalar yapmaya, oradan gelen yoldaşlarından sorup öğrenmeye ve oraya gitmek için ardı ardına öneri sunmaya yönelttiği oldu. Bu veriyi onu anlamamız açısından önemli bulduk. Çünkü gerilla hesabıyla Dersim oldukça uzak sayılırdı. Diğer alanlar gibi kadro yapılanması kendine özgüydü. Ayrıca özgünlükleri olan bir bölgeydi. Bu nedenle onun Dersim sevgisine yoldaşları değer veriyordu. Güçlü yurtseverlik duygularıyla açıklanabilecek bu durumdan dolayı Dersim’de mücadele yürütme istemi anlamlıydı.
Yalnız örgütsel gereksinimler beklentilerini değiştirmesini getirdi, onu Botan sahasına yönlendirdi. PKK militanları açısından herkesin gönlünde yatan yerler olsa da nerede mücadele yürüttüğü çok da sorun oluşturmaz. Bir de doğup büyüdüğü toprakları da içine alan, mücadelemizin temel alanlarından Botan söz konusuysa Munzur arkadaş hiç itiraz edemez, güle oynaya giderdi. Öyle de oldu.
2011 yılında Munzur arkadaşla birlikte gördüğümüz eğitimin ardından kuzey gruplarında yer aldık. Aynı grupta doğrudan Hakkari alanına geçtik. Belli dönemlerde konakladığımız arazilerden birisi de onun köyüne yakın bir yerdi. Bu nedenle ona baba evinin yanına geldiğini söylerdik.
Bilindiği gibi kuzey alanları pratiğin ön planda olduğu, her bakımdan yoğun geçen alanlardır. Çalışma performansı ve yaşama katılım düzeyi çok güçlü olduğu için erken bir şekilde adapte olup arkadaşlara kendisini sevdirdi Munzur arkadaş. Savaşta da çok cesaretliydi. Biz her zaman eğer böyle gözü kara yaklaşırsa erken şehit düşeceğini söylerdik.
Her tür çalışmaya titiz, hassas ve duyarlı yaklaşırdı. Yoldaşlarının güvenini kazanmıştı. Herkes onunla görevlere gitmeyi istiyordu. Bunun bir nedeni de el attığı işlerde başarılı ve yenilmez oluşuydu. Aynı zamanda işlere yönelirken oldukça moralli ve coşkuluydu.
Munzur arkadaşla sıkça yaptığımız konuşmalarda “Kesinlikle yoldaşlarımızın intikamını almalıyız, onların kanını yerde bırakmamalıyız”dediğini çok iyi anımsıyorum. Bunu defalarca büyük bir kararlılıkla söylemişti. Yoğunlaşmasının güçlü olduğu anlaşılıyordu.
Bu atmosferle 2012 yılına girdik. Nerede bir eylem olsaydı kesinlikle Munzur arkadaş yer almalıydı. Şemzinan, Beytüşşebap, Hakkari’de eylem olduğunda bireysel dayatmaları sonucunda eylemlere katılırdı. Cesareti ve duruşuyla güven veriyordu.
Şehit düştüğü Van Erciş tarafında yapılan eyleme de bireysel dayatmaları sonucunda katıldı. Başarılı bir eylemin ardından geri çekilmede şehit düştü. Teslimiyeti kabul etmeyerek son mermisine kadar direndi.
Mücadele Yoldaşları
1975 Varto doğumluyum. 1994 yılında Fransa’dan katıldım. 1997 yılı başlarına kadar sırasıyla Avrupa, Türkiye metropolleri, on aylık cezaevi gibi pratikler yaşadıktan sonra 1997 yılında Suriye’ye, Önderlik Sahasına geçtim. Yedi aylık Önderlik eğitiminin ardından ülke sahasındaki görev yerim Zagros alanıydı. Geri çekilme sürecinde 2000’de güney sahasına, Xınere alanına geldim. 2003 yılının başında gittiğim Dersim sahasından 2009 yılında döndüm. 2010 baharında Mahsum Korkmaz Akademi eğitimi gördüm.
Mücadele tarihimizin en önemli aşamalarına gelmiş bulunmaktayız. Bu tarihi dönemde düşmanın imha-inkâr konsepti bizim varlık nedenimiz olan değerlerimize saldırmaktadır. Tümden tasfiyeyi esas alan düşman gerçekliği, tüm alanlarımızda yoğun bir saldırı ile konseptini etkin kılma istemi içerisinde bulunmaktadır. Düşmanın saldırılarını boşa çıkartan ve düşmanı her alanda zorlayan bir misyon ve görev anlayışı temelinde üstlenmiş olduğu sorumluluğa karşın bazı yetersizlikler vardır. Süreç karşısında ortaya çıkan tutumumuz kaygı verici bir hal almıştır. Bu da şüphesiz kaynağını yoğunlaşmamızdan, örgütleme anlayışımızdan ve var olan potansiyeli değerlendirme tarzımızdan almaktadır.
Bu süreç de bize kanıtladı ki sorunumuz teknik altyapı ya da düşmanın kendini yenilmez kılması değil, Önderlik zihniyetine, onun öngördüğü kişiliğe ulaşamama gerçekliğidir. Sistemin oluşturduğu zihniyet, şekillendirdiği kişilik ve kazandırdığı kültürle sisteme karşı savaşmak başarısızlığı kaçınılmaz kılarken, bizleri başarıdan da ırak tutmaktadır. Önder Apo’nun yaşam felsefesine girmeyen, onun zihniyet ve bakış açısıyla olay olgulara yaklaşamayan kişiliklerimiz iyi niyetlerimizi aşarak sisteme güç verirken, hareketimize de güç kaybettirmektedir. Örgütün tüm olanak, güç ve perspektiflerine rağmen kendini örgütün fedai gücü olarak çizgi militanlığına yatıramayan gerçekliğimiz bir daha örgüt karşısına çıkmıştır. İstem, hedef ve arayışlarımıza göre kendimizi oluşturamamamız ve kişilik gerçekliğini bu noktalara göre olgunlaştıramamamızdan kaynaklı böylesi bir pratik gerçeklikle yüz yüze kalmış bulunmaktayız. Kendimizi güç haline getirmemek, örgüt gücünü oluşturmamak tüm başarısızlıklarımızın nedeni haline gelirken, sürece cevap olamamanın derin ezikliği olsa da bunun altında kendini ezen tarzda değil, bütün bu yanlış duruşa, eksik yoğunlaşmaya karşı doğru ve hızlı bir şekilde çizgi gerekliliklerine uygun katılmak esas yaklaşım olmak durumundadır.
Sürece doğru katılmamanın hiçbir gerekçesinin olamayacağı gibi belirttiğim noktaları yazmanın da benim açımdan zorlayıcı yanları bulunmaktadır. Kurumun uzun süreli bir kadrosu olarak kendi payımın farkındalığıyla halen kendini örgüt değirmeninde öğütmeyen kişilik gerçeğimin başarı sağlayamaması durumu da bir gerçek olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Dogmatik, siyasallaşmamış ve olgunlaşmamış yanların bir sonucu olarak ne olursa olsun ve kim olursa, ne düşünüyorsam yüzüne söylemeyi bir yiğitlik ölçüsü olarak ele almam, çoğu zaman itici-kırıcı olma şeklinde bir görünüme yol açmış, apolitik yönümle kendini bile doğru yansıtamayan bir yapım açığa çıkmıştır.
Örgüt yönetimine samimice dile getirmek istediğim; coşkumu, katılımımı ve istemimi etkileyen bir durum da Dersim’den döndükten sonra Dersim pratiğine ilişkin eleştiri ve değerlendirmelerine geç anlam vermemdir. Adeta ceset durumuna gelinmiş ve içe kapanma yaşanmıştır. Ama katılımım önünde engel yapmama isteminde ve çabasında oldum. Bütün zorlanmalarımı içime atarken bunun yanı sıra denetiminde çalıştığım örgüt yönetiminin mesafeli ve soğuk tavırlı yaklaşımları karşısında anlam verememe durumu gelişti. Bu yaklaşımlar zorlayıcı olmuştur. Yaşadığım zorlanmaları örgütün değerlendirmeleri ve Önderliğin yeni savunmaları çerçevesinde aşmaya çalıştım. Zorlanmalarımı örgütümle samimice paylaşmak ve daha rahat katılmak amacıyla bu noktaları da belirtme ihtiyacını duydum.
Ayrıca bütün samimiyetimle belirtmek istediğim bir husus daha var ki o da verilen hiçbir çalışmanın bana bir engel oluşturacağını düşünmedim. Yaşadığımız bu kritik sürecin etkisiyle hiçbir sorunumu sürecin önüne koyacak kadar örgüt anlayış ve ahlakından kopuk olmadığımı belirtmek istiyorum. Şimdiye kadar dar, tepkisel ve duygusal yaklaşımlarım kendimi doğru çözümleme ve doğru sorgulatmada engelleyici olmuştu. Bundan böyle örgütün istediği ölçülerde bir militan olma yerine daha çok kendime göre militanlığı esas alan yönlerimle mücadele içerisinde olacağımı belirtebilirim.
Yeni bir pratik yılında Önder Apo’nun ve tüm parçalardaki halkımızın özgürlüğü noktasında tüm gücümüzü seferber etme temelinde gücümün ve yoğunlaşmamın elverdiği temelde çalışmalara kaygısızca katılacağımı belirtmek istiyorum. Dördüncü stratejik mücadele döneminde varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama mücadelesinde sürecin gerekliliklerine göre bir katılımı sağlama iddiasında olduğumu belirtiyorum. Bu açıdan başta Garzan, Dersim eyaletleri olmak üzere pratiğe katılmaya kendimi öneriyorum.
Devrimci Selam ve Saygılar
24 Şubat 2012
Şervan Varto
Evet, geçenlerde arifesinde bu günlerin
Yine düştün sıcaklığına ülkemin
Tam bedenimde, süveydasında yüreğimin, derinden bir acı hissetim
Sanki kan serpildi beynimden aşağı
Öyle bir yandı ki bedenim
Naylon damlası misali aktı tenime
Vurulduğunu öğrendim vurulduğunu,
Yasaklı bir napalm ya da yasal bir G-3 mermisi
Ne fark ederdi ki, ölüm ölüm değil miydi?
Son yolculuk bir daha olmamak değil miydi?
Su gibi akıp giden zaman karşısında yine durağanlaşır oldu yüreğimiz. Kaybedişler, kazanımlar ve daha belleğimizde diriliğini koruyan bir yığın yaşanmışlıklar katarı, şimdi yaşadıklarımız zamanın en belirgin aynasıydı, ilk buluşmalarda boyutlanan, dostluklar ve ömrümüzü anlamlı bir seyre uzandıran büyük paylaşımlar, bizi büyüten en büyük dayanağımız oluyordu. Sevinçlerimiz, korkularımız, acılarımız, hepsi aşılamaz bir heyecanın ifadesiydi. Unutulmayan gerçeği ile buluşturduğumuz birçok değerler bileşkesinin başlangıç miladı, yabancılaşmanın ise beklenen miadıydı, bitişi hatta sonlanmasıydı. Nedendir bilemiyorum ama insan zihninde en çok yer edinen yaşanmışlıkların başında geliyordu ilk buluşmalar, birçok şey unutularak bellekte bir silinme yaşasa da, ilkler her zaman heyecanını koruyordu. Her zaman canlı gerçeği ile yaşıyor, yürüyüşümüzü büyüten en büyük kifayeti içeriyordu.
Bu yıl ayrıldığımızın dördüncü yılına gireceğiz, uzaktan çok masum görünen bu dört yıl, dilde ise bir nefes alışı kadar kısaydı. Öyle ya şehitlerimizi yüceltmenin yolu değildi bu. Ki bir devrimci için ağlamanın hakaret olduğunun daha önce mısralara sıklıkla geçildiği bilinir. Çok bilgece bir deyim olduğu için, “Her şehidin öğretici bir değerinin olduğunu” tekrardan haykırmak istiyorum. Çok rahat, çok açık ve kaygısızca söyleyebilirim ki, alışamadığımız ve asla alıştırılamayacağımız bu ayrılıklardan o kadar çok şey öğreniyoruz ki, her bir anı öğretici bir doğaya sahip olan bu yaşanmışlıklar katarı, anlam verilip doğru pratikleştirildiğinde hiçbir kitaptan alamayacağımız doğrular toplamının adı oluyordu. Yaşam bu doğrular üzerinden anlamlanıyor. Şehitlerimiz ancak, şehitler doğrusunun yaşama uzandırılması ile yüceliyordu. Özcesi sizlerle yaşadıklarımızın öğreticiliğinde büyüyorduk biz. Ve ancak bu doğrular kendimizi tanımanın eşsiz pusulası oluyordu. Yaşam böyle anlamlanıyor, şehitler böyle sahipleniliyordu.
Evet, değerli yoldaşım bu yıl dördüncü yılındayız ayrıldığımızın, dört koca yıl işte, fakat doğru yaşanıldığında anı buluşmalarla dolu, koca bir yaşam kesitiydi. Buluşmaların özüydü güzelliklerle yüklü yaşanmışlıklar ve her buluşma bir acıyı gerektiriyordu. Asla inkâra gelmeyecekti bu diyalektik. Tıpkı bir gerilla için örneklendirdiğimizde uzun kış süreçlerinin bahara akan eşsiz uzantısındaki buluşmalar kadar sancılı ve heyecanlıydı. Anlayabilen için müthiş bir öğretici değere sahipti. Bu nedenle olsa gerek anlamak sözünde yüceltmenin de yegâne gereğiydi. Yaşanmışlıklara bağlı kalmak dileğiyle.
Şimdi yaşananlar, beynimizin tozlu tarih sayfalarında
Temiz yüreklerle sahiplenmeyi bekleyen
Bir tutam özlem deryası gibi
Şimdi yaşananlar bedenimizde
Bir merminin asla silinmeyen izi gibi
İlk günden daha taze yerine miras
Şimdi yaşananlar taşıdıkça anlamsallığını
Anılara sadakatin parçalanmayan teminatı…
Mücadele tarihimizde sadeliği doğallığı, paylaşımcılığı ve yoldaşlığı ile sürekli belleğimizde layıkıyla yer bulan arkadaşlarımızdan olan Botan yoldaş, partimizin ilk kalelerinden olan Urfa’ya bağlı Hilvan ilçesinde doğuyor. Hilvan’ın parti tarihindeki yeri çokça söylendiği için belirtme gereksinimi duymuyorum. Fakat Hilvan’ı yaratan kahramanları ve bu yaratımlar ışığında doğan unutulmayacak kahramanlarını kısa bir yazıyla da olsa anlatmak anlam taşıyacaktır. Kürdistan gerçeğinde nerdeyse bir dönemler bir geleneğe dönüşen göç destanları, Botan arkadaşın da yaşam seyrine eklenmiş. Adana’ya uzanan göç kervanı yola çıktığında o daha doğmamıştı. Botan arkadaşa Adana’da doğup uzun yıllar orada kalmasına rağmen, kişiliğinde var olan, doğal, sade ve arkadaş canlısı gerçeğinden bir şey kaybetmemiş, ailesindeki yurtsever geleneğin getirdiği yüksek etkilenişler sayesinde su gibi akışkan olan zamanın ihtiyaçlarına doğru cevap olmuştur. Bu gerçeğinin etkisiyle 2003 sonbaharına doğru, özgür Kürdistan dağlarına uzanan yolculuğunu başlatıyordu.
Botan arkadaş yeni şervan eğitimini 10 Aralık’a kadar gördükten sonra gerilla yaşamında yeni bir döneme uzanıyordu. Önce Xakurke daha sonra da uzun bir Zagros yolculuğu ile yaşamın akışkan dokusunu daha bir canlandırıyordu. Artık tüm Kürt gençliğinin sevgiyle ve hasretle anımsadığı Zagros dağlarındaydı. Zagros’un çetin arazisinde geçen her günü, onu dağlarla yeniden buluştururken, gerilla yürüyüşündeki anlamsal dokuyu daha bir büyütüyordu. Fakat Botan arkadaşın başarı azmindeki kararlılık düzeyi, hep onu yeniliklerle taçlanan daha derin yolculuklara uzandırmaktaydı. Ve zamanın doyumsuz gerçeğine her daim yeni başarılar taşıyabilme arzusu, onu yeni bir serüvenin içine saygınlıkla taşıyacaktı. Tarih artık 2006 baharına uzandığında Botan arkadaş, Kuzey gruplarına girmiş, burada da hayallerinin odaklandığı Amed şehrinden yana seçimini yapmıştı. Fakat gruplarının 2006 yılında Amed’e geçememesinden kaynaklı, parti onu Botan’a göndermiş, Botan arkadaş bundan da en ufak bir tereddüt ve kaygı yaşamadan partinin iradesine göre kendini konumlandırma olgunluğunu göstermiştir. Botan arkadaş Botan’da çok uzun bir süre kalamamış, 2007 yılının 27 Temmuz’unda şehitler kervanına katılmıştır.
Şehit Botan gerçeğini anlatırken, onun olgun kişiliği ile en yerinde buluşan özelliklerinin başında, yoldaşlığa, arkadaşlığa sonsuz bir ölçüde bağlı olan yaşam duruşu gelmektedir. Arkadaşları ile kurduğu sıcak ilişkilerde hiçbir zaman hesap gözeten kurnaz bir ilişki düzeyine girmemiş, paylaşımcı, doğal ve sade yapısının getirdiği saygın kişiliğiyle her zaman örgüt ölçülerinin olgunlaştırdığı doğru bir yoldaşlık anlayışı inşa ettiğini yaşamının her anında sıklıkla örneklendirmek mümkündür.
Botan arkadaş tüm arkadaşlarına karşı müthiş bir duyarlılıkla yaşardı, bir arkadaşta küçücük bir umut dahi görse onu doğru bir rotaya uzandırmak için türlü arayışlar içine girerdi. Bunlardan yola çıkacak bile olsak, Şehit Botan gerçeğini “Yoldaşlığın ve paylaşımın özlü bir neferi” olarak tanımlamak yerinde olacaktır. Botan arkadaş tartışmayı, paylaşmayı seven bir arkadaşımızdı. Yanlış gördüğü hususları rahatlıkla kaygı durmadan dile getirir, doğruların keskin bir savunucusu olarak çaba sahibi olurdu. Tartıştığı kişi kim olursa olsun, doğru gördüğü konularda ısrarlı, yanlış olduğunu anladığı kimi görüş ve yaklaşımlarda ise, kaygısızca göğsüne vururcasına yanlışını sahiplenmeyi bilirdi. Kuşkusuz Botan arkadaşın yaşamda kendinde derinlikli bir duruş olarak içselleştirdiği bu tutarlı yaklaşımları, yaşamı güçlü kazanmasının da en belirgin kaynağı olmuştur. Botan arkadaşın coşkun bir nehrin kusursuz akışını anımsatan sade yaşamı, onu her zaman belleğimizde diri tutan yoldaşlığın en belirgin sembolü olarak hatıralarımıza taşımıştır.
Botan arkadaş, mücadelemizin dört yıla yakın kısa zaman diliminde inşa ettiği saygın gerçeği ile yaşamı yeniden yaratırken, bahar mevsimi gibi canlı olan yapısının getirdiği coşkun özellikleri ile bulunduğu her alanda çevresindeki arkadaşlarca sevilen bir yapının kaynağı olmuştur. Botan arkadaşın dilinde büyüttüğü anlayışlı özellikleri yaşama eksiksiz uzanırken, kurduğu toplumsallık ile özlü bir savaşçı olmayı yaşamının her anında gönüllüce üstlenmiştir. Botan arkadaş gerçeğini buradan yola çıkarak ele aldığımızda çok rahatlıkla görülecektir ki, Şehit Botan arkadaş gerçeği sadeliği, yoldaşlığı ve saygın duruşu en derinliğine yaşayanlardandı. Bu özlü duruşu Botan arkadaşın yaşamının her anında rahatlıkla görmek mümkündür.
Kısa bir dönem de olsa bu özlü kahramanımızla paylaştığımız zamanların ayrıcalığını derinden hissederek, daha o yaşarken dahi onun yaşamındaki dolgun yürüyüşten aldığımız her bir doğru, bugün gerçeğiyle bile belleğimizin miskin dokusunda yer bulmuştur. Sürekli hatırladığımız, yaşamı doğru kazanacağımız en değme yol göstericilerimizden olmuştur. Bu gerçeğin izinde aynı incelikte kararlıca yürüyebilmek, kuşkusuz şehitlerle anbean yaşayacağımız buluşmaların temel kaynağı olacaktır.
Dilok Bandoz
Merhaba Heval Viyan,
Seni hâlâ aramaktayız ve çok özlüyoruz. Ama inanıyorum ki bir gün tekrar görüşeceğiz. Biliyorsun şehitlerin yeri Önderliğin gönül bahçesidir. İşte tam orada buluşacağız seninle. Kemaller, Hayriler, Zilanlarla beraber bir arada Önderlikle buluşacağız. Acaba ben de sizler gibi başı dik Önderliğin karşısına çıkabilecek miyim? Sen de belirttin heval Viyan; yetersiz yoldaşlığımızın bir sonucuydu Önderliğin esaret altına alınışı. Bunun vicdani muhasebesi bu şekilde yaşamakla yapılabilir mi? Sence? Bence hayır.
Eğer Önderliğin ve katledilen Kürdistanlı çocukların intikamını alamazsak biliyorum bize çok kızacaksınız. Ha unutmadan Erdal arkadaşın eylemini duydunuz değil mi? Benimki de soru mu? Kesin hissetmişsinizdir
İşte böyle heval Viyan, böyle bir durumda başarılı olamadan karşınıza çıkabilir miyiz? Ve özellikle Önderliğe hesap verebilir miyiz? Biliyorsun mezarda da olsak Önderlik gelip bizden hesap soracaktır. Hani söylerdin ya “insan gerektiği kadar yaşamalı.” diye. Ben de bu fikirdeyim. Çünkü hissediyorum, o bahçede o ağacın bir yaprağı da ben olacağım.
Seni unutmadık unutmayacağız.
Çünkü unutmak ihanettir…
Devrimci Selam ve Saygılar
20.08.2007
Bahtiyar Başarı
Güneş hafif hafif kızıllaşır… Kutsal aydınlık kara karanlığa hâkim gelerek dünyaya hâkimiyetini kurar. Aydınlığın insana verdiği güvenle hızla ilerler gerilla. Bir esinti yüzüne vurur. Vücudunda hafif bir ürperti hissedersin. Duyguların yoğunluğuna kapılırsın. Güneş dağın ardından çıkınca yüreğin de yeni günün gerçeklerine doğmaya başlar.
Düşüncelere dalarsın... Hayallerini, amaçlarını düşünürsün ve hedefleri uğruna canını feda eden nice kahraman şehitleri… Bir hüzün dolar yüreğine. Hele bir de Önderliği düşündün mü, işte o zaman tüm vücudunu sızılı bir ürperti sarar. “Acaba şu anda Önderlik ne yapıyor, ne düşünüyor?” sorularını sorarsın kendine. Adeta Önderliği hissetmeye ve onunla bütünleşmeye başlayarak onu anlamaya çalışırsın. Oysa bilirsin, Önderliğin yoğunlaşma düzeyine yetişemeyeceğini, olsun yine de denersin. Tıpkı her Çarşamba her gerillanın ve her Kürt’ün yüreğinde duyduğu sıcaklık ve heyecan gibi kapılırsın hayaller dünyasının güzelliklerine, acılarına.
Tüm yaşamını halkının özgürlüğüne veren eşsiz bir gerçekliği, Önderliği, tanımlamaya başlarsın sonsuz kavramlarla. O; bir siyasetçi, bilim adamı, tarihçi, psikolog, sosyolog, fizikçi, kimyacı, filozof, sanatçı, ideolog, gerçek bir Önder, komutan, savaşçı, öğretmen, öğrenci, şair, yazar… Tüm bu kavramlara rağmen yine eksik kalan bir şeylerin olduğuna inanırsın. Düşüncelerin içinde dalarken birden çayının soğuduğunu fark edersin. Hafifçe bir gülümseme atarsın, soğuk çayına ve tepende belirmeye başlayan güneşe.
İşte bu düşüncelerle çıkmaya başladım Şıkefte Birindara’ya. 4 saatte çıktık. Gerilla yürüyüşünden ziyade geziye çıkmış turistler gibiydik. Hem kamerayla çekim yapıyorduk, hem de doyasıya izliyorduk. Bizimle bir de 95 yılından sonraki süreçlerde bu alanda kalmış olan Halil Dağ arkadaşımız da vardı, kuryemiz olmuştu ve bize anılarını anlatıyordu ‘vay be!’ sözcüğüyle. Sinema ekibinden ve basın ekibinden dörder kişiydik. Gezimiz her birimizin farklı, ama tek noktada birleşen hayalleriyle, umutlarıyla başladı.
Şikefte Birindara, yani Yaralıların Mağarası. İnsan ilk duyduğunda “Neden böyle bir isim konulmuş?” diye soruyor. 92’de Güney Savaşı’nda onlarca yaralı arkadaşımız buradaki şikefte yerleştiriliyor ve orada şehit düşüyorlar. Yani burası acıların, düşüncelerin ve adsız kahramanların mekânı olmuş. Ve buranın her adı geçtiğinde bir sessizlik sarar insanı. Onları düşünürsün ve onların acılarını düşüncelerinde paylaşırsın.
Şikefte Birindara Behdinan’ın en ihtişamlı dağı. Bu dağda binlerce özgürlük savaşçısı savaştı ve birçoğu şehit düştü. Yine büyük 15 Ağustos Atılım kararı burada alındı. Burası, birçok gerilla anısının yaşandığı, Kürt ve PKK tarihinin gerçekleştiği yerlerden biri olmasından dolayı gerillalar ve Kürtler için anlam yüklerinin birleştiği bir yerdir.
Tüm bu gerçeklerle beraber, düşüncelerin özgürlüğünde yoğun umutlara dalarsın. Umut, bir devrimcinin asla vazgeçemeyeceği bir yaşam ilkesidir. Ve ben, umudumu düşüncelerimde yaratarak ilerlemeye başladım. Ve içimdeki nefret, kin bir kere daha alevlenir.
Her zaman karşımda dururdu Şıkefte Birindara. Güzel havalarda Peribacalarına, bulutlu havalarda ise esrarengiz, ulaşılmaz ve gizemliliğiyle keşfedilmesi beklenen tanrıçaların tahtına benzetirdim. Tanrıçaların ve PKK’nin doğuş mekânında yeni tanrıçalar yaratmak… Bundan daha güzel bir mekân olabilir mi? Sanmıyorum. Tüm bu düşünceler arasında gelip giderken çıkışa başladık.
Yolculuk sonbaharın eşsiz pastel renkleriyle birleşmiş coğrafyasıyla sürüyordu. Sarının, yeşilin, kahverenginin her tonunu bulabilirsin bu mevsimde. Çıktıkça çıkıyorduk ve gözlerim farklılıkları görmeye başlıyordu. Doğruyu söylemek gerekirse çoktandır yüksek bir tepeye çıkamamıştım ve kendimi ilk defa çıkıyormuş gibi hissediyordum. Heyecanla dağlara, dollara, ağaçlara bakıyorduk. Üstümüzde kartallar uçuyordu. Hani derler ya “kartallar yüksekte uçar”, işte bu sözün gerçekliğini gördük. Dünyaya hep üsten bakarak, yere hiç inmek istememecesine kanatlarını sonuna kadar açarak uçuyorlardı.
Bir saatlik yürüyüşten sonra patika üstündeki çeşmeye vardık, tabi ki soğuk suyundan doyasıya içmeden geçemezdik. Kürdistan’ın her çeşmesinden sanki farklı bir su tadı alıyordum. Suyu kaynağından çömelerek ağızla içmenin tadı da bir başka oluyor. Biraz portakal tozumuz vardı, ancak şaşalımız(plastik şişe) yoktu. Bir arkadaşımız avucuna koyarak yemeyi tercih etmişti, tabi bizde hiçbir şey tek yapılmaz, birileri mutlaka ortak olur. Yürüyüşümüze devam ettik ve sonunda o çok merak ettiğimiz şikefte geldik. İnsan görünce bile farklı duygulara kapılıyor. Ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilmeden dolaşmaya başlıyoruz. Halil arkadaşımız her noktaya her taşa baktığımızda ‘vay be!’ ünlemini kullanıyordu, hatta o kadar çok kullanıyordu ki hepimizin ağzıma takılmıştı ve herkes farklı bir şey gördüğünde ‘vay be!’ diyordu. Bu anın ölümsüzleşmesi için de bir fotoğraf çekiyoruz. Tabii bu sırada kamerayla çekim de yapılıyordu. Buranın anlamını ve önemini bilerek dolaşmak, çevreyi daha da bir güzelleştiriyordu. Neredeyse ayağımızın altındaki taşlara bile basmak istememecesine her noktasında insan duygulanıyordu. Sanki onlar her yerde ve bizlere bakıyorlardı. Çok büyük olmamasına rağmen büyük acıları barındırıyordu. Herkeste bir sessizlik ve hüzün vardı. Yaşanmaması gereken olaylar yaşanmıştı bu dağlarda. Dışımızdaki sessizlik, içimizdeki fırtınaların suskunlaşmasındandı. Şikeftin içinde 10 adım yürüdükten sonra bir yükselti var. Oraya merdivenle çıkıyorsun. Ve manzara yine doğa harikası. Ancak ağızdan sola doğru çok ince bir geçiş yeri vardı. Oradan geçtim ve kayaların üst üste olduğu yere vardım. Bir de oradan baktım doğaya ve doğaya bakarken de insanlığa.
Sessizlikle devam eden yürüyüşümüz tersine bu sefer de bağırtılarla devam ediyordu. İstediğimiz kadar bağırabilirdik. Çünkü ne düşman vardı, ne de rahatsız olabilecek birileri. Sanki bağırmaya gitmiştik. Zaten bir arkadaş “biz buraya bağırmaya gelmedik mi?”diye de söyleniyordu. Sonra da bir başkasıyla birlikte taklit yaparak bağırmaya başladılar. Tabii ben de bağırdım, ama onlar kadar değildi.
Halil arkadaş önden gidiyordu. Ve bağırmaya başladı; “Su içmek isteyen var mı?” Biz tabii ki “Evet” dedik, ancak “Sadece iki kişilik” deyince anlayamadık. Meğer yağmur sularının kayanın üzerinde biriktirdiklerinden bahsediyormuş. Eee tabi ki yine çömelerek içtik. Sonra aklımıza onun içine de portakal tozunu katmak geldi. Yanımıza aldığımız ekmeğimizi de bandırarak yemeğe başladık. Bazı arkadaşlar bize ilginç bir şekilde bakarak adeta “Bunlar delirdiler” diyorlardı. İnsan bazen delilik de yapmalı. Kalan ekmeklerimizi ise kuşlara bırakarak ayrıldık.
Dağa çıktıkça bir kaç gün önce yağan dolunun kaya diplerinde, güneş görmeyen kısımlarda kaldığını gördük. Eee yanımızda portakal tozu da var, dayanır mı gerilla. Hemen doluları bir kefiyenin üzerine koyarak, üzerine de portakal tozunu döktük, oldu gerilla leblebileri. Belki biraz soğuktu, ama o kadar yürümüştük ki doğru dürüst soğukluğunu bile hissetmedik. Hepimiz avuçlarımıza alarak yemeye başladık. Tadı harikaydı. Ve ondan sonra da nerede dolu görsek hemen oturup onları yemeye başlıyorduk. Kurtarılmış dağlarımızda yaşamanın güvenliğiyle dağın en zirvesine yaklaşıyorduk. Bu sırada Halil arkadaşın ağacını gördük. Çok uzundu ve devrilmişti. Kuru bir ağaçtı, ama onun için farklı anlamlar taşıyordu. Çünkü o ta 97’de onu görmüştü ve sevmişti. Şimdi “Kuru bir ağacın nesi sevilir?” diyeceksiniz. Eğer o ağacın olduğu yerde birçok anınız, şehidiniz olursa o zaman o kuru ağaç sizin için bir simge haline gelir ve her ona baktığınızda tıpkı Halil arkadaş gibi “Vay be!” dersiniz.
Ve sonunda zirveye çıktık. Artık sadece kartallar değil, gerillalar da yükseklerde uçuyordu. Ve kartallar kadar seviyorduk yükseklerde uçmayı. Halil arkadaşın anlattığına göre 97’de burada geri çekilme yapılırken arkadaşlar nasıl aşağı indiklerini bile hatırlamıyorlarmış. O kadar dik ve kayalıklı ki, insan gerçekten de şaşırıyor. APO’cu ruhun verdiği azimle savaştıkları bu alanlardan geri çekilmek zorunda kalmışlardı. -Tabii sonradan yine bizim olmuştu.- Bu ihtişamlı dağ yine bizimdi.
Ve zirvedesin… Artık tüm dağlar senin altında ve kartallardan çok çok yüksektesin. Hatta onların üst taraflarını tamamen görebiliyorsun. Muhteşem bir görünüm, manzaralar mükemmel. Gerçekten de insan buraları hangi kavramlarla anlatacağını bilemiyor. Hakkını vermeyecekmiş gibi geliyor. Ağzımız adeta açıkta kalıyor. Ve sonunda özlediğim ana geldik. Reşo’dan bir çay içtik. Ama maalesef bulutlar gelmeye başlıyordu, yani güneşi izleme şansımızı kaybettik. Zirveyi dolaşmaya başladık. Önce Güney tarafına, sonra da Kuzey tarafına baktık. Güney tarafında tam karşımızda Kure Jahro var. Orası da başka hikâyeler, anılarla hâlâ ayakta kalıyor. Kuzey’in dağları görülüyordu, kar düşmüştü. Hakkari dağları, Küçük Cilo, Cehennem Tepesi, Çiyaye Reş, Sümbül, Samura her tarafı görebiliyordun. Ve her gerillanın hayali olan kuzeyde savaşmak umudu bir kez daha canlanıveriyordu. Oradaki arkadaşları düşünürsün… Duygu seline kapılırsın... Yüreğin sevinç ve hüzünle karışır… Sıcak bir üşüme sarar bedenini…
Size bir şeyi itiraf edeyim mi, bazen gerçekten de şaşırıyorum “Nasıl doğadan uzak yaşayabiliyorsunuz?” diye. Çünkü benim için neredeyse imkânsızlaştı bu dağlardan kopuş.
Zirvedesin, ama bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorsun. Özgürlük… Belki yükseklerdeydim ama hâlâ halkım ve Önderliğim esirdi. Evet, Önderliği de kara bir komplo ile ellerine geçirmişlerdi. Belki acı ama bu bir gerçek. İşte bunlardan dolayı gerillaya gelişim benim ilk durağımdı duraksız yolculuğumda. Ve inandığım her şey için ilk durağım son durağım olacaktı. Ölüm olacaksa bu dağlarda savaşarak onurluca olmalıdır. APO’culuk uğruna savaşarak öleceksin. Ölümün kutsallığıyla anlamlaşacak ölümün. Ölümden korkumu bu dağlarda yendim. Ve ben ilk defa kendimi bir yerlere ait hissettim. Bunun verdiği güvenle de ilerliyorum şimdi.
Tüm düşüncelerin arasında gidip gelirsin. Fırtınaların içinde kendi fırtınana yenilirsin. Elinde olmayan nedenlerden dolayı savrulursun o dağdan bu dağa. Ve sana doğru yaklaşan yoldaşının hafif bir gülümseyişi seni kendine getirir. Dönüş saati gelmiştir. Geldiğin yere bir kere daha bakarsın ve ‘vay be!’ dersin. Dik ve bol kayalıklı bu dağın zirvesinden Güneş’e, şehitlere, halka ve yoldaşlara bir selam yollarsın.
Doğayla ve tarihinle bütünleşmenin verdiği huzurla çalışmalara devam…
Hebun Dersim
25 Kasım 2004
Saat: 22:00
Bir şeyi belirlenmiş sınırlar içinde anlatmakla onun gerçeğini tüm çıplaklığıyla yansıtmış olur muyuz? Sınır çizmek bir şeyi çırçıplak haliyle anlamak zor olduğundan mıdır, giysiler içinde birini tarif etmek onca zorken? Bir sınırdan diğerine geçildiğinde anlattıklarımızı yasımış olmuyor muyuz? Yine de başka yolumuz yok gibi. Çizilmiş sınırlar bir varlığın hem kabulü, hem kanıtı, hem güvencesi ama hem de kendisiyle çelişkileri, hükmetme arzusu ve aynı zamanda bu arzunun küçümsenmesi demek değil midir? Sınırlar yok hükmünü de kapsamaz mı? Yani yok edilme zamanını beklemeyi, kendi kendini yok etmeyi… Belki sınır, sınırın yok sayılmasıdır. Yine de kendini var etmek dediğimiz sınırlarda gezinmeyi sürdürelim.
Diyelim ki Bingöl: Yüz elli yıl önce neydi acaba, elli yıl sonra ne olabilir? Bir toplumun öyle ya da böyle kurdukları, bir araya getirdikleri ya da dışladıkları arasındaki kolektif bir uyum ve uyumsuzluk topoğrafyası mı? Anlaşılmaz bir uzaklık mı, paradoksal bir birlik mi? Birilerine son nefes alanı, başkalarına iştah açıcı bir toprak parçası mı? Bu sorular sorulacaktır
Ya da Palu… Bingöl’den ne farkı var ki? Bilenler bilir Palu ile Bingöl’ün bir elmanın iki yarısı olduğunu. Şeyh Sait için dünyaya gözlerini açtığı Palu neyse direnme gücüne güvendiği Bingöl de o idi. Zamanla farklı oyunların oynandığı açık alanlar haline getirilmek istendiler.
Hem Palu hem Bingöl denince akla farklı bir özgünlük, dediği dedik, cesur ama sayıca azalmış insanların yurdu gelir. Dinin ve Zaza kimliğinin at başı yarıştığı, bazen birinin, bazen diğerinin baskın geldiği izlenebilir, yine de her ikisinin çoğu zaman ustaca harmanlandığı gözden kaçmaz. Bu nedenle küçük ama etkili, büyük ama etkiye açık birer kent şimdiki Bingöl ve şimdiki Palu.
Dersim’le ayrı, Muş’la ayrı, Elazığ’la, Diyarbakır’la apayrı ilişkiler geliştirmişlerdir. Ama bir de kendi iç dinamikleri vardır ve bunların hepsini kotarmaya yeminli gibidirler. Bu Bingöl’ün ya da Palu’nun köklü direniş ve uzlaşma kültürünü kaynaştırma özelliğinden ileri geliyor, yaşamanın kolay ama onurlu yaşamanın zor olduğu koşullarda nereye kadar dengeli durulabileceğini gösteriyor
Amed (Murat Topaloğlu) da 1982 yılında Palu’da doğmuş biri olarak Bingöl’ün özelde 2000 sonrası bir yerel merkez rolü oynayışına da tanık olarak büyümüş, o rol içinde şekillenmiştir biraz. Bingöl üslubuna göre şekillenmiş olduğunu kendisi söylüyor zira. Çelişkileri görmüş, yapılmak istenenleri anlamaya çalışmış, çoğunlukla şiirlerle bezediği defterine duygularını yansıtmıştır. Zaza adıyla tuttuğu defterini kendi yazdığı Zazaca birkaç şiirle noktalar.
“…Tase dısmenra / Awıke mewe / Kenek ez sekiri / İn faşisti / Ne verdeni / Ez beri dewe” (Düşmanın tasından su içme, kız ben ne yapayım, bu faşistler köye gelmeme izin vermiyorlar.) böyle bir şiirden bir bölümdür. Yurt sevgisinin ne denli güçlü olduğunu başka nasıl anlatabiliriz, yurdumuzda yaşamamıza engel olan her şeyin faşizmden ve düşmanlıktan ibaret olduğunu bundan açık bize ne anlatabilir? Bu sitem bir öze dönüş ve direniş çağrısı değilse ve bu çığlık vasiyet değilse genç kızlara, oğullara nedir öyleyse?
Ailesini aşırı dinci-muhafazakâr ve feodal olarak tanımlar. Düşmanın onları bu özelliklerinden de hareketle kullanmak istediğini fark ettiği için çekinmeden bu kullanılmanın adını faşizme alet olma diye kavramlaştırır.
Beşi kız, ikisi erkek yedi kardeşi vardır. Lise bitirmiştir. Türkiye’nin değişik kentlerinde çalışmak için bulunur. Bu arada askerlik de yapar.
Aslında Amed yoldaşın uzak akrabalarından gerillaya çokça katılım vardır. Ama gençlerin gerillaya ve siyasal hareketlere ilgisini azaltmak için yürütülen karşı politikalardan etkilenerek büyümüştür. 12 yıl boyunca politika dışındaki her şeyle uğraşır. Esrardan tinere kadar çeşitli bağımlılıklar onu başka bir dünyaya sürüklemiştir ve bu çıkışı zor bir dünyadır. Ama o ne yapar eder kurtulmasını bilir. Kurtulmasında ona yardımcı olan da Kürt halkını ve ezilen insanlığı benzer tüm kötülüklerden, en başta da işgal ve sömürüden kurtarmak için harekete geçen PKK hareketidir. Çünkü bu hareket, kötülüklerin kaynağının zaten bu işgal ve sömürü olduğunu daha Amed doğmadan önce söylemiştir.
Bingöl’de 2009-2010 arasında bir yıla yakın legal parti yöneticiliği yapar. Sayısız kereler gözaltına alınır. Her seferinde öfkesi daha da bilenir ve bir gün onu şu sözü söyleyecek aşamaya getirir: “TC’den bir alacağım var.” Bu sözü kuzey sahalarında gerillacılık yapma konusunda talepte bulunduğu sırada söylediğini de anımsatmakta yarar var.
Bunun öncesinde gerillaya gelişi ve Xakurke alanındaki yeni savaşçı eğitim süreci yatıyor. Bu eğitim sürecinin sonunda aldığı notta şunlar yazar:
“Örgüte bağlılığı, dürüst-özlü bir katılımı var. İstekli ve katılımında istikrarlıdır. Sorunlar karşısında dar duygusal yaklaşımları çıkabiliyor. Yöntemde zorlanmalar yaşıyor. Bazen daralıp sessizleşiyor ve bir köşeye çekiliyor. Belli bir bilinç düzeyi vardır. Arkadaşlara yardımcı oluyor.”
Artık önünde bir halkın özgürlüğü, enternasyonal bir mücadele gerçeği dışında seçenek yoktur. Kendisi böyle demektedir. Buna göre de yaşar.
Kısa zamanda büyük gelişmeler sağlayan Amed yoldaş adeta gerillaya biraz geç katılmış olmaktan ileri gelen açığı kapatmaya çalışmaktadır. Bunda başarılı da olur. Pratiklerdeki başarısı ona 2012 yılı açısından Devrimci Halk Savaşı hamlesinin en güçlü startının verildiği Zagros sahasındaki Ştazen-Oramar eylemine katılma şansı getirir.
Sömürgeci vahşetin paralı sürülerinin çok güçlü darbelendiği bu eylem sürecinin bedeli de ağır olmuştur. Onlarca gerillanın günlere yayılan çatışmalar sonucu yaşamını yitirdiği herkesçe bilinir. Amed Bingöl yoldaş, Dilber Can yoldaşla birlikte suikast atışı sonucu şehit düştükten sonra bulunduğu yerin konumu nedeniyle bilgisine sonraki günlerde ulaşılabilen yoldaşlarımızdan biri oldu. Bu nedenle iki yoldaşın şehadet haberi de geç duyuruldu.
Sonuç olarak Amed yoldaş geç geldiği özgürlük dağlarında yapmak istediği gerillacılığı tam olarak yapamadı. Gitmeyi düşlediği Dersim, Amed dağlarına gidemedi. Özgürlüğün kazanıldığını kendi gözleriyle göremedi. Ama yaşasaydı Dersim dağlarına gidecekti. Bundan kimsenin kuşkusu olmadı. Büyük işler de yapacaktı. Bunu da herkes anladı. Yaptıklarının büyüklüğünü kim yadsıyabilir? Onun yaptıkları, büyük hedefler doğrultusunda can pahasına atılmış büyük adımlar olarak tarihe not düşülecektir. Başarması bize kalıyor.
Mücadele Yoldaşları
Van’da doğup büyüyen bir aşiret kızı bir de evin tek kızı olursa… Eskisi gibi değil belki hiçbir şey. Bir alt üst oluş yaşandı. Yine de biraz ağırdan alarak bakabileceğini hesaplamak durumundayız. Özgüvenle yoğrulmuş bir ağırdan almadır bu. Şımarıklıkla arasındaki ince zar görülmezse yanlış anlaşılır. Yaşamak için yeterli donanıma sahiptir, gerektiğinde yenisini alabilir. Gittiği her yeri çekip çevirebilir. Kimseyi telaşa düşürmez. Geriye yerinde ve zamanında öğrendiklerini uygulamak kalıyor.
Yurtsever aile ortamlarında aldığı şekillenmeyle yaşama bakışı şekillenirse başka türlü olur dağlara gelenlerin duruşu. Oldukça doğaldır, sanki yaşamını kaldığı yerden sürdürür. Ne olup bitiyorsa olağan akışında olması gereken, her an karşımıza çıkabilecek hususlardır. Savaş da bunun bir parçasıdır. Zamanı geldiğinde silah kuşanılır. En sert koşullara meydan okunur. Eğitimlerde en radikal görüşlerin savunusu yapılır, yerinde değerlendirmeler geliştirilir, sonuç alıcı eleştiriler seçilir.
Sorxwîn yoldaş da yaşamını olması gerekenden, seyrinden saptırmadan sürdüren bir Kürt kadınıdır. Doğar, büyür, halkınızın özgürlüğü için mücadeleye atılırsınız. Olağan budur. Diğeri yaşamın akışına göre şekil alacak her şeyi kapsar.
2006 yılında on sekizinde bir genç kızın coşkusuyla gelir gerilla saflarına. Doğal ve emeğe yatkın Kürt çizgilerini taşımasıyla baştan kabul görür. Rahatsız edici, sıkıcı hiçbir özelliği yoktur. Saf ve temizdir, bu yüzden yoldaşları tarafından çabuk sevilir. Xakurke alanında geçen dönemin ardından Gare ve suikast eğitim okulu. Sorxwîn yoldaşın kendisini biraz daha bulması anlamına gelir.
Bir süre sonra o hedefini vuramayan Sorxwîn gider, yerine keskin nişancı biri gelir. Atışları mükemmeldir ve herkesi şaşırtmıştır. Artık bu nişancılığından dolayı yoldaşları ona takılmaya keskin nişancı demeye başlamışlardır. Onun bir özelliği de yaptığı bir işi en sonuna kadar temiz ve dürüst yapmaktır. Sonuna kadar ilkelidir. Söze bağlılık temelinde görevlerine yüklenir.
Hedefi Garzan alanına gitmektir. Ama bazı nedenlerle bu gidişini ertelemek zorunda kalır. Yeni adresi Zap olacaktır. Burada da yoldaşlarına olan bağlılığı, emek ve çabasıyla, istekli katılımıyla adından söz ettirir. Başarılı bir süreç geçirir, eylemlere katılır.
Yoğunlaşmalarını günlüğüne yansıtır. Özellikle Geliyê Tiyare şehitlerinden çok etkilendiğini, onların intikamını alacağını söyler.
Sorxwîn yoldaş bir eyleme giderken şehit düştü. Nasıl amaç belirlemişse o yolda oldu gidişi. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
Mücadele Yoldaşları
Hasan yoldaş askeri yasayla başladığı gerillacılık yaşamını bir HPG komutanı olarak noktaladı. Çok acıyı, onlarca kaybı kaldırmış yüreğinin bir gün onu yarı yolda bırakacağını bilemezdi. Bilse bile yüreğini her türlü zorluğa sürecekti. Çünkü o, anlam vermekte zorlandığı belli bir aşamadan sonra kendisini dağlara zorla gelmiş saymadı. Zorlandıkça “Kendimi dağlarda buldum” deyişi onun her zorluğun ardından özgürlük umuduna nasıl daha güçlü tutunduğunun yalın ifadesi oluyor. Bu bilincin farkına varan Halk Savunma Merkez Karargâh Komutanlığı onu şahadetinin ardından şu ifadelerle anmıştı.
“Kahramanca Bir Direnişle Mücadelesini Yükselten Hasan Yoldaşı Saygıyla Anıyoruz
Özgürlük mücadelesi tarihimiz büyük direniş abidelerinin kahramanlıklarıyla ve bu kahramanlıkların yazıldığı destansı duruşlarla doludur. PKK direnişinin ve Kürt halk serhıldanlarının yükseldiği dönem, büyük devrimci mücadelenin gelişim sağladığı yıllar olmuştur. Bu yıllarda yürekleri özgürlük tutkusu ve kararlılığıyla atan binlerce Kürdistan evladı gerilla saflarımızda amansız bir mücadeleye adım atmıştır. Hasan yoldaşımız da bu yıllarda özgürlük saflarında yerini alarak mücadeleye adım atmış ve yürüyüşünü kararlılıkla sürdürmeye başlamıştır.
Mücadelemizin kalbi Botan sahasında mücadelesine başlayan Hasan yoldaş katılım sağladığı günden itibaren sıcak savaşın çok yoğun olduğu Kürdistan’ın birçok alanında en zorlu görevlerde bulunmuş, sömürgeci Türk devletine karşı halkımızın umutlarını her zaman diri tutan bir pratik sahibi olmuştur. 23 yıllık gerilla yaşamı boyunca Botan, Zagros, Xakurke, Haftanin gibi mücadelenin ete kemiğe büründüğü alanlarda büyük bir özveriyle, fedakârlıkla ve mütevazı komuta anlayışıyla mücadelesini büyütmüştür. Hasan yoldaş bir ARGK ve HPG Komutanı olarak emekçi kişiliğiyle, ülkesine ve halkına hizmet aşkıyla yanıp tutuşan bir arkadaş olarak da bulunduğu her alanda örnek duruşuyla hafızalarda yer edinmiştir.
Devrimci duruşunu en üst düzeyde yurtseverlik bilinciyle besleyen Hasan arkadaş sadece yoldaşlarıyla değil, çalışma alanlarındaki halkımızla da aynı titizlik ve itinayla ilişki kuran, her türlü ihtiyaçlarını karşılamayı kendisi için görev belirleyen bir duruşun sahibi olmuştur. PKK militanlığının Kürdistan halkının kalbinde yer edinmesinde büyük çaba sahibi olmuştur. Yoldaşlarına karşı samimiyetini, mütevazılığını ve sevgisini fedakâr duruşuyla besleyen Hasan arkadaş büyük bir özveri ile çalışmalarını sürdürmüş, dili, davranışları ve sevecenliğiyle tüm yoldaşlarının gönlünde sarsılmaz bir yer edinmiştir.
Görev bilinci ve mücadele azmini yaşamında her zaman uygulayan Hasan yoldaş geçirdiği kalp krizi sonucu görevde bulunduğu esnada özgürlük şehitleri kervanına katılmıştır. Mücadelesini savaşın en zorlu dönemlerinde başarıyla sağlayan Hasan yoldaşı geçirdiği kalp krizi sonucu yitirmiş olmaktan büyük üzüntü duyarken, mücadele arkadaşları olarak anısına bağlılık gereği, kararlılıkla sürdürdüğü özgürlük mücadelesini kesin zafere taşıyacağımız sözünü yeniliyoruz.”
Bu açıklama değişik nedenlere 26 Ocak 2014 günü yapıldı.
Daha uzun uzun ve farklı örneklerle de anlatılacaktır ama burada en iyisi Hasan yoldaşı kendi raporlarına yansıttığı biçimiyle, kaleminden dökülen sözlerle anlatmaktır diyoruz. Bizim görüşlerimize değer verdiğini ve ardından çok söz söylememizi istediğini elbette biliyoruz. Ama bildiğimiz başka bir şey daha var: Onun dili de bizim onu anlatmamızın bir başka biçimidir. Onun dili bizim duygularımız, düşüncelerimiz, dilimizdir.
Onun Nisan 2003’te Mahsum Korkmaz Akademisinde eğitime başlarken özgeçmişine ve bazı konulara ilişkin düşüncelerine yer verdiği raporundan bazı bölümleri buraya alıyoruz.
“1989’da Van Çatak’ta askeri yasayla alındım. Partiyi tanımıyordum. İlk dönemlerde bundan dolayı zorlandım. Okuma yazmam da yoktu. Ama bunu erken aştım. Kişiliğimi parti içinde buldum diyebilirim. Eski kişiliğimi düşündüğümde arada dağlar kadar fark vardır. Bu açıdan kişilik, karakter, zihniyet, terbiye, ahlak, üslup gibi noktalarda gerçek bir devrimci kişiliğe ulaşmada belli bir düzey aldığımı ve bunun daha da geliştirilmesi açısından çaba sahibi olduğumu görmekteyim. Bu nedenle kişiliğimde topyekûn bir gelişmeyi kazandığımı vurgulayabilirim. Parti yayınlarını okuyor, askeri sanata ilgi duyuyorum.
Manga komutan yardımcılığından başlayarak değişik görevler yürüttüm. Botan ve Zagrosla birlikte Güney alanlarının çoğunda kaldım.
Feodal aşiret yapılanmasının hâkim olduğu, sosyal yönüyle (ilişki, alışveriş) dışa açık, kendi içerisinde de yer yer çelişkiler yaşayan, aynı zamanda dıştan gelişecek yönelimlere kaşı bir birlikteliği de yaşatan bir aile ortamından gelmekteyim. Ailem Dıdêran ismiyle tanınan ve yörede geniş bir alana yayılan aşiret yapılanmasından gelmektedir. Maddi durumları normaldir. Yurtseverdirler. İki amcaoğlu ve bir teyzemin oğlu şehittir. Sekiz kardeşiz. Ben beşinciyim. Ben yedi yaşındayken babam bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirdi. Ama annem babamın yokluğunu hissettirmemek için elinden gelebilecek en iyi şekilde bize sahip çıktı. Bu beni olumlu etkileyen bir durumdur. Çevreyle ilişkilerime de yansımıştır.
Parti ya da örgüt olgusunun benim açımdan anlamları var. Bu anlamlara da burada ulaştım. Önce olaya tarihsel açıdan bakmalıyız. Tarihte yaşanan başkaldırılar ve bunların ezilmesi doğru örgütlenmeyi ve öncülüğün rolünü zorunlu kılmıştır. Bizde bu Önderlik ve PKK olmaktadır. Stratejik açıdan önem sıralamasının yapılması ve bu doğrultuda harekete geçilmesi de örgütlü davranmayı gerektiriyor. Tarihte zayıf olan buydu.
Savaş da bu öncülüğün olarak başvurduğu zora dayanan bir seçenektir. Onlarca seçenekten belli dönemlerde daha yoğun olarak öne çıkanıdır. Özellikle bir halkın yaşam hakkının elinden alınması veya demokratik mücadele tıkanınca zorunlu seçenek oluyor.
Özgürlük apayrı bir olgudur. Sonu getirilemez. Çünkü insanların kaderiyle ilgili olgular sadece savaşla bir sonuca ulaştırılamaz.
Bu biraz da gurur sorunudur. İnsanda gurur bir şekilde bulunur ve özgürlüğe ulaşmak için kullanılmadıkça ters de tepebilir, insanı köleliğe bile sürükleyebilir. Bu nedenle amaç ve hedefleri bulunan birisinin gururunun da olması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu bilimsel gerçeklere dayanmalı, kör feodal gurura dönüşmemelidir. Aksi halde tutuculuğa, o da başarısız olursa iradenin kırılmasına götürecektir. İradesiz bir insan da her tür savrulmaya açık, günübirlik bile yaşayamayan insandır. Oysa irade inanç, direngenlik ve güç sağlar.
Bunun da sabırla bağlantısı var. Kişisel olarak ne çok sabırlı, ne de çok sabırsız olduğumu söyleyebilirim. Ani durumlarda refleks biçiminde çıkan tavırlarım sabırsız da olduğumu gösteriyor. Bunun da tahammül gücüyle bağı var mutlaka. Gücün de inançla bağını kurabilmeliyiz. Aynı zamanda kolektif bir olgudur. Tek başına güç olmuş birey gösteremeyiz. Birey gücünü toplumdan alır ve aldığı gücü topluma vererek çoğaltır. Bu anlamda güç örgütlülüktür.
Güçlü insan topluma yapılmış bir saldırıyı kendine yönelmiş sayar. Bu da kin, öfke ve intikam duygularını belirler, tarih bilincini daha da güçlendirir. Bu duyguları gelişmeyenler güçlü savaşım veremezler.
Bu duygusu gelişkin olanlar düşmana sert yönelir, yoldaşlarına da güçlü bağlanırlar. Doğru ilişki tarzına yaklaşırlar. Benim de esas aldığım yoldaşlık açısından sevgi ve saygıya dayalı, birbirini geliştiren, dürüst yaklaşımları içeren, bu çabası olan ilişki tarzıdır. Bireysel çıkarla yaklaşmayı benimsemiyorum. Kadına yaklaşımda da örgütün biçtiği çerçeveyi anlama çabasındayım.
Ortamların resmi olduğu kadar samimi olmasını arzuluyorum. Bu nedenler esprili ortamlarda bulunmayı seviyorum.
Mücadele Yoldaşları