Her gün yeni bir şahadet haberi geliyor. Bir gün içinde belki birçok şahadet yaşanıyor. Öyle ki şahadetin yaşanmadığı yılın hiçbir günü bulunmuyor. 30 yılı aşan Özgürlük ve Demokrasi Mücadelemizin tarihi böylece bir yönüyle şahadetleriyle bütünleşmeyi anlatmış oluyor. 70 yaşındaki insanından üç yaşına varana, daha anne rahmindeyken yaşama gözlerini açmaya dahi fırsat bulamayana kadar, on binlerce insanını kaybetmiş olan bu halk belki de dünyanın en acılı halkı haline gelmiş bulunuyor.
Kürt halkının tarihi aynı zamanda katledilmeler tarihidir. Tarihinin her döneminde katliamlar yaşanmıştır. Geride bıraktığı iki yüz yıl içinde, katliamın her türlüsü ile karşılaşmıştır. Son 30 yılında ise, çok daha sistemli bir şekilde katledilmeleri yaşamıştır. Denilebilir ki, her yaşta, her cinste insanı kaybetmiş, tüm katledilme biçimlerini muhatabı haline getirilmiştir. Yaşlısından çocuğuna, gencine, kadınına, erkeğine varana kadar Kürt kurşunla, işkence tezgâhlarında, ateşlere atılarak boğularak, parçalanılarak, kimyasal silahlarla katledilmişlerdir. Onun içindir ki Kürt halkı dünyanın en acılı halkıdır. Ama en acılı halkı olduğu kadar, aynı zamanda en direngen halkıdır.
Yüz yılları bulan yabancı ege-menlik altında, tüm baskılara ve yok etme girişimlerine rağmen ayakta kalması ve bugün özgürlüğü için mücadele bayrağını yükseklerde dalgalandırması bunu göstermektedir. Bu yönüyledir ki, Kürt halkının yükseltiği mücadele onun acılarına katlanmasına neden olmuştur. Acı ve direniş bu anlamda Kürt halkının bir birinden ayrılmaz iki ayrı yönü haline gelmiştir.
Acılar, insanda her zaman derin izler bırakmıştır. Acıları her zaman Kürt halkı içinde saklı kalmıştır. Ve bu acılarını hiçbir zaman unutmamıştır. Destanlaştırmıştır. Gelecek kuşaklara acılı bir tarih bırakmışlardır. Bu yönüyle Kürt tarihinin bir adı da acılı tarih olmuştur.
Günümüzde bu acılar daha da derinleşmektedir. Halk özgürlüğü ve demokratik talepleri için her türden bedel ödemeyi göze alarak mücadelesini yürütmekte ve değerlerine sahip çıkmaktadır. Ve bunu için de mücadele etmektedir. Onun içindir ki, Kürt halkının yükseltiği mücadele aynı zamanda onun acılarını hafifletmiştir.
Ölüm ve zulüm her zaman Kürt halkı için bir kader durumuna getirilmek istenmiştir. Bunda bir anlamda başarılı da olunmuştur. Kürtler de ruhsal şekilleniş olarak ölme ya da zulme buyun eğme hakim hale getirilmeye çalışılmıştır. Önlerinde başka bir seçenek bırakılmamıştır. Kürt halkı için ölüm bir nevi kurtuluş olarak kabul ettirilirken, zulme boyun eğmekte ihanet olarak görülmüştür.
Ama bu Kürtler için değişmez bir kader değildir. Özgürlük ve Demokrasi Mücadelesi Kürtlerin bu kaderini değiştirmiştir. Ölmek ya da boyun eğmek dışında kendi seçeneğini yaratmıştır. Bu, DİRENEREK YAŞAMAKTIR.
Ölüm ve ihanet karşısında kendi tercihini belirleyen Kürt halkı buyun eğmeği kabul etmediği gibi, artık ölümün her türlüsünün de kutsamamaktadır. Çaresizliği kabul etmediği gibi, yaşamının son anına kadar direnişi, son nefesini verirken de, bunu bir direniş biçimi hale getirerek düşmana pahalıya ödetir hale gelmiştir. Kürtler, kaderini kendi ellerini alarak değiştirmiştir.
Bugün egemenler Kürtlerin yaşadığı bu değişimi görmezden gelerek, eski yaklaşımlarında ısrar etmektedirler. Hala Kürtlere ölüm ya da buyun eğmeyi dayatmaktadırlar. “Kölece, kimliğiniz inkar ederek yaşayacaksınız, bunu kabul edecek siniz, kabul etmiyorsanız ölümü seçeceksiniz” demektedirler. Kürtleri ölüm ya da köleliğe sürüklemek için her yola, yönteme başvurmaktadırlar. Para ve vaatlerle Kürtlerin onurları satın alınmak istenmektedir. Açıkça “ sorunlarınız ekonomik, biz size kaynak aktaracağız, siz de bizim gibi olacaksınız. Eğer bunu kabul etmiyor, karşı koyarsanız imha olacasınız.”denilmektedir. Kürtlerin önüne başka bir tercih bırakılmak istenmemektedir. Kürtlerin en ufak istemleri şiddetle bastırılırken, demokratik talepleri provokasyonlarla karşılanmaktadır. Bu şekilde her koşul altında Kürtlerin iradesine hükmetmeye çalışılmaktadır.
Bu anlamda Kürtler için, çaresizlik içinde boyun eğme de, ölümde egemenlerin çıkarlarına görülmektedir. Oysa Kürt halkı artık iradesini kendi belirler bir konuma gelmiş, ölüm ve boyun eğme dışında olan tercihini ortaya koymuştur.
Kürtler, her günü şahadetlerle dolu olan mücadele tarihlerinde verdiği kayıpları ve şehitlerin anısına atfettiği Mayıs ayını yaşadığı böyle bir dönüşümle karşılamaktadırlar.
Bu yıl şehitler ayına girerken, Özgürlük ve Demokrasi Mücadelemize yaşamını katık edenlerin sayısı daha da artmıştır. Halklaşan mücadele gerçeğimiz sadece, dönemlere damgasını vuran öncü kadrolarla değil, yediden yetmişe varana kadar tüm insanlarımızı içine alarak genişlemiştir. O nedenledir ki, şehitler ayımızda, özgürlüğü uğruna yaşamını veren tüm insanlarımızı anmak, mücadelemizin bir gereği olmaktadır.
Halkımız mücadelesine sahip çıkmıştır. “Bu mücadele benimdir” diyerek, nerede ihtiyaç doyuluyorsa orada yerini almıştır. Doldurduğu meydanlarda ölümü, işkenceyi, her türlü hakareti göze alarak, haklı istemlerini gür sesiyle haykırarak herkesi görev başına çığırmıştır. “Her kes rolünü oynamalıdır” demiştir. Newroz’da etkili ve güçlü örgütlüğü ile kendi temsilini ve iradesini ortaya koymuştur. Artık gelinen aşamada geri dönmezliği ilan etmiştir. Üç yaşındaki çocuğundan, yetmiş yaşındaki tüm insanlarına varana kadar, bu gerçeği dosta da, düşmana da göstermiştir.
Halkımız gelinen aşamada mücadelesini sürekli kılmıştır. Her hangi bir özel günle kendini sınırlandırmayarak, üzerine gelen her türlü saldırıya karşı duracağını ve cevap vereceğini ortaya koymuştur. Bunu da şehitler verme pahasına gerçekleştirmiştir. Bu yıl ki şehitler ayını böyle karşılamıştır. 3 yaşındaki Fatih Tekin’i, 6 yaşındaki Enis Ata’yı, 13 yaşındaki Abdullah Duranı ve 77 yaşındaki Halit Söğüt’ü ve nice halk kahramanlarına kalbine gömerek, yeni bir şehitler ayını her günü şahadetlerle dolu olan mücadelesi ile karşılamıştır.
Yaşananlar, ancak daha da nice şehitler vererek mücadelenin yükseltilerek geliştirileceğini ve zaferle sonuçlaştırılacağına işaret etmektedir. Elbette, halkımız için kan akıtarak şehitler vererek, zafere ulaşma istem ve amaç değildir. Ama özgürlük ve demokrasi uğruna bedeller ödemek gerekiyorsa, bu da göze alınmaz değildir. Egemen karşıt güçler başka bir seçenek bırakmamakta ısrar etmektedirler. Özgürlük ve demokrasi istemini kanla bastırmak istenmektedirler. Barışçıl, demokratik gösterilerde kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmadan, kurşunlar yağdırmakta, gaz bombaları kullanmaktadırlar ve arakalarında onlarca ölü ve yaralı bırakmaktadırlar. Bununla da yetinmemektedirler. Sayısı binleri bulan insan-larımızı zindanlara doldurulmaktadırlar.
Karşıt egemen güçler karakterleri ge-reği böyle davranmak-tadırlar. Çıkarları bunu gerektirmektedir. Kanla beslemekte-dirler. Sistemlerini, ölüler ve aktıkları kanlar üzerine kurmaktadırlar. Onun içindir ki, halkımıza ölümü reva görmektedirler. Mayıs ayının şehitlere adanmasına neden olan, şahadetler de, egemen karşıt güçlerin bu yaklaşımlarının bir sonucu olarak yaşanmıştır. Sadece bir sonuçta değildir. Yaşanan şahadetler, karşısında mücadele ettiğimiz gücün niteliğini ortaya koymakla birlikte verdiğimiz mücadelenin hangi yollardan geçeceğini ve zorluklarla karşılaşacağını da göstermiştir.
Halkların özgürlük ve demokrasi mücadelelerinin düz bir yol izlemediği engellerle dolu olduğu bir gerçekliktir. Halkımız da bu gerçeği kendisi için bir deney olarak kabul edip mücadelesine başlamıştır. Bugün, bu mücadelenin onurla yürütücüsü haline gelmiştir. Bu bilinç, mücadele ve sayısız yiğit evladının yaşamı pahasına kazanılmıştır. Mayıs ayının Şehitlere adanmasının nedeni de bu gerçeklik oluşturmuştur. Ödediği bedellerin çok ağır olması nedeniyle, halkımız Mayıs ayını kahraman şehitlerine adamıştır. Her yıl, şehitlerini bedeller ödeme pahasına anmaktan geri kalmamıştır.
Halkımızın, Mayıs ayını şehitlere adaması mücadelesinin gelişmesiyle beraber başlamıştır. Öncü örgütünün kongrelerinde de, ulusal kararlar haline getirilmiştir. Müca-delenin daha ilk yıllarında, öncü kadro-larının katledilerek, tasfiye ile karşı karşı getirilmek istenmesi, yaşanan şahadetlere böylesine derin bir anlam verilmesini gerekli kılmıştır. Mücadelenin büyüklüğü ile şahadetlerin büyüklüğü arasında doğru kurulması gereken, bağ ile orantılı doğru bir yaklaşımı gerekli hale getirmiştir. Bu aynı zamanda, yürütülen mücadelenin izleyeceği yolu göstermiştir.
Özgürlük ve demokrasi mücadelemizin kendisini aynı zamanda şahadetler hareketi olarak değerlendirmesinin nedeni de budur. Halkımız, mücadeleyi başlattığında bedelleri ödemeyi göze almakla birlikte hiçbir zaman, insanlarını kaybetmek ve kan akmasını istememiştir. Karşıt egemen güçler bunu dayatmıştır. Yaşama büyük bir tutku ile bağlı olan insanları için en güzel yaşamı arzulayan ve bunun için mücadele eden bir hareketin insanlarını kaybetme ve kan akıtma gibi bir yaklaşımı olamaz. Ancak yaşamı yaşanmaz kılanlara karşı, onurlu bir yaşam için direnerek yaşamayı kendisi için vazgeçilmez olarak görmesinde başka doğal bir şey de yoktur. Onu içindir ki, uğruna ölecek kadar yaşama tutkulu bir yaklaşımın sahibi olunmaktan geri kalınmamış ve böyle onurlu bir yaklaşımın sahibi olunmuştur.
Mayıs ayının kahraman şehitlere adanması özgürlük ve demokrasi mücadelemizin vermiş olduğu ilk şahadetlerle başlamıştır. Yaşanan ilk şahadetler mücadelenin kaderini belirleyecek nitelik taşımışlar ve mücadele tarihinde bir döneç rolünü oynamışlardır. Bu dönemeçler mücadeleyi bitirme noktasına getireceği gibi, aynı zamanda yeni başlangıçlar için ateşleyici olma özelliklerini bir arada taşımıştır. Ama tercih edilen yol her zaman yeni başlangıçların yapılması yönünde belirlenmiştir.
Mücadele tarihimizde atılan ilk adımlarla birlikte şehitler de verilmiştir. İlk şehidimiz Ali Doğan Yıldırım olmuştur. Ali Doğan Yıldırım şahadetini ise, Aydın Gül’ün katli izlenmiştir. Yaşanan bu şahadetlerin, ardından mücadele tarihimizde önemli yer tutan ve başlangıçların yapılmasının önünü açan büyük kayıplar yaşanmıştır. Haki Karer, Halil Çavgun Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin’in katledilmesi, Amed zindanlarında Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner ve Mahmut Zengin arkadaşların direnerek yaşamlarını kaybetmesi bunlar arasıda yerini almıştır. Yaşanan bu tüm şahadetlere de mücadele tarihi içerisinde önemli anlamlar atfedilmiştir.
Haki Karer 18 Mayıs 1977’de Antep’te ajan provokatörler tarafından katledilmiştir. Kendisi Karadenizlidir. 1950 yılında Ordu’nun Ulubey ilçesinde dünyaya gelmiştir. Kürt değildir. 12 Mart askeri faşist darbesinin ardında 1970’lerin ilk yıllarında yeniden toparlanma içine giren Devrimci-demokratik Hareketin öncüleri arasında yer almıştır. Yüksek öğrenimine devam ederken özgürlük mücadelemizin ilk oluşum sürecine katılmıştır. Özgürlük mücadelemizin ülke zemininde ilk örgütleyenler arasında bulunmuştur. Enternasyonal özelliğiyle mücadele çizgimizin ana karakterini kendi şahsında temsil etmiştir. Haki Karer’in şahsında mücadele için de Kürt-Türk birlikteliği ifadeye kavuşmuştur.
Bu özellikleri nedeniyledir ki Haki Karer, ajan provokatörler tarafından hedef haline getirilerek katledilmiştir. Ama Haki Karer’in katline Mücadele tarihimiz açısında yeni bir dönemin başlatılarak karşılık verilmiştir.
Halil Çavgun, Haki Karer’in devrimci fedakâr, özverili, kararlı, kişilik özelliklerini yaşamında kendisi için bir kılavuz haline getirmiştir. Bu yönleriyle bulunduğu alanda özgürlük mücadelemizin öncü kadroları arasında yer almıştır. 19 Mayıs 1978 günü Urfa’nın Hilvan ilçesinde polisle işbirliği yapan çeteler tarafında katledilmiştir. Halil Çavgun kendi şahsında mücadelemiz içinde yoksul köylülüğün devrimci çizgisini ve yurtseverliğini temsil etmiştir. Halil Çavgun’un şahadeti nasıl Haki Karer’ın şahadetiyle mücadele tarihimizde yeni bir başlangıca temel haline getirmişse işbirlikçi feodal Komprador yapıya karşı mücadele bayrağını açılmasının gerekçesi haline getirilmiştir. Hilvan’da yükseltilen mücadele ile yerli gericilik teslim alınarak, ülke topraklarımızda ilk defa geçici de olsa yoksul köylülüğe dayalı halk iradesi oluşumu gerçekleştirilmiştir.
Fernat Kurtay, Necimi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık 17 Mayıs 1982 günü Amed zindanlarında bedenlerini çıra ahaline getirerek özgürlük mücadelemiz de direnişin yolu aydınlatmışlardır. 12 Eylül Askeri Faşist Darbesinin, Özgürlük Mücadelemizin üzerini betonlayarak son darbeyi vurmak istemi karşısında Amed zindanlarında direnişi temsil etmişlerdir. Son derece eşit olmayan koşullarda düşmanın her türlü silahı ve insanlık dışı zulmü karşısında canlı bedenlerini gerektiğinde ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Yaşam üzerine kurulmak istenen teslimiyeti, direnerek yaşamak şiarıyla tersine çevirmişlerdir. Ve onurlu bir yaşamı her şeyinin üzerine tutarak yaşamları üzerine yapılan hesapları boşa çıkarmışlardır. Amed zindanlarında yakmış oldukları ışık, sadece Amed zindanlarında direniş yolunu aydınlatmakla kalmamış, geri çekilme sürecini yaşayan mücadelemiz açısından da, ülkeye dönüş sürecini önünü açmış, dağlarımıza giden yolu aydınlatmıştır.
Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin, 2 Mayıs 1983 günü Güney Kürdistan’da Kandil Dağlarında şehit düşmüşlerdir. Mücadele tarihimize “yaman yıllar” olarak geçen geri çekilme sürecinde tamamlandığı ve yeniden sıcak mücadele sahalarına dönüleceği bir süreçte omuzlarına tarihsel bir sorumluluğun yüklendiği bir süreçte katledilmişlerdir. M. Karasungur İbrahim Bilgin dört parçaya bölünmüş, halk gerçekliğimiz içinde ulusal birliği temsil eden şehitlerimiz olarak kabul edilmişlerdir. Kürtler, yabancı egemenlerin oluşturduğu yapay ayrılıkları bir yana bırakarak yarattığı demokratik-ulus değerleri etrafında daha sıkı bir kenetlenme sürecine girmişlerdir. M. Karasungur ve İbrahim Bilgin şahsıda temsilini bulan mücadelemizin ulusal birlik karakteri bu gün çok daha somut bir ifadeye kavuşturulmuştur.
Şanlı Mayıslar Ayı; Kahramanlıkların yaşandığı başka şahadetlere de tanıklık etmiştir. 13 Mayıs 1999 Metina’da Murat Demirhan (Sinan), Sadegül Ökmen (Rojbin Serhat) arkadaşlarda işbirlikçi ihanetçiler tarafında katledilerek Mayıs Şehitlerimiz arasında yerlerini almışlardır.
Kürt halkının tarihinde bir direniş sembolü olarak geçen yiğit Kürt kızı Leyla Kasım 13 Mayıs 1974’te Irak’ta ırkçı Baas Rejimi tarafında idam sehpasında katledilmiştir.
Elbette yaşanan bu şahadetler özgünlükleri içinde tüm şahadetleri de, temsil etmişlerdir. O nedenledir ki, Mayıs ayı sadece o zaman kesiti için de şehit düşünlerin değil, mücadele tarihimizin tüm zamanları içinde şehit düşünlerimizin anısına Şanlı Kahraman Şehitler Ayı olarak kabul edilmiştir. Sadece bu da değil, bölge halklarının ve dünya özgürlük ve demokrasi mücadelelerinde yaşamlarını verenlerinin de anısına atfedilmiştir. Çünkü Mayıs ayı, halkımız için olduğu gibi, bölge ve dünya halkları için de önemli şahadetlerin yaşanmasına tanıklık etmiştir.
Tüm dünya emekçileri tarafında ortak gün olarak kabul edilen 1 Mayıs, işçi ve emekçilerin dökülen kanlarını ve mücadelelerini sembolize etmektedir. Dünyanın birçok ülkesinde 1 Mayıs yıl dönemleri kana bulanmıştır. Emekçilerin, bayram haline getirdikleri ve buna göre anlam yükledikleri gün böylece dünyanın her tarafında aynı zamanda mücadele şehitlerini anma günü haline gelmiştir.
Dünya halkları Mayıs ayına başlangıcı bu şekilde mücadele ile yapmışlar ve mücadelede en sıcak ay olarak kabul etmişlerdir. Türkiye halkı için de Mayıs ayı, aynı anlama gelmiştir. Daha öncede sıcak mücadele anları yaşamış ve büyük kayıplar vermiştir. 19 Şubat 1972’de Ulaş Bardakçı’yı, 1 Haziran 1971’de Hüseyin Cevahir’i, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir Çayan ile birlikte on yiğit evladını kaybetmiştir. Tarihinde büyük kayıplar yaşayan Türkiye Halkı, Mayıs ayı nada mücadele tarihine damgasını vuran, yiğit evlatlarını kaybederek ve yine katliamlar yaşayarak girmiştir.
6 Mayıs 1972’de darağacında üç yiğit evladını, öcüsünü; Deniz Gezmiş’i Yusuf Aslan’ı Hüseyin İnan’ı kaybetmiştir. Kürt ve Türk halklarının sembolü olan, bu üç yiğit devrimci yaşamlarını feda ederken aynı zamanda yeni yaşamın tohumlarını atarak yeni kuşaklar için birer sembol haline gelmişlerdir.
18 Mayıs 1973’te Türkiye Halkı bir yiğit öncüsünü daha kaybetmiştir. İbrahim Kaypakkaya Amed işkence hanelerinde katledilmiştir. Boyun eğmemenin direnişin simgesi olarak Kürt ve Türk halkaları için bir onur, olarak kabul edilen İbrahim Kaypakkaya tarihe “ser verip sır vermeyen yiğit” olarak geçmiştir. “Yaşanacaksa onurlu bir yaşam” şiarını yaşamını verme pahasına yaşamsallaştırmıştır. Ve sonra ki devrimci nesillere, direnerek yaşam yolunu göstermiştir.
31 Mayıs 1972’de Nurhaklarda Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özüdoğan’ı sıcak çatışmalar içinde kaybetmiştir.
1 Mayıs 1977’de yapılan provokasyon soncunda İstanbul Taksim meydanında 37 emekçi katledilmiştir.
Yine faşist saldırılar sonucu katledilen devrimciler de olmuştur. 18 Mayıs 1976’da Ankara’da Fevzi Aslansoy katledilmiştir.
Dünya ve bölge halkları ve de halkımız için her günü şehit kanlarıyla kızlaşmış olan ama her şahadetiyle her anına birer abidelerin dikildiği Mayıs ayı bu özelliğini bu güne kadar koruduğu gibi bundan sonra da kurumaya devam edecektir. Bu süreklilik, anlamına yeni anlamlar katarak onu tarihe hak ettiği onuruyla geçmesini sağlayacaktır.
Bu yönleriyle dünya-bölge halkları ve halkımız için şehitleriyle anılan Mayıs ayı, şehitlere bağlılığın en yüksek mertebede gösterildiği bir ay olmakla birlikte; onurlu bir yaşamın yolunu göstermiştir. Bu, yaşamını mücadeleye adayanların anılarına bağlılık olduğu gibi, onların mücadelesini sahiplenerek, daha ileri götürmek anlamına gelmektedir.
Direnerek yaşamak ve yaşamın her anını tüm değerlere bağlı kalarak, onu gerekleri çerçevesinde dolu kılarak yaşamak Mayıs ayında kahraman şehitlerimizin anısına verilecek en anlamlı karşılık olacaktır.
Yaşanacaksa onurlu bir yaşam şiarı yol göstermeye devam edecektir. Sadece yaşamak değil, direnerek yaşamak, gerektiğinde kahraman şehitlerimizle aynı onuru paylaşmayı göze almak, şehitler ayında kahraman şehitlerimize bağlılığımızı en somut bir göstergesi olacaktır.
Cemal Şerik
Bilinmezliklerin ve güzelliklerin diyarı katolarda bir farklıdır yaşam. Her kayasında bir arkadaşın hatırası, anısı ve kendisiyle beraber yaratacağı yenidünyası bulunurken, bizleri karşılamanın sevincini yatağından taşarak dereler haykırmak istiyor gibiydiler. Karların erimesiyle dahada gürleşen sular, buz gibi akarken, yanı başımızda akan derenin saflığı alıp uzaklara götürüyor. Bir kuş uzaklardan gelip suyun kenarında mola veriyor, herşeye rağmen suyunu içip, bizlere bakıyor, anlam vermeyen bakışlarıyla kanatlanıp gidiyor. Doğanın güzelliğini anlatacak hiçbir kelime bulamıyor insan. Hepsi yarım, sözcükler anlatamamanın hüznüyle kalemin ucuna takılı kalıyor. Defterimle paylaşmak istesemde varolan tablo o kadar etkileyici ki insan kendinden habersiz aşık oluyordu. Arazi baştan başa çiçeklerle süslenmiş gibi, her tarafa yayılan sahar kokusu yaşamın gerçek özüyle insanı buluşturuyor.
Karşımda oturan arkadaşları izliyorum. Bir gurup gunilerle çay pişirmeye çalışırken, onların ilerisinde bulunanlar derin bir sahbete dalmış bulunuyorlar. Araziye hakimiyetiyle tanınan zozanların sevdalısı Hamza arkadaş baş oyuncu olurken, diğer arkadaşlar sanırım yardımcı, bazılarıda yedek rolünü oynuyorlar. Kendinden emin sesini duyuyorum ve not defterime yazıyorum sözlerini hiç vakit geçirmeden. "Zozanların herşeyini seveceksin, sevdikçe insan buralara ait olabiliyor, yoksa seni kabul etmez. İradedir buralarda insanı yürüten, arkadaşların dile getirdikleri ihtiyaçlar etkileyendir, belirleyen değildir..."
Evet, bu dağlarda yaşamak, savaşmak ve kendini umudun yolcusu yapmak, inanarak başarmak..
Yapılan düzenlemeyle kendisi Levine alanına kalırken, biz Bervar-Sevdin alanına geçiş yaptık. Toplandığımızda sürekli kendini eğiten ve savaşarak yaratan bu yoldaşa hep imrendim. Savaş sanatında ustalaşma çabaları, yoldaşlarına yaklaşımı ve bağlılığı çok farklıydı. Şırnaklı olan Hamza arkadaş, küçüklüğünü arkadaşlar içerisinde geçirerek büyüdüğünden, doğal bir partili gibi davranıyor, prtiginde bunun yaşamsallaşması için var gücüyle çaba sarfediyordu. En çok yaşamı bozan anlayış ve alışkanlıklara kızıyor, yer yer dar yaklaşıp sinirlensede, uzun ömürlü olmayıp, tekrardan arkadaşlarla konuşarak-tartışarak halletmeye çalışıyor, insanları anlamak lazım diyerek yükleniyordu.
Söz ve eylem bütünselliğini en iyi biçimde kişiliğinde somutlaştıran Hamza yoldaş, vermeyi bildiği kadar almayı da esas alarak kendini geliştirmeye, katmaya çalışırken, sürekli Önderlikle görüşmeyi hayal ediyordu. Ailece parti saflarında bulunmalarıyla övünürken, babasının onun platformunda çok üzerine geldiğini anlatıyor, hapimizi güldürüyordu. Bir ara babası bölük komutanı, kendisi takım komutanı, kız kardeşi manga komutanı olarak aynı bölükte yeraldıkları günleri şöyle anlatıyordu: "Anlayacağınız arkadaşlar biz aile düzenini kıramadık, yine baba hakimiyeti ele geçirmişti" diyerek, o günlerin çok anlamlı olduğunu vurguluyordu. Kız kardeşinin Zağroslarda şehit düşmesinden çok etkilenmiş, bayan arkadaşlarla arasında eskiden varolan kopukluk gün geçtikçe giderilmiş, yerini sıcak bir yoldaşlığa bırakmıytı. Şehit Aryen'i anlatırken, hep gözleri dolar, onun intikamını almanın daha fazla savaşmaktan geçtiğini anlatıyordu. Yakın akrabalarının çoğu şehit veya saflarda savaşan yoldaşlardan oluşmaktaydı. Diğer kalanlarda düşmanın baskıları sonucu topraklarını terketmiş, Etruş kampında bulunuyorlardı.
Yaklaşık iki yıllık pratiğimizde hep sevilen ve sayılandı Hamza arkadaş. 97 kış eğitim sürecinde geçmiş pratiği tartışırken, kendisini en çok koyan ve dönüşüm yapmak isteyen arkadaşların başında geliyordu. Zorlanıyordu, yıllarca kendini eğitimsiz bırakmanın, savaş pratiğini bilinçle donatamamanın soncılarını yaşıyordu. Ama iddiası ve kararlılığı insana güç veriyordu. Ayrıldığımızda en çok başaranın kendisi olcağına olan güvenle vedalaşırken, ilerde mutlaka diyerek uzaklaşmıştık.
Aradan bir yıl geçti ve bu sefer kutsal Ortadoğu ünevirsitesinin bahçesinde buluşmuştuk. Dağlardaki bütün güzellikleri, yoldaşları, sevgileri kendisiyle beraber getirmişti. Anlatıyordu, ayrıldıktan sonraki pratiği ve savaşı. Yanlışlıklarımızı ve burda Önderlikle buluşmanın tarifsiz sevincini. Kaybedipte bulmanın sevinciyle anıların arkasına gizlenmiş bütün günleri tekrardan yaşayarak, uğramadığımız nokta, sohbet etmediğimiz arkadaş ve anısını derin iç çekişlerle anmadığımız yoldaş kalmıyordu her sohbetimizde. Böyle devam etti Hamza arkadaşla olan okul pratiğimiz. Her okula gittiğimizde tartışıyor, kişiliğinde ve pratiğe ilişkin yeni bilince çıkardığı noktaları ve önerileriyle her geçen gün gelişimine yeni bir derinlik kazandırıyordu. Hırslıydı, başarmanın ve kazanmanın iddiasıyla ülkeye yöneleceği güne hazırlanıyordu.
Önderlikle sözleşmenin yapılacağı sabahı hiç unutmayacağım. Gülen gözleriyle, bir çocuk heyecanıyla yaklaşarak "Çok heyecanlıyım, dağlara geri dönmek çok güzel. Ama özellikle Önderlikle sözleşmek beni çok heyecanlandırıyor" diyordu. Gerçekten güzeldi ve anlamlıydı. Ve işte Önderliğin karşısında yeniden katılımın ve savaşımın sözünü veriyordu. Sözleşmesinin en çarpıcı bölümünü yazmadan geçemeyeceğim.
Önderlik: Erken şehit düşmeyesin.
Hamza: Hayır Başkanım, şehit düşsem de zaferi yaratarak, büyük şehit düşeceğim.
Evet büyük savaşanların şehadetleri de zaferi yaratarak olur. İçtamadan sonra bütün arkadaşlara sevgilerimizi ve kendimizden bir parçaya göndererekten uğurladık. Ağustos 98'de ülkeye yönelirken, Önderliğe layık olacağını ve mutlaka intikamın adı olacağını yazmıştı hatıra defterimde.
'99 bizim açımızdan her yönüyle yeni bir süreç olurken, tarihimize milad olarak kendini yazdırmıştı. Uluslararası komplo Önderliğimizi tasfiye etmeye çalışırken, dağda savaşan yoldaşların üzerinede amansız operasyon ve hava saldırılarıyla yüklenmeye, mücadelemize her alanda darbe vurmaya çalışıyordu. Öyle ki, hiçbir savaş kuralını tanımadan, her yola başvurmadan geri durmuyordu. En son Cudi'de 16 arkadaşımızın kimyasal kullanılarak şehit düşürüldükleri haberini okuyoruz Özgür Politika sayfalarında. Bir yandan karşımızda bulunan düşmanın geçmişiyle bağlantılı ele aldığımızda herşey beklenir diyerek, onun karanlık yüzüne lanet yağdırırken, bir yandan kimlerin olabileceğini merak ediyoruz. Bu insanlık dışı uygulamaya hiç ses çıkarmıyor dünya. Onlar bilmiyorlar ki, yüreği Önderlik ve ülke sevgisiyle bütünleşenlere karşı teknik hiçbir şey yapamaz. Onlar anlamaz ki, bir gidenin ardından onların katıldığını, bu özgürlük türküsünün heryerde yankılandığını.
Kısa bir süre sonra şehit düşen arkadaşların sicilleri geldi. En başta Tabur Komutan Yardımcısı olarak görev olan Hamza arkadaşın sicilini görmek, hem çok ağır geliyor, hemde şehit düşeceksem büyük düşeceğim sözü kulaklarımda bir kez daha yankılandı. Önderliğe bağlılığın ifadesi ve Cudi doruklarında bir abide, savaşarak yeni yaşama merhaba diyor. Düşman senin yürekliliğin karşısında ancak kimyasal kullanarak başara kazandığını sanıyor. Oysa yine oyunun başrol oyuncusu sensin, hem de bu sefer yanında bulunanlar yardımcı veya yedek olarak değil, bizzat oyunda yeralarak, seninle oyunu içselleştirerek, kendini katarak ve severek yol alıyorlar.
İntikamın adı olduğunu sana müjdelerken, paylaştığımız günlerin anısıyla seni selamlıyorum.
Yağan bombalarla ıslanırsam eğer
Kurutmadan gömün beni.
Ben,
ülke ve özgürlük kokmak istiyorum
Ben, savaşın terini taşıyorum
Dağların heybetini,
halkımın umudunu taşıyorum.
Ben deniz görmedim,
dağlara gömün beni.
Cudi'ye, Hakkari'ye,
Botan'a gömün beni.
Yavaş yavaş gömün beni,
Zafer türkülerini duyayım
Darağaçlarının yandığını göreyim
Taprağın sıcaklığını
biraz daha hissedeyim
Gömün beni mavzerlerle, kurşunlarla
Yitik ülkemin
sevgi dolu yüreğine gömün beni...
Adı, soyadı: Aziz TANIT
Kodadı: Hamza Cudî
Doğum yeri ve tarihi: Gundîkê Ramo/
Şırnak, 1975
Mücadeleye katılış tarihi: 1993
Şehadet tarihi ve yeri: 12 Mayıs 1999,Kimyasal silah sonucu
Görevi: Tabur Komutan Yardımcısı
Mücadele arkadaşları…
Bir yoldaşın arkasından bizde kolay kolay ağlanmaz. Ağlama bir nevi zayıflığa işarettir denir. “Hevallar Ağlamaz” sözü bizde içselleşmiştir. Yerleşmiştir. Bir parçamız olmuştur. Hele hele bu yoldaş, Erdal yoldaşlara verilen sözler için Gabar’a Botan’a gidilerek şahadet mertebesine ulaşmışsa orada birçok şey bize ait olmuştur.
Söylenmeye söylenir de bizde duyguların deli dolu akışı da içselleşmiştir. Duygularını tanımayan ve duygularını dikkate almayan da kuru sayılır.
İki ayrı gerçeklik birbiriyle kavga içerisindedir. İki ayrı duygu birbiriyle yarıştadır her daim. Bir arkadaşın yazdığı gibi “Bazen yaşadıkların olur, dilin onu anlatmaya yetmez. Ola ki yetti, hangi kalem sorumluluk üstlenebilir ki? Yazılmış olanlar yazılması gerekenleri yansıtmazlar.
Gerilla yüreği tüm zamanların ve yaşamının en güçlü kavramlarının en mahrum bir şekilde içinde barındırdığı bir yuva ve kaynak gibidir.
Yüreğinin çarpıntısı ise içinde taşıdığı kavramların kendisinde yaratmış olduğu duyguların soluklanmasıdır ve çalışır namlusundan hızla kopan fişek gibi yolunu bulmaya. Gerilla yüreğinin içinde yaşar, yaşam ile yüreği arasında bir köprüdür. En büyük kılavuzudur, yüreği onun için sürekli dinlemesi gereken. Yüreğinden kopuş ise kendi kendine en büyük ihanet parçalanmışlık ve yabancılaşmadır. Karanlık bir gecede ve karanlığı aydınlatacak bir intikam eylemi daha önce bir baskın sonucu yitirdiğin yoldaşlarının anıları gelir gözlerinin önüne ve uğruna savaştıkları yaşam arzularını, birçok şeyi paylaşmış olduğun yüreğinden kopartılan birliktelikleri yeniden anımsarsın. Ve işte hüzünlü dalışlar ardından yayından fırlamış bir ok gibi savurur sesi haince kokan zulmün üstüne. Yüreğinden kopan yangınların etkisiyle kavganın içinde bulursun kendini. Diğerleri ihanet, inkâr, imha, zulüm ve karanlık dolu zihinler. Üremenin, yeşermenin, doğuşun ve yaşamın karşıtları onlar.
Bir efkârlık anı. Güzel anılarını hatırlamak istersin. "kendim için yaşadıklarım" diyebileceğin, zamanlarını unutamayacağın arkadaşlıklarını yitirdiğin yoldaşlarını, aşklarını ve halkını yeni bir serhildanda görürsün. Bu sefer hüzünlü duygularınca kuşatıldığını anlarsın ve yüzündeki gülümsemenin kuraklığını gideren bir damla gözyaşı akar gözlerinden. Uzaklaştıklarının sana verdiği acıyla birden yastıktan daha yumuşak gelen bir kaya parçasına sırtını dayayıp bir cigara yakarsın. Kupkuru olmuş dudaklarının arasından çektiğin cigaranın dumanını yüreğinde biriken tüm nefretinle dünyaya meydan okurcasına boşaltırsın. Ve tarihin hangi zaman öncesi kaybettiğin yoldaşını anarak yazmaya başlarsın.
Ve ayrılma duygusu bir gerilla için en kötü şey yoldaşlarından kopmaktır ya da ayrı kalmak. Yabancılaşmaktır ayrılık; seni sen yapan bütün mücadele değerlerine karşı ölüm ve zamanında ötesidir yoldaşlarından ayrı kalmak. Yüreğine sokulan bir hançer. Soluk alamama hali büyük acıların hüznün kaynağı dipsiz bir kuyudur ayrılık. Özlemini çektiğini yitirme ve bir daha görememe korkusudur. Ülkenin çiçeklerini, suyunu, taşını, toprağını ulusal kıyafetleri içinde buram buram özgürlük kokan sevda kadınını yaşadıklarına anlam verememenin şaşkınlığıyla gözlerini umutla en uzaklara dikmiş tomurcuk çiçeği çocukları ve yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle, halkının isyan kavgasını. Bir de yoldaşların gülüşlerini onlarla yaptığın basit kavgalarını üzdüklerinin üzüntüsünü yaşarsın bu sefer. Birden içine doğru bir yolculuk başlar.”
Bu yolculuk eğer giden bir TANRIÇANIN ARDINDAN yapılıyorsa orada duyguları zapt etmek mümkün müdür? Orada gözyaşlarını durdurmak mümkün müdür? Orada sakin sakin oturabilmek mümkün müdür?
Ben bunu başaramadım. Çok başarmak niyetinde de değilim. Hele hele PKK saflarında en sade olan yoldaşlardan olan birisini yitirmeniz ve bir daha görüşemeyeceğinizin farkına varmanız size nasıl duygular yaşatacak acaba?
Benim PKK saflarında en üst düzeyde bağlandığım bayan yoldaşlarımın başında tereddütsüz NUDA yoldaş gelir. O yaşarken de benim için yaşayan tertemiz bir Apo’cu melekti. Ben o aramızdayken de bu sözü ona söylemiş biriyim. O yaşarken herkesi kendisine hayran bırakan duruşu, sadeliği, inceliği, bağlılığı ve yanlışa karşı her zaman doğru yerde tavır alarak devrime ve halka taraf oluşu kimi etkilememiştir ki?
“Ben bazı insanların doğuştan PKK’lı olduğuna giderek inanan bir insanım. Belki eskilerde buna fazla anlam vermezdim. Ancak giderek bende bu kanı gelişiyor. Örneğin bir şehit VİYAN SORAN yoldaşın doğuştan bir militan, şehit ŞİLANLARIN (Kobani ve Urfalı olan) arkadaşların PKK’lı, Konyalı şehit ŞOREŞ’in yine NUCAN NURHAK ve ERDAL arkadaşların militan doğduğuna inanıyorum.
Hani, İslamiyet’te derler ya her çocuk dört yaşanı kadar biraz da Müslüman’dır. Ben her insanın doğuş itibariyle biraz PKK’li olduğuna inanan biriyim. Ve birçok insanın-PKK ile buluşmuş olmasalar da-PKK’li olarak yaşadıklarına inanıyorum. PKK’li olmak adalete gönül vermek, baskıya karşı başkaldırış, boyun eğmeye tahammülsüzlük, maddiyata ret, ilişkilerde daha özgürlükçü, halk ve toplum uğruna canını çekinmeden koymak, mütevazılık, sade yaşama ve zirvelerde seyir etmek ise o zaman bazı insanların ruhlarında bunları görmek mümkündür. “
NUDA yoldaş bu gerçekler ışığında değerlendirilecek olursa o doğuştan başlayarak yaşamın son nefesine kadar hep bir PKK’li militandı. Onda hiyerarşik, iktidar zihniyeti adına bir zerre dahi bulamazdınız. Onda yoldaşlarını incitecek bir tek davranış göremezdiniz. O yaşamıyla, duruşuyla tümden insanlığa kendini adamış pir u pak bir Apo kızıydı.
Siz onu çok ama çok sevebilirdiniz. Siz ona çok ama çok âşık olabilirdiniz. Ancak siz o aşkınızı kendinize saklamak zorundaydınız. Çünkü karşınızda duran her zaman bir Apocu kız vardı. Apocu bir kıza herkes her istediğini her an söyleyemez. Apocu bir kıza herkes ama herkes saygılı yaklaşmak zorundadır.
Bunu bilmiyorsanız size NUDA yoldaşı tanımanızı ve onun yaşam öyküsünü dinlemenizi tavsiye ederim.
Ve siz NUDA ile arkadaşlık yapmak istiyorsanız o zaman onun gibi Golgatha tepesine çarmıhını Kudüs’ten sırtlayarak yukarıya tırmanmamanız gerekiyor. Çarmıha gerdirilirken dahi gülümsemesinden bir şey yitirmeden ‘tanrım çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar, af et onları’ demesini söyleye bilmekle ancak Nuda ile arkadaş olunur. Aksisi ona tersliği ifade eder.
Şartlarımızda Golgatha’ya çıkmak devrimin tüm yüklerini –tüm sorunlara rağmen-taşımakla olur. Devrimle sonuna kadar yürümekle olur. Tüm zorluklara, inançsızlıklara, saldırılara, bireysel rahatsızlık ve hastalıklara, ayrı görüş ve duruşlara rağmen önderlik çizgisinde daha fazla kenetlenerek yürümekle NUDA’nın arkadaşı ve yoldaşı olunabilir.
Ve NUDA yoldaşa bağlılık Dağların Aşkına Güvenmekle olur.
Haydi, gençler NUDA ve FERHAT yoldaşların aşkı için dağlara!
Kasım Engin
ROJBİN HEREKOL-CELİLA SABRİ YOLDAŞIN ANISINA
HPG Anakarargah Komutanlığı Şehit Rojbin Herekol yoldaşa ilişkin:
“1982 yılında Güneybatı Kürdistan’ın Dırbesiye ilçesinde doğan Rojbin yoldaş, Özgürlük mücadelesine katılımları olan yurtsever bir aileden gelmektedir. Önder APO’nun 1999 yılında esaret altına alınmasından sonra her Kürt genci gibi O da Önderliğimiz şahsında Kürt halkına ve mücadelemize karşı yapılan bu komplo ve saldırıları boşa çıkarmak için gerilla saflarına katılmaya karar verir. Kandil, Botan, Zağros ve Zap sahalarında pratik ve savaş faaliyetlerine katılan Rojbin yoldaş, takım komutanlığı düzeyinde sorumlu bir militan olarak görevlerini sürdürür. Önder APO’nun geliştirdiği Özgürlük Manifesto’sunu kavrayıp bilince çıkarmak için Parti eğitimini görüp yeni dönem militan özelliklerini daha güçlü bir kararlılıkla geliştirerek Zap Eyaletinde Dördüncü hamle sürecine fedakar, cesur ve coşkuyla katılım sağlar. Kürt halkının tüm Kürdistan da yürüttüğü Özgürlük mücadelesinin kararlı bir öncüsü olarak şehitler kervanına katılmıştır.”
ÇARÇELA GİBİ ASİ OLAN ROJBİN YOLDAŞA
Çarçela’nın şirin ve güzel komutanına Ş.Rojbin’i Karanlık bir gecede tanıdım. Karınlıklar içinde ay ışığı yüzün öyle parlatıyordu ki anlatamam. Çok moralliydi. Her ne kadar karanlık bile olsa morali, coşkusu, heyecanı farklıydı. Evet, melek komutanım ilk bana sen Çarçela’nın güzelliklerini anlattın. Çarçela’ya bağlılığı çok farklıydı. Çarçela’ya çok bağlıydı. Çarçela’dan bahsettiği zaman o güzellikleri gerçekten içinde yaşattığını hissettirebiliyordu. Yaşama öncülüğü arkadaşlara yaklaşımı arkadaşlarla tartışmaları çekici dili çok etkileyiciydi. Sempatik doğal özelliklere sahipti. Her ne kadar zorlansaydı da hiçbir zaman bize yansıtmazdı. Zorlanmaları ne kadar olsa bile Çarçela zirvelerine çıktığında her şeyini doğayla bütünleştiriyordu. Çarçela zirvelerine çıkmayı çok seviyordu. Çarçela’ya gitmeyi çok istiyordum. İlk gittiğimde Rojbin arkadaşa evet aklısın gerillacılık yapacaksa insan bu güzellikler ve zorluklar içerisinde yapmalıdır. Yıllardır erimeyen karı çok güzeldir. Yıllardır erimeyen karın suyu bambaşka lezzet veriyordu. Çarçela o kadar uzak yorucu olmasına rağmen yine de güzeldir. İnsan Çarçela’ya ulaştığında bütün yorgunluğunu unutuyor. Çarçela dört mevsimi bir arada yaşıyor. Bazen kışı getirdi ayrılıklar ama yine de baharı getirmeyi bilirdi. Kahramanlar Rojbin arkadaş gibi Çarçela’da yeşeren her çiçek Rojbin’in rengiyle açılıyor, Rojbin’in kokusunu veriyordu. Çarçela’ya Ş. Rojbin’in şahadetinden etkilenen Ş. Gurbet onun şahadetinden bir yıl sonra şehit düştü. Şehit Gurbet’e çok bağlıydı.
Beritan Çele
Faik Suruç. Jehat Binici Yoldaşına Anısına
O, sevdasına ulaşabilmenin ateşiyle tutuşurken, hayalleri gerçek olmuş ve aldığı güçlü eğitimle bu sahaya ulaşmıştı. Dersim'e, Munzur'a sevdalı yüreklerden birisiydi. Geride bıraktığı arkadaşlarının da özlemlerini yükleyip yüreğini, selâmlarını doldurup çantasına gelmişti. Dersim'e hepsinin özlemiyle, hayaliyle yürüdü Dersim patikalarında türkü söyleyerek. Pusulara girdi gecenin orta yerinde çatışmalar yaşadı günlere yayılan.
Hüznün yüzü gene döndü kendi içime. Nice yiğit evladı kaybetmişti bu topraklar. Nice gencecik bedenlerin kanlarıyla sulanmıştı bu topraklar. Akan her bir kanın ardından sel olup gelen gözyaşlarıyla beslenmişti bu topraklar. Bu toprakların dağlarında yaşayan her bir ağaç, bu direnişlere şahitlik yaparcasına savruluyordu rüzgârda.
Bu toprakların şahitliği meşe ağacına bırakılmıştı adeta. Dinmeyen acıları işler gibi büyütmüştü kendini meşe ağacı. Meşe ağacı dik ve mağrur. Meşe ağacı görkemli ve heybetli. Her bir meşe ağacı kendi evlâtlarının hüznüyle tarihe inat, ayakta kalmanın sırrını taşır içinde. Kendi bağrından adeta fışkırırcasına doğurmuştur evlatlarını. Bir ana sevgisinin anlatılamaz yüreklerini. Kürdistan'da anlatılan tüm kahramanlıkların en canlı tanıklığı Suruç'lu Faik için yaparken, gözyaşları gibi akıttığı öz suyunu, etrafa savurduğu yapraklarını gördüğümde şaşırmamıştım. Yine yitirilen bir evladın acısı anlatılıyordu akan suda, sallanan her bir yaprak dalında. Dokuz kahramanın öncülüğünü yaparken kaybetmişti onu. Asi, yürek yangını oğlunu kaybetmenin acısını anlatırken bize, adeta topraklarında bitmeyen bu zulme, baskıya, şiddete ve savaşa dur demekteydi. İşte şimdi Faik arkadaşın hikayesini anlatırken, topraklarımızın, ağaçlarımızın ve tüm canlıların yitimlere alışamadığı bir direniş öyküsünü analatacağım size.
Uygarlıklara beşiklik etmiş bir coğrafya da, tarihsel bulguların en çok işaraet ettiği yer olan Urfa'nın zengin mirsı ve gelenekleriyle büyüyen Faik yoldaş, APO'cular yuvası olan "Suruç Ovası" nın kızgın güneşinde kavrulmuş esmer teninde ve siyaha çalan gözlerinde tarihin yazmış olduğu kaderi kabul etmeyeceğini belli ederdi. Derin bir sessizliği yaşasa da iç dünyası, gelecekte büyük işler yapacağını belli ettiriyordu. Çocukluğunda hüznün bir başka yüzü yaşanırdı Faik hevalde. Yitimlere alıştırılmak istemenin öfkesiyle büyüdüğünde verilecek yeni kararların kendi hayatında yaratacağı değişimlere gebe oluşunu sessizliğiyle yaşıyordu.
Kendisinden önce mücadeleye katılarak şahadete ulaşan amca çocuklarının yarattığı etki ve onlara olan bağlılığı. Faik yoldaşı erken yaşlarda dağlara çeker. Dağlara verilmiş sözlerin yerine getirilmesi için adanmış bir yürek gibi kendini hazırlar. Mücadeleyle tanışma süreci ve katılımı erken olur. 17 yaşında saflara katılan Faik yoldaş, Parti Merkez Okulu'na giderek Önderliğin eğitimini alır. Mücadelenin beyin gücünün açığa çıkarıldığı bir sahada eğitim almanın daha sonraki mücadele hayatında ne değişiklikle yapacağından habersiz, ama bir insanın bilgiye olan susuzluğunu adeta giderircesine kendini yetiştirir.
Ülke sahasına yöneldiğinde yaşam, mücadele ve savaş konusunda öğrendiklerini hemen uygulayamaz. Kavrama düzeyinin, deneyim ve tecrübelerden geçirildikten sonra güçlü bir pratiği ortaya çıkardığını görür. İlk durağı en zor alanlardan birisi olan Zagros olur. Zagros eyaletine geçtiğinde, eyaletin savaş pratiği ve yaşamda güç ve kudret isteyen koşullarına alışmak için çabalar. Alıştıkça sevilir, alıştıkça başarır.
Parti Merkez Okulu'nda aldığı askeri yaşam dersleri. Onu yaşamı boyunca koruyacak ve kollayacaktı. Acımasız gerçekler savaş sahnesinde yüzüne vurduğunda, bu dersleri edindiği yaşam felsefesini, aileden aldığı terbiye ve kendi karateriyle de birleştirecek ve hiç bir şeyden korkmayacak kadar kudret sahibi olduğunu anlayacaktı. Özgürlüğe susamış bir halkın tarihi görev ve sorumlulukları önünde durduğunda, on binlerce can hevali gibi Faik hevalin de bunu hissetmesi ve harekete geçmesi gecikmeyecekti. 17 yaşında uzun yollara düşerek, ideallerini ve hayellerini gerçeklerle yoğurdu. Duygularının ve istemlerinin ancak böyle bir mücadele ile anlam bulacağını hissetti ve hislerinin arkasından koşar adımlarla yürümeye başladı.
Faik heval, konu yenilik ve öğrenme olduğunda hızı kesilmeyen, her zaman bir tempoda olmaya hazır bir yoğunlaşmayaı yaşadı. Dağ yaşamında öğrenilen her bir gerçekliği tarihten gelen bir ders gibi beynine ve yüreğine işledi. Belki de ondandı, dağ yaşamına alışmakta hiç bir zorluk çekmemesi. Susuzluğuna, açlığına, zemheri soğuklara, yakıcı sıcaklara alışmıştı,çünkü bu topraklarda her şey tüm yakıcılığıyla yaşanırdı. O, zaten güneşin insan tenini yakarcasına karartığı Mezopotamya'nın çocuğuydu. Doğayla yaşamanın kanununu daha küçük yaşta öğrenmişti. Doğanın bir evladı bağrına basar gibi onu da her türlü zorluktan koruyacağını biliyordu, çünkü yaşadığı topraklarda en iyi öğretmen topraktı. Düşmanın tankı, topu işlemezdi kendi ülkesinin topraklarına, dağlarına. O dağlar ki hep baş kaldırmıştı. Hep direnişin meskeni olmuştu. Faik heval, attığı her adımda, aştığı her tepede, kana kana içtiği her pınarın başında, soluduğu her nefeste bunun bilincindeydi.
Faik hevalin eylemlerdeki başarısı ve yaşam içindeki atılganlığı gurur duyulacak dercedeydi. Faik demek yepyeni bir ruh demekti.
Faik hevali ilk gördüğümde; güçlü, keskin, zorluklarla mücadelede hep galip, gerillacılıkta pişmiş, iradesi sınanmış, hayatın sınavından başarıyla geçmiş biri olduğunu anlıyordum.
Birbirinden çok da uzak olmayan alanlardaydık, ama hem pratik hemde savaş boyutunda bir çok özgünlüğü olan Zagros eyaletinde kalan arkadaşlara karşı bir önyargımız vardı. Acabalar ve üst üste birikip, yaşamda görmeden cevabını bulamadığımız sorular oluşuyordu kafamızda.
Yaşamın çekinenlerinin olmadığını bilmeyerek, çekine çekine adapte olmaya çalışıyorduk yaşama. Bu çekingenliğimizi fark eden Faik heval, aniden attığı kahkasıyla çok kısa sürede bu çekingenliği aşmamızı sağlamıştı. Belirlenmiş bir zamanda yapılması gereken işler olmadığında, kısacası belirginliğin fazla ortay çıkmadığı süreçlerde bile Faik heval, yaşam içerisinde büyük küçük demeden her ayrıntıda titizdi, disiplinliydi. O yaşamı seviyordu. Ve böyle yaşanması gerektiğine inanıyordu. Bu disipline oluş, on'da o kadar doğallaşmıştı ki, söylediği ve yaptığı her çalışmada ona katılmaktan kendimizi alamıyor, o, gerekenleri zaten düşünmüştür, "haydi yapalım" diyerek çalışmaları bitiriyorduk.
İnsani özün kendisinde ne kadar derin olduğunu keşfettiğimde, aramızda güzel, güçlü ve derin bir arkadaşlık başlamıştı bile. İnsana verdiği değer, duyduğu saygı bakışlarına yansırdı. Aynı mücadelede aynı amaç için savaşan yoldaşlarına yaşamın gerekliliklerini öğretmede keskin, ama onları kollayıp koruyabilmenin asla yolda bırakmamanın, en küçükten en büyüğüne kadar yaşamın her ayrıntısını paylaşmanın sevgisini ve alçak gönüllüğünü de sergilerdi. Ya çok ciddi ve sert bakışlı ya da espirili ve kahkahaya boğulmuş bir Faik bulurduk etrafımızda. Kahkahaların belki de en içten, en temiz, en hesapsız atıldığı bir mekanı paylaşmanın coşksundaydık.
Bu anlamda PKK, sistemin insanı küçülten cenderesinde özgürlük arayan gençlerin "bende varım" diyerek hem kendi iradesini, hemde halkın onurunu bulduğu yer oluyor. PKK'nin kadro yetiştirmesi yıllara ve büyük emeklere dayanıyor. PKK'de hem kendini, hemde toplumsallığını bulan genç yürekler, başlangıçta zorlansalar da inatları ve ısrarlarıyla geliştiler ve büyük komutan oldular.
Faik heval, savaşın ve yaşam pratiğinin soluksuz yaşandığı Zağros'ta, askeri duruşuyla örnek olan komutanlardan oldu hep. Zor görevlerde bile çok içten bir katılım yaşadığından, çok rahat ve olağanüstü durumlara hazır bir konumdaydı.
Savaşı iliklerine kadar yaşayan binlerce yiğit kız ve erkek, özgür yaşamın büyük savaşımının bilincini ve düzeyini yükseltmek için Mahsum Korkmaz Akademisi'nden geçti. Yeni ve bambaşka bir sürecin arifesinde, 2002 yılında. Halk Savunma Güçleri'ni eğitecek olan Mahsum Korkmaz Askeri Akademi'si geleneklerine sahip çıkarak, modern gerilla ve savaş taktikleri konusunda eğitim vermek üzere bu kez Kandil'de açıldı. Bu akademi de eğitim görmeye hak kazananlardan birisi de Faik hevaldı.
Faik heval eğitim devresinde gösterdiği performans ve askeri derslerdeki başarısıyla ön plana çıktı. Askeri eğitimdeki aktifliğinden dolayı bazı dallarda birinci seçildi. İnatçı, dik kafalı, sert bakışlı, tuttuğunu koparan ve iş bitirici özellikleriyle tanıdığımız Faik heval, bu eğitim sonrasında kuzey sahalarına geçmek üzere öneride bulunur. Aldığı eğitimi, edindiği tecrübeleri en iyi aktarabileceği alanların kuzey alanları olduğunu biliyordu. Önerisi kabul edilen Faik heval Dersim dağlarının yolunu tutar, bir grup arkadaşıyla birlikte 2003 yılında.
Birçok badireyi atlatarak Dersim'e ulaşmayı başarırlar. Gider gitmez atikliği ve zekasıyla alanın koşullarına adapte olur, tüm pratiği Dersim'de geçirmiş gibi. Sanki aslında hep oradaydı da bir süreliğine ayrılmış gibiydi. Dersim'de gerilla olmak ulaşılmaz bir hayal gibi görünürken. Dersim dağlarında hayallerine ulaşmanın coşkusuyla dolmuştu. Ne çok istemişti Dersim dağlarının gerillası olmayı!
Tanımadığı bu alanın adını ilk duyduğunda, sevdasını saklayan bir delikanlı gibi ulaşabilmenin yürek yangınıyla dolmuştu. O, sevdasına ulaşabilmenin ateşiyle tutuşurken, hayalleri gerçek olmuş ve aldığı güçlü eğitimle bu sahaya ulaşmıştı. Dersim'e, Munzur'a sevdalı yüreklerden birisiydi. Geride bıraktığı arkadaşlarının da özlemlerini yükleyip yüreğine, selamlarını doldurup çantasıyla gelmişti Dersim'e. Hepsinin özlemiyle, hayaliyle yürüdü Dersim'in patikalarından türküler söyleyerek. Pusulara girdi gecenin orta yerinde, çatışmalar yaşadı günlere yayılan.
"Ardında bıraktıklarının öncüsüydü" Arkadaşları onu Dersim'e uğurlarken öyle söylemişlerdi. Yürürken keşfetmesi bundandı Faik hevalın.
Munzur ile çarpan deli bir yürekti artık Suruç'lu esmer çocuk. Sevdası yarım kalanlardan değildi. Gönlünde yanıp tutuşan hasreti gidermenin coşkusuyla savaşıyordu şimdi bu yeni meskeninde.
Daha önce kaldığı yerlerde olduğu gibi yine birlikte hareket ettiği arkadaşlarına, bu sevdanın yarattığı güven ve morali aşıladı. Bölük komutanı olarak yürüttüğü çalışmalarda bölüğüne yek vücut olmanın gerekliliğini aşıladı. Bir meşe ormanı gibiydiler artık.
Faik, Aziz,Botan, Cemşit, Aydın, Diyar, Erdal, Kawa, Rojhat ve Seyitxan hevaller şehadetleriyle, Önderlik etrafında kenetlenen Kürt halkının, direnen militanları olduklarını bir kez daha gösterdiler. Onlar, PKK'nin direniş geleneğinin yeni bir halkası oldular. Ve onlar yeni bir söz oldular ardıllarının yüreğinde.
And içerek katıldıkları bu onurlu yolda, en değerli varlıkları olan canlarını hiç tereddüt etmeden verdiler
14 Nisan günü girdikleri şiddetli çatışmada, var güçleriyle direndiler ve şehate ulaştılar. Biz ardıllarına umut, özlem ve yarınları bıraktılar.
Yüreği meşe ağacı gibi büyük ve yüce bir insanı uğurlamanın hüznüyle bu satırları yazarken, yüreğimdeki acıya tek teselli onu, onları tanımış olmam. Onların arkadaşı olmam. Dünyanın en güzel yaşamını birlikte paylaşıyor olmamızdı.
Onlar kendilerine yakışırcasına direndiler ve kendilerine yaraşırcasına zılgıtlarla, halaylarla uğrulandılar.
Mücadele arkadaşları
Göllerin, Dağların, Ovaların, Vadilerin Çocuklarının Öyküsü bu… Yıllar, yollar, dağlar, ovalar, vadiler ve göllerin çocuklarının hikâyesidir bu. Bu halkın en yiğit, en kahraman, en cengâver, en güzel çocuklarının hikâyesidir. Özlemi, sesi, soluğu, nefesidirler halkının. Dedelerinin, atarının isyan günlerinin asi topraklarının nazlı çelikleri olarak doğdular. Kimisi dağların doruklarındaki bir köyde, kimisi ovaların yakıcı sıcaklığında, kimisi gölgelerin düştüğü vadilerin kuytuluk bir yerinde, kimsi göllerle dolu ama hep isyana durmuş bir kentin kıp kızıl ormanlıklarıyla örtülü bir köyünde doğdu. Doğdular atadan, deden kalma toprakları üzerine. Ve kimilerine kendi toprakları üzerinde bile doğmalarına izin verilmedi. Ataları, dedeleri, kendilerine gebe anneleri yürekleri avucunda sürüldüler topraklarından bilinmeyen diyarlara. Daha nazlı birer çelik bile olmadan sürüldüler topraklarından. Ama gittikleri yerde kızgın iklimin nazlı birer çeliği olarak doğdular. Her şeye yabancı olarak doğdular ve oralara yabancı olarak büyüdüler. Hep atadan ve dededen kalma kutsal toprakları düşleyerek büyüdüler. Ve bir gün geri döneceklerine dair ant içerek yaşadılar. Çünkü geleceğe dair söz vermişlerdi. Geleceği düşünerek yaşamaları öğretilmişti. Ülkelerinin, köylerinin, kasabalarının, kentlerinin hikâyelerini dinleyerek büyüdüler. Her masal ve hikâyeden sonra derin bir iç çekerek o an anlatılan topraklarda ve oradaki yoksul, yok sayılan, kimliği inkâr edilen hayatın orta yerinde olmak istediler. Ama o günün geleceği umuduyla yaşadılar. Kimisi henüz çocuk ve emekleme çağındayken, kimisi çocuklukla gençlik arasındayken, kimisi birer filinta gibi gençken özlemini çektikleri dağlardan ilk silah sesi geldi ve ilk isyan ateşleri yakıldı. Sevinç gözyaşlarını döktüler, geceler boyu onlara nasıl ulaşabileceklerini düşündüler. Çünkü özgürlüğün, özgürleşmenin işareti olan o silah sesi ve ateş onları çekiyordu. O sese ve ateşe ulaşmalıydılar. Ulaştılar. Yaşadılar. Yeni bir yaşamı, yeni bir toplumu kurmak için dövüştüler. Kavgaya tutuşlar. Özlemini çektikleri ateşin etrafında halay çektiler. Ve kendilerinden öncekilerin bıraktıkları özgürlük yolundaki kavganın bayrağını dalgalandırdılar kavgaları boyunca. Günün birinde kendilerinden sonrakilerin bıraktıkları yerden taşımaları için vurulup kutsal ana topraklarına düştüler. Uğrunda ölecek kadar çok sevdikleri yaşamı yaratmak için topraklarıyla bir oldular. Kimisi bunlara ateşin ve güneşin çocukları dedi, kimisi tarihin şen çocukları dedi, kimisi geleceğin güzel çocukları dedi. Onlar adlarına söylenenlerin hepsiydiler. Agır’da bu halkın en güzel, en cengâver, en yiğit çocuklarından biriydi. Çünkü kendisinden öncekilerin emanetlerini sahiplerine ulaştırmak için tıpkı onlar gibi yaşadı, onlar gibi dövüştü, onlar gibi yürüdü, onlar gibi özledi, onlar gibi nerede durması gerektiğini bildi.
Toplum gerçeğini kabullenmeyerek sisteme karşı ilk cephede yer aldılar onlar ve ardından taşıdılar kocaman yüreklerini dağlara ve aktılar kızıl güneşin doruklarına. Nice koç yiğitleri gördü bu dağlar, topraklar. Kaç yiğidi apansız bir savaşın ortasında kucakladı, kaç yiğitle sırdaş olup göğsüne bastırdı. Şu dağların dili olsaydı da anlatsaydı, görülüp, duyulmayan, şahidi olmayan efsanevi direnişlerin kahramanlarını…
İşte bunlardan biri de Agır’dı. Agır Bingöl derdi arkadaşları ona. Adı Agır’dı, Agır ateş demekti, ateşin özgürlüğü demekti. Ateşle sınanmak, ateşle dans etmek, ateşle yaşamak, ateşle özlemek, ateşle özgürlüğe koşmaktı...
Gerçek adı Aydın Demir olan Agır arkadaş, 1980 yılında Bingöl’de doğdu. Belli bir yaşa kadar Bingöl’de, ata topraklarında yaşayan Aydın arkadaşın ailesi de diğer Kürt aileler gibi yaşadıkları sıkıntı ve devlet baskılarından ötürü İstanbul’a göç etmişlerdir. Sonbaharda yaşanan yaprak göçü misali devlet tarafından yapılan baskı, zülüm ve işkenceler sonucu Kürtler yine göç yollarına dökülmüştür. Hiç bir zaman devlet ve baskıcı rejimleri kabul etmeyen Kürtler bu sürgün ve göç yollarının her dem müdavimleri olmuşlardır. Ardı sıra yaşanan ise hep bir ekmek kavgası ve özgürlük arayışıdır. Agır arkadaşta göç yollarına takılıp İstanbullara kadar uzanan ailesinin yanına yerleşir. Yaşamın zorluklarını yaban ellerde göğüslemeye çalışan Agır arkadaş da yakınlarıyla birlikte küçük yaşta iş yaşamına atılıp, kendi emeğiyle yaşamı kurmayı öğrenir. Bu durum Agır arkadaşın sistemin yarattığı geriliklerle gençliğe uyguladığı yoğun eritme politikasını erken yaşta öğretir. Bu emek üretim içersinde Agır arkadaş ve yeğenleri kendi öz benliği ve Kürt gerçekliğiyle daha fazla tanışarak legal-illegal alanlarda çalışmalar yürütmeye başlar. Gerçekliğine, Kürtlüğüne, kimliğine olan bağlılığı ve özgürlük hırsı onu kısa zamanda ilçe gençlik kolları başkanlığı gibi görevler de yer almasını sağlar. Yaşamın aynasında gördüğü gerçeklik karşısında bu çalışmalar bir süre sonra ona yeterli gelmez. Bu çalışmalar içersindeyken daha önce hep düşünü kurduğu, özlemini çektiği dağları bu sefer daha fazla düşünmeye başlar. Dağlar… Kürtler için hep bir yaşam alanı olan dağlar. Kürtlerin yaşam ve özgürlüklerinin vazgeçilmez kaleleri dağlar. Kürdün sevdasını anlatır ve onun destansı sevdaları ile direnişlerine tanıklık etmiştir tarih boyunca. Kürdün türküsünü söyleyen dağlar, Agır arkadaş içinde sürekli onu çeken gizemli bir güç olmuştur. Bu düşüncelerle sürdürdüğü çalışmalarda artık onu doyurmaz olur ve isyan ateşlerinin yandığı dağlara kendini ulaştırmaya karar verir. Dağlara ulaşma özlemi ve kararını bir gün yeğenleriyle paylaşır. Ancak onlardan duyduğu sözler karşısında şok olur. Çünkü tıpkı onun gibi diğer üç yeğini de gerillaya katılmayı düşünmüş ama ilişki bulamadıkları için çıkış yapamamışlardır. Dur durak bilmeden, gece gündüz demeden dağlara ulaşmanın yollarını aramakla geçirir günlerini, gecelerini ve aylarını. Sonunda buldukları bir ilişkiyle özgürlük tutkuları uykularını kaçırmaya başlarken sınırları parçalar ve 2004 yılı Nisan ayında Kelareş alanından gerilla saflarına katılırlar. Kendisi Agır adını alırken, yeğenleri de Ciwan, Erdal ve Yılmaz adını alırlar.
Bir süre yeni savaşçı eğitimi gören Agır arkadaş ve diğer yeğenleri kısa sürede yabancı oldukları gerilla yaşamına adapte olurlar. Kısa bir süreden sonra gerilla yaşamının en aktif katılımcıları olarak dikkat çekerler. Eğitimden sonra hedefleri de büyümüştür artık. Eğitimden sonra düşündükleri tek şey Kuzey Kürdistan’ın efsanevi dağlarında gerillacılık yapmak olmuştur. Dersim dağları doğup ama büyüyemediği Bingöl dağları, Erzurum… Botan’ın dağlarını düşünmeye başlar ve kendini orada hayal etmeye başlarlar. Yürekleri İmralı’da yüzleri Kuzey Kürdistan’a dönük yaşamaya başlarlar. İki yıla yakın bir süre Xakurke’de kalan dört yeğenden Agır ve Ciwan dağlarda ikinci bahar mevsimini yaşarken kuzey guruplarına girerler. Herkesin yüreği ağzında gideceği patikaları merakla beklerken Agır arkadaş Erzurum, Ciwan arkadaşta Dersim eyaletine doğru yol alır.
Gerillada kaldığı birkaç yıllık bir süre içersinde Agır arkadaş içten, alçak gönüllü, yoldaşlarına karşı sıcak davranışı, ince esprileri, zekâsı ve soğukkanlılığıyla göze çarpan biri olur. Bulunduğu ortamda eksikliklere tahammül etmeyip, radikal tavırlarla eleştirir ve bulunduğu ortamın gerçekliğini, savaş sıcaklığını hep hissederek yaşardı. Zorlanan arkadaşlara hep destek olup, esprileriyle onlara moral verirdi. Gerilla yaşamının bir tutkunu ve sevdalısı olarak dolu dolu yaşardı. Kendisinden önce toprakla buluşan güzel yoldaşları ile 68’in isyan ruhunu tüm canlılığıyla adeta yeniden diriltiyordu bu dağlarda. Agır arkadaş elinin ulaştığı her yere “1000göl” ve daha adını sayamadığım nice dağları her gün yeni bir tutkuyla şifreleyerek mühürlüyordu yüreğine. Toplumun gericiliğine duyduğu öfkeyi her dağın başında yaktığı ateşle kül etmek istiyordu. Dağa ilk geldiğinden itibaren özgür yaşama kendini adamışlığı en çok dikkat çeken yanıydı. Bedeni Güney sahasında ruhu ise Kuzeyde en zor koşullarda savaşan yoldaşlarının yanındaydı. Ruhuna bedenini taşımak için kendi ısrarı ve iradesiyle Erzurum’un sonu olmayan patikalarını adımladı. Bingöl dağlarında kısa ve öz bir yaşamın sahibi olsa da birlikte kaldığı diğer yoldaşları üzerinde derin bir etki ve iz bıraktı. Gerillanın yolu uzundu ama ömrü... Belki şimdi belki de… Bir muamma olarak hep kalacaktı...
Agır adımlıyordu dağları, dağ yollarını. Geçit vermez boğazları, yol vermez suları aşıyordu. Adımladığı her dağa asiliğin bayrağını diker, ateşe verirdi tüm karanlıkları. Hangi dağa baksam gözlerim onun diktiği isyan bayraklarını arayıp durur her zaman.
2007 baharı Kuzey’de direnen gerillalar için diğer yıllara oranla hayli zor bir süreç olmuştu. Her an bir operasyona takılma, ani bir nokta baskını ve çembere alınmak anlık bir sürpriz olmaktan çıkmıştı. Bir gurup arkadaş eylem hazırlıklarını yapmış geride bıraktıkları arkadaşlarıyla vedalaşmışlardı. Yoldaşları eyleme gideceklere Serkeftin diyerek, zılgıtlarla uğurlamışlardı. Gurup, arkadaşlarından aldığı morali yüzlerinde taşıyarak eylem yapılacak alanı adımlamaya başladı. Zaman, öyle bir şey ki en zor anda kilitlenirken, en güzel anlarda asi bir şahin gibi süzülüp gidiyordu. Bu tılsım eylem gurubunun etrafını onlar farkında olmaksızın sarmıştı. Eylem tüm gizliliğiyle başlamıştı.
Cenk anın kapısındayken dört gerillanın direnişinde buluyorum düşlerimi. Geçmişten günümüze yüzlerce, binlerce gerillayı kucaklamıştı Bingöl dağları. Sakin gibi görünen günün gizemine sığınmış fırtınanın sessizliğini ılık rüzgâr her şeye rağmen fısıldamaya başlamıştı. Dilsiz kalmıştı olacakların çılgınlığına yenik düşen doğa.
Sislerin ardındaki gerçekliğin ne getirdiği ise anın ucunda gizliydi. Düşmana ağır bir darbe vuran gerillalar üç gün boyunca eşsiz bir direniş sergilemiştir. Direnişin görkemi nefesiz bırakmıştır karşısındaki güçleri. Savaşın tüm sıcaklığı Agırı ateş; silahtan çıkan mermileri Agır yapmıştı. Göze giriyordu saniyelere bölünmüş zamanın avcısı. Teknik, kurşunlar işlemiyordu ateşe, napalm çocuğuydu cengin orta yerinde. Ve yedi iklimi yüreğinde, baharın yeşilini gözlerinde taşıyordu. Agır’ın asi ruhuyla dağların yücelerine dalarak benliğinden taşan sessiz isyanın görkemi anlatıyordu içten düşlerini. O, dur durak bilmeden düşmüştü sınırsız düşlerinin peşine. Şimdi ise hiçbir düşman sınır çizemiyordu alevlerinin parlaklığına. Buna güç getiremeyen düşman dört yoldaşımızı kimyasal kullanarak yaşamlarına adaletsizce son vermişti…
2005 yılının son aylarında Ş. Beritan alanındaki Ş.Sabri Taburunda yapılan bir ankette Agır arkadaşın “Umut nedir?” sorusuna verdiği yanıt: “Umut, ölüme ramak kala yoldaşının bir bakışıdır” olmuştu. Evet, şahidi olmayan o eşsiz anda esen rüzgâra sormak isterdim umudu gerçekleşti mi diye? Sonsuzluğa yürürken bir çift göz buluştu mu bahar yeşili gözleriyle?
PKK’de en zor koşullarda savaşmaktan daha zor bir şey varsa oda kahramanca toprağa düşenleri anlatmaktır diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Dağların, ovaların, vadilerin, göllerin çocuklarının kahramanlık hikâyesidir bu. Yiğitçe tutuştukları cengin hikâyesidir bu. Yaşanan gerçeğin ta kendisidir bu.
Dil tutulur
Yürek konuşur duyulmayan sesiyle
O an dağların türküsü başlar
Nehirler zılgıt çalar
Rüzgârlar ağıt yakar
Toprak tüm doğurganlığıyla kucaklar yiğitleri
Filizlenmeye başlar
Savaşanların sevdaları
Ve
İmralı’da Güneşe bin selam daha gider
Anlatamadığım ve ifadelendiremediğim her satır için tüm yoldaşların affına sığınıyorum. Agır arkadaşla birlikte şehit düşen üç arkadaşı ve 30 Haziran 2007’de Dersim’de Şehit düşen Ciwan Agır yoldaşı saygıyla anarken anıları karşısında silah arkadaşları olarak bayrağı bıraktıkları yerden taşıyacağımızın sözünü veriyorum.
Mücadele Arkadaşları
Ellerimi uzattım ela gözlü güzel sana,
Sınırları korkusuzca geçtim
Ve sana geldim.
Munzur’a karışmadan tut ellerimden,
Yoldaş sıcaklığını hissedeyim bir kez daha,
Tenimde kalsın kokun!
Gitme…
Sakın gitme ela gözlü dilber!
Acını bırakma yüreğime.
Yasına terk etme beni.
Hem kolay değil bilirsin ayrılık.
Yarım bırakır,
Özlem bırakır
Ve gözyaşı…
Jiyanda Memyan, özgürlük yürüyüşünde soluksuz koşan ve özgürlüğe bir adım daha yaklaşabilmek için kavganın tam ortasında durmayı tercih eden bir kadın gerilla. Kavganın en sıcak coğrafyasında mavzerine sarılan, ölümün karanlık perdesine meydan okuyan ve yaşamı hep var edebilmek için hiçbir fedakarlıktan çekinmeyen yiğit bir kız. Bese, Zarife, Leyla Qasımların geleneğinin sürdürücülerinden, Beritan, Zilan ve Nudalarla yoldaş. Özgürlüğü başka bir zamana ertelemeye artık tahammül edemeyen ve halkının, kadınlığının tutsaklığına isyan eden bir isyan geleneğinin kızı.
Jiyanda’yı anlatabilmek, onu tarif edebilmek için bu kaçıncı kaleme ve kağıda koşuşum bilmiyorum. Kendisini kavgasıyla anlatan bir kadın militanı anlatmaya kim güç getirebilir ki? Hele cesareti ve yiğitliği karşısında lal olduysanız, bütün bildik kelimeleri ve sözcükleri unuttuysanız onu nasıl anlatabilirsiniz ki? Gözbebeğine koyduğu ülkesi kadar güzel ve derindi her şey onda. Sadece gözlerine bakmak dilimi çözebildi. Gülerken umut saçan bir fotoğraf karesini yakaladım. O kareye dakikalarca bakmaktan kendimi alıkoyamadım.
Şimdi, onun için bir şeyler karalamaya karar verdiğim bu dakikalarda onu içimden geldiği gibi tarif etme seçeneğini kabullendim. Bana en makul ve tatmin edici gelen buydu. Ve Jiyanda çok yalın bir gerçeklikti. Hiçbir sözcükle süslenmeye bile gerek duyulmayacak kadar sade, yalın ve anlaşılır…
“Asi” demiştim değil mi? Evet, asi… Bir isyan şehrinin çocuğu. Zulme teslim olmayan ve ona karşı daima direnen bir diyarın, Diyaribekir’in kızı. Doğup büyüdüğü toprağın rengini taşıyan, kokusunu üstüne alan ve Dicle’nin narin akışına karışarak toprağına bereket katan… Amed’in ruhu ve Munzurlara karışarak isyanını dalga dalga tüm coğrafyaya akıtan. Hep özgürlüğe doğru akmak istedi. Çünkü özgürlüğe dair o kadar çok özlem biriktirmişti ki, bu özlemin acıya dönüşmesine fırsat vermeyecek kadar iddialıydı, kararlıydı.
Bu yüzden savaşın en sıcak sahalarını hep tercih etti. Kavganın tam ortasında durmayı kendisine en yakışır olan buldu. Öyle ya öylesine yürekli bir kadına yakışan da bu olurdu. 2009 yılında Garzan’a olan yolculuğunu başlattı. Kuzey sahasına düzenlendiğinin haberini aldığı zaman kanatlanıp uçacakmış gibi heyecanlı ve mutluydu. Hedeflerinden birine ulaşmıştı. Uzun bir yolculuğa başlayacaktı ve bu yolculuğu başarıyla tamamlamak için hem çok iddialı hem de çok kararlıydı. O hep Dersim’de gerillacılık yapmak istiyordu, asıl önerisi bu olsa da Garzan’a gitmeye de itiraz etmedi. Bir dönem kalıp daha sonra Dersim’e geçme planı yapmıştı. Ayrılığa dair hiç konuşmak istemedim onunla. Çünkü ayrılık incitiyor. Sözü bile geçtiğinde tuhaf duygular kaplıyor insanın yüreğini. Ona teslim olmamak ve kilometrelere mahkum olmamak için gerilla hiçbir zaman bir daha görüşmeyecekmiş gibi bir vedalaşma faslına girmiyor. Ayrılık kavramını siliyor belleğinden. O söze yabancılaşmak istiyor. Çünkü hep bir yerlerde yollar kesişiyor. Ayrılık anının yarattığı hüzün yerini büyük buluşmalara bırakıyor. O yüzden onunla da sonsuz bir vedalaşma olmadı. Alnından öptüm, gözlerinin içine uzun uzun baktım ve onu gözbebeğime koymak istedim. Sıkı sıkıya kucakladım ve “Serkeftin” dedim.
O arkasını dönüp yürümeye başladığı an gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Çünkü biliyordum ayrılığın neleri taşıdığını… Bir gerillanın heybesine neleri aldığını. Uzun süre patikayı hızla adımlamasını takip ettim. Gözden kaybolana kadar arkasından baktım. Adeta koşar gibi ilerliyordu. Bir an önce grubuna yetişmek ve hayalini kurduğu Kuzey sahasına doğru yolculuğunu başlatmak istiyordu.
Ve o bir asi rüzgar gibi geçti, yüreğimi okşayarak. Duruşuyla hep örnekti. Kürt halkının ve kadınların özgürlük mücadelesine tutku düzeyinde bağlı ve özgürlük uğruna her bedeli göze almaya hazırdı. Onu ve halkını kölelik sınırlarına mahkum etmeye çalışan gerçekliğe karşı büyük bir öfke biriktirmişti. Erken yaşta tanışmıştı düşmanın gerçek yüzüyle. O da her Kürdistanlı çocuk gibi erken büyümek zorunda kalmıştı. Hayata Kürdistanlı bir çocuğun gözüyle baktı hep. Çünkü Kürdistanlı çocukların gözünde hayat hep başka okunur, başka görülür. O hayatı tüm acımasızlığıyla karşılayan küçük ama yüreğini erken büyütenlerdendi. Silahlara karşı çocuk yaşta taşla kendini savunan Amed’li bir büyük yürek. Özgür ve adil bir yaşamın gerçeğe dönüşmesi için çenk meydanlarını seçenlerdendi. Gerillacılığı esas yaşam tarzı olarak benimseyen ve iyi bir gerilla olabilmek için kendisini daima eğitiyordu. Onu daha iyi bir gerillacı yapabilecek eğitimlerde en önde olmayı, başarılı olmayı kendisine amaç yapanlardandı. İyi bir gerillacıya ödül olarak da Kuzey yolculuğunu hak edenlerdendi.
Hep olmak istediği yere kadar gitti, orada yaşadı ve savaştı. Dersim topraklarına olan özlemini giderdi.
O toprağın kucağına düştü. Şimdi Dersim yeni bir bahara hazırlanıyor. Bir tohum misali düştüğün topraklarda bir gelincik olup açacaksın bu bahar. Bedenin doğup büyüdüğün topraklara götürülse de, sen ruhunu Dersim’de bıraktın. O mekanı hiçbir zaman terk etmeyecek ve yoldaşlarınla varolacaksın. Onlarla uzun yolculuklara çıkacak, bir eylem anının heyecanını yaşayacaksın.
Jiyanda’yı yazmak bir unutmama çabası değil, ya da bir borç. Bunların da ötesinde ondan hiçbir zaman kopamamanın ve onu daima yüreğimde ve kavgamda yaşatacağımın bir göstergesi. Kısa bir zamana fırtınalı bir yaşamı sığdıran militanları kim yazabilir ki? Onlar hep kavgadaki duruşlarıyla anlatırlar kendilerini. O da kendisini öyle anlattı bizlere. Kavgacı, cesur ve yürekli Jiyanda seni tanımak ve seninle yoldaş olmanın gururunu ve onurunu daima yaşayacağım ve nefes alıp verdiğim sürece de seni anlatmaya devam edeceğim.
Rojbin Golav
Yaşanılan çoğu yılar geçmişin bağrına saplanmış bir hançer gibiydi ve sanki dönüşü olamayan bir yolculuğa yol almıştı. Zaman ne kadar erken gelirse gelsin, gelecek içinde geçmişimizde o kadar bizden uzak olmamıştı. Ama onlar sadece anıların tazeliği ile bizi içine almış gönüllerimizin üstünden geçmişti bu yüzden izleri, silinmezdi. Geçmişin ve geleceğin bircik köprüsü de bize düşün o yılların anıları olmuştur. İşte onlar bize doğruyu yanlışı ayırt ettiğimiz yaşamımızın birer fotoğrafıdırlar.
Son baharın müjdeleyicisi olan yağmur taneleri düşüyordu. Yazın kavurucu sıcaklığı kendini soğuğa teslim etmişti. Kapıdan dışarıya baktığımda çiğ ve nem Buluzer vadisini örtmüştü. Besta’nın örtüsü sarımsı yapraklarla ayrılıkları anlatıyordu. Bu mevsimde ağaçların dalından düşen her yaprak bu fırtınayla göğü buluyordu. Besta’nın turnalarının saatleri Güneyi gösteriyordu. Bu sabahta turnalar göçmenliğin yazgısını söylüyorlardı. Evet. İşte sonbahar kapıya vurmuştu. Köyün çobanları geceleri dağ ve bayırlarda otlattıkları koyunlarını artık geceleri ahırda barındırıyorlardı. Kışın asi ve sert geçeceği yazdan belliydi. Arılar, karınca ve sincaplar ha bire yuvalarına yemek taşıma telaşındaydılar. Atalarımız bize böyle öğretmişlerdi. Çocuklarına bu kehanetten sayılmazdı. Adettendi ve tecrübe mekânından doğuya ile dönüşüyorlardı
Piro’nun eteklerinin en dibinde bulunan bir vadinin köşesinden Buluzer köyünün çıralarının ışığı bu gecede aydınlık veriyordu. Köy daha devletle tanışmamış onun tüm çirkinliğinden uzak, doğal bir yaşam içerisindeydi. Bu fotoğraf binlerce yıldan beri süregelmiş, tüm gıdalarını bu ortamda elde etmişlerdi. Bu olmadığında ise keçilerin sütünden peynir yaparak diğer komşu köylerde buğday karşılığı takas edip ailelerinin geçimini sağlamışlardı.
Lezgin arkadaş böyle bir ortamda doğup büyümüştü. Bu ortamda hayatla erkenden tanışmış, olgunlaşmış ve köy ahalisinin diğer fertleri gibi evlenmişti. Bazen hayvan otlatarak, bazen bu takas ticaretini yaparak ve bazen de evi için odun taşıyarak ailesine katkı sunuyordu. Böyle mütevazi bir hayattan şikayetçi olmamasına rağmen, kadere de boyun eğmiyordu. Çünkü arayış Lezgin’de bir ilkeydi
Silahlı mücadelemiz bölgede henüz yeni-yeni yankı buluyordu. Apocu direniş geleneği ev-ev fısıltı düzeyinde yankı buluyordu. Her biri farklı bir isim veriyordu. Kimisi talebe diyor, kimisi Apocu veya devrimci diyor ya da bu silahlı gerillaları heval diye isimlendiriyordu. Bu isimlendirmeler fısıltıların çoğalmasına katkı veriyordu. Doğru olan da buydu. Her şey bir fısıltı ile başlar. Buluzer köyü de bu fısıltılarla uyanıyordu. Bu gün arkadaşlar gelmedi acaba yarın gelirler mi? biçiminde kafalarında oluşan sorulara cevaplar bulmak istiyorlardı. Asıl amaç bir biçimiyle gerillalara katkıda bulunmaktı. Ama nasıl?
Günlerden bir gün Lezgin arkadaş eşine “yemeği hazırla yemeğimizi yiyelim” der. “Ama başta bir bardak su versen sevinirim” der. Eşi de su verir ve sofrayı kurar. Lezgin’i davet eder. Sofraya geldiğinde Lezgin çok susadığını belirtip bir bardak su daha ister. Tabi eşi buna şaşırır ve “sana şimdi verdim. Ne yemişsin de böylesine susamışsın” der. Bu söz Lezgin’e ninesini hatırlatır. Ninesi aklına gelir. Çünkü su istediğinde her zaman ninesi ona “sen ne kadar da suyu seviyorsun” der. Lezgin de buna cevaben “su hayattır” der. Ninesi de “doğrudur su hayattır oğlum ama o kadar suyu sevmene rağmen bir kaşık sudan geçemiyorsun, yüzmeyi bilmiyorsun” der. “Bak akrabalarının çoğu bu sularda gittiler ve sadece ardına bakıp yüreğimize kör düşürdüler” der. Buluzer köyünün ninelerinin kehanetleri doğru çıkıyordu. Nasıl ki bülbül gül için ağıt yakar ve nasıl ki insan sevdiğinin tutsağı olursa bu hayatta böyle bir şeye benzerdi. Nineler yaşamlarında gördükleri olayları tecrübe edinmiş ve adeta hayatın sarrafları olmuşlardı. Onlar baba, ağabey kardeş veya akrabalarını ya baharın yada sonbaharın selleri ile büyüyen Besta’nın hırçın sularında kaybetmişlerdi. Besta’nın bu mevsimlerinde suya düşenler onun kucağına kapılıp gidiyorlardı. Bu yüzden ninelerin gözü hep yolları gözlüyordu. Gidenler bir gün gelecek umudu ile gözlerini ufuklarda gezdiriyorlardı. Habersiz, zamansız her anda umutlarına umut katıyorlar, gidenlerin geri dönüşünü bekliyorlardı. Ama onlar artık dönüşü olamayan yolcularla uğraşıyorlardı.
O sofra üzerinde Lezgin ninesini bir anda hatırladı. Dalıp gitmişti. Geçmişini, çocukluğunu, oynadığı oyunları, gezdiği meraları, çocukluk arkadaşlarını ve büyüdüğü mekanın ağır değişen koşullarını anımsadı. Suyu çok sevmesine rağmen yüzme bilmemeyi ve ninelerin bu solmayan umutlarını hatırladı ve eşine “beni uzaklara götürdün” dedi. Bunun üzerine eşine tüm anımsadıklarını ve tabi olayı olduğu gibi anlattı.
Yemeğini afiyetle yedikten sonra eşine “ben yarın oduna gideceğim şimdiden kış hazırlıklarımızı yapalım ki dara düşmeyelim der. Ve sonra yorgun olduğu için uyumaya gider. Eşi de onun heybesine bir ekmek, bir parça Buluzer’in otlu peynirinden bir beze sararak heybesine yerleştirir. “Maksat olurda geç gelebilir aç kalmasın” diye düşünür. Sabah erkenden Lezgin ahıra gidip iki katırının semerini giydirir, balta ve orağını semerlere iyice bağlayıp heybesini omzuna takar. Eline bastonunu alıp Piro’nun ormanlık yamaçlarına doğru gider. Patikalar yağan yağmurdan ötürü çok çamurlu olduğu için katırlar zorla ilerler. Lezgin bu gün iki arkadaşı ile birlikte oduna gidiyorlardı. Saatlerce süren yürüyüşten sonra ulaşmak istedikleri yere ulaştılar. İlk başta hayvanlarını otlayabilecek bir şekilde bağladılar. Uygun ağaçları seçip kesmeye başladılar. Katırlarının taşıya bileceği kadar odunlarını toplayıp tamamladılar. Onlar ağaç kesmekle uğraşırken davetsiz misafirleri de onları görüyor, gözlüyordu. Ama Lezgin ve arkadaşları bundan habersizdi.
Eruh baskını ile bölge için yeni bir milat başlamıştı. Bu defa aşiret savaşlarından ve köy kavgalarında öte bir dava büyüyordu. Mirlik ve beyliklerle değildi. Bu savaş onların bir panzehiri ve o kaleleri yerle bir edecek bir nitelikte bölgede yayılıyordu. Kürdistan’ın her tarafına ulaşıyordu. Yeni bir süreç gelişiyor, tarih yeni bir seyirde akıyordu. Bu dava saflarında gün gelecek Lezgin’in de yerinin olacağını kimseler bilmiyordu ama gelişen olaylar bu sonca doğru kayıyordu.
Bulutlar göğü örtmüştü. Yağmur ha başladı ha başlayacak telaşı ile acele edip ellerini tez tutmaya çalışıyorlardı. Yağmurdan önce yola düşmek daha uygun olacaktı. Yüklerini yüklemeden önce davetsiz misafirlerden biri onların yanına gelir. Bodurluklar arasından çıkıp yanlarına gelen davetsiz misafir ilk başta “merhaba” der. Lezgin ve arkadaşları da bir yandan bu selama karşılık verirken diğer taraftan gözleri silahlı olan bu adam karşısında fal taşı gibi açılır, aniden korku ile dolup şoke olurlar. Lezgin birden kendine gelerek “buyurun” der. Tokalaşırlar. Bu yüzden biraz daha rahat olurlar. Daha sonra davetsiz misafirin diğer arkadaşları da yanlarına gelir ve sohbet büyür. Gerillalar ilk başta “nerelisiniz ne iş yapıyorsunuz” gibi sorularla genel durumları öğrenmeye çalışırlar. Durumları öğrendikten sonra grup sorumlusu olan gerilla “arkadaş siz bizimle geleceksiniz” der. Bunun özerine Lezgin ve arkadaşlarının farklı bir şey demesi mümkün olamazdı. Dolayısıyla bundan sonra gidilecek yolun istikametini Lezgin değil gerillalar belirleyecekti. Köy güzergahı olan yolu artık değişmişti.
Lezgin’in, gerillaların askeri yasalarla savaşçı aldıklarından haberi vardı. Ama bir gün bu şekilde ona da denk geleceğini asla tahmin etmezdi. 1988’ler dönemiydi. Lezgin ve arkadaşları da bu ağa tutulmuşlardı. Dönem artık savaşçı militanlarını istiyordu. Tabi bu kalp Lezgin için atıyordu. Bu dava onun da davasıydı. İlk başta her ne kadar ona anlamsız gelse de zaman dilimleri dakika, saat, gün, ay ve yıl olarak geçtikçe Lezgin mücadelenin gerekliliğini ve ciddiyetini daha iyi kavrıyordu. Daha sonra “tamamdır” der.
Ancak daha öncesinden ilk olarak gerillalar tarafından alıkonulduğu o anda Lezgin’in kafasında binlerce soru peş peşe sıralanır. Ne yapacaklar, bizi bırakırlarımı, evi bir daha görecek miyiz? Ama o an bu soruların hepsi cevapsız ve sonuçsuz kalıyordu. Birden Lezgin gerillalara “bizi nereye götüreceksiniz” der. Bir gerilla “Nuh ile buluşmaya gideceğiz” der. Tabi ilk başta bu söze anlam vermez. Nuh nerde biz nerdeyiz diye düşünür. Bunun üzerine sadece gerillaları takip edip ilerliyorlar.
Lezgin insanlığın ilk can bulduğu diyarlara doğru ilerliyordu. Her gittiği adımda evinden, ailesinden ve köyden gittikçe uzaklaşıyordu. Nuh’un sekizlerle insanlığın tohumu attığı meskende artık Lezgin de ilerleyecekti. Lawıkê Xerib’in ulaşamadığı amacına Lezgin ulaşacak o yolda devam edecekti. Oradan halkının sesi olacaktı. Cudi bölge sorumlusu o zaman Aziz arkadaştı. Aziz arkadaş Lezgin’e “senin ismin nedir” diye sorar. Lezgin de “Lezgin’dir” der. Aziz ona “Bundan böyle Rojhat senin kodun olacak” der. “Bundan böyle bizimle hareket edeceksin” der. Her ne kadar oda “evet” yanıtını verse de, bir türlü evden kopma niyeti yoktur. Ama bunun nafile olduğunu da bilir.
Dağlarda olmak pratiğe katılmak Rojhat için çok zor değildi. Çobanlık yaptığı, dağlarda büyüdüğü için kişiliği gerilla olması için elverişliydi. Sorun bu zorlukların üstünden gelebilir mi gelmez mi değildir. Ben geldim peki ailem bundan sonra geçimini nasıl sağlarlar diye düşünür. Özlemi onu bir karara ulaştırma yönünde ikircikliğe düşürüyor. Bu ikirciklik eve mi gideyim yoksa mücadeleye mi katılayım şeklinde devam eder. Her gün kendi içinde bunu sorgular. Gideyim mi kalayımı şeklinde süren bu içteki savaş aylarca ve yıllara kendini var eder.
Nuh’un meskeni olan Cudi de kimler yoktu ki. Savaşçıların meskeni ve savaşçı komutanlarının mayasını verdiği bir diyardı Cudi. Bu savaşçıların her biri mücadelemizin değişik dönemlerinde pratiğe ve eylemlere damgalarını vurmuş birer abideydiler. Aziz, Mustafa, Afarof Mahmut, Gazi, Ahmet Rapo, Adil, Fazıl ve Rojhat arkadaş da bu kervana dahil oldular. Bu arkadaşlar onlardan bir kaçıydı.
Yemek sofrası henüz yeni kurulmuştu. Rojhat o kadar yorgundu ki yiyesi gelmiyordu. Uzun yolardan sonra noktaya gelmişlerdi. Onlarca arkadaş noktada onları bekliyordu. Cudi’nin yabani keçilerinin etini pişirmişlerdi. Rojhat’ın yorgunluğunu giderecek bir yemekti. Bu şartlarda buna yok denemezdi. Aziz arkadaş yeni getirilen savaşçıları ilk başta sofraya davet edip bölükçe öğlen yemeklerini Gırê Hırmo’da afiyetle yediler. Her yemekten sonra buralarda bir de çay içmek adettendi. Aziz arkadaş Rojhat ve arkadaşlarını çağırıp mücadele üzerine saatlerce konuşur. Sonra eğitime tabi tutulurlar. Silahlar ve asker olma üzerine ders verilir, bir nevi ortamın kültürünü onlara aktarırlar. Botan’da mücadelemiz daha şafak vaktindedir. Gerillaların sayısı az olduğu için mücadelenin yükü daha ağır olur. Bu şartlar Rojhat arkadaşı erken karar vermeye itiyordu.
Birlikler kışın hazırlıklarını tamamlamıştı. Kış basmıştı ve artık guruplar üstlenmeye geçecekti. Kış olması Rojhat arkadaş için bir avantajdı. Güçler eğitim sürecine girecekti ve bu eğitim bireyi mücadeleyle tanıştırma için önemliydi. Bölge yapısının çoğu Şırnaklı ve çoğu Rojhat gibi askeri yasa ile saflara alınmıştı. O arkadaşların bağlılığını kendisi ile kıyaslıyordu. “Onlarda benim gibidir” diyordu. Bu oluşum içinde Rojhat da çalışmalara daha aktif katılmak istiyordu. Kısa bir dönem zarfında ortama adapte olup uyum sağlamsı, coşkulu ve moralli olması arkadaşları kuşkuya düşürüyordu. Bu kuşku onu tanımamaktan kaynaklanıyordu. Ama yine arkadaşlar ona bu gerçeği fark ettirmemişti. Adaletli bir kişiliği vardı. Her kese karşı adildi bu yüzden yapı onu birliğin lojistikçisi yapar. Evde aile sahibi olduktan sonra adaletli olmayı öğrenmişti. Rojhat arkadaşın adaletinde kesinlikle ayırımcılık yoktu. Lojistik görevlisi olması onu daha sorumlu olmaya itiyordu. Emeğe karşı sorumluk, yaşama ve yoldaşa karşı sorululuktur. Bu sorumluk anlayışı onun yaşamı boyunca adaletini yanındaki yoldaşına da göstermiştir. 1988-89 kış şartları ağır basmıştı. Rojhat arkadaş baltayı iyi kullanır, mangası için hep odun keserdi. Mangası da bundan keyif almıştı. Kendini yormadan titizlikler işini yapardı. Kaldığı manga diğer mangalara oranla daha derli ve topluydu. Bu titizliğini manga ortamına hep yansıtıyordu. Kış boyu arkadaşlarının görmüş olduğu eğitim de pratik değerlendirmeleri yapılmış böylece bahara daha hazırlıklı başlamanın avantajını elde etmişlerdi.
Bir gün Afarof Mahmut arkadaş, Rojhat ve bir arkadaşla beraber göreve giderler. Görev Cudi bölgesinde arkadaşlardan altı saat uzakta bir alana gideceklerdi. Yol uzundu ve gece boyunca yürümeleri lazımdı. Yolda arkadaşları yorulunca Afarof Mahmut “bir saat mola verelim daha sonra yolumuza devam ederiz” der. Bu esnada arkadaşa uyumak ister. Rojhat arkadaş ise “benim uykum gelmiyor nöbeti ben tutabilirim” der. Arkadaşları da “o zaman uykun geldiğinde bizi kaldır” derler. O da “tamam, olur” der. Kış boyunca arkadaşları Rojhat’ı tanımış, güvenmiş ve canlarını ona teslim etmişlerdi. O bir inanma merkeziydi, sırtını yoldaşına dönecek bir kişiliği yoktu ama Rojhat bir karar aşamasındaydı. Kalayım mı kalmayayım ikileminde gidip geliyordu. Bu gece dönüm noktası olacaktı. Üstündeki parkesini uyuyan arkadaşların üstüne atar ve kendini gecenin sessizliğinde yolların uzaklığına bırakır. İlk birkaç adımı atar atmaz kaçmayı sorgular ve “onları nasıl yalnız bırakabilirim? Canlarını bana teslim ettiler, ben ise onları bıraktım. Bu bana yakışır mı?” der. Çalkantılı gel-gitler içinde yaşar, bir yandan kaçıyor diğer yandan yoğunlaşıyor. Ben onlardan daha mı iyiyim diye söyleyip gider ve bir saat yol boyu gider. Tabi bu Rojhat için o kadar kolay olmaz. Kaçmayı kendine yedirmez ve sonra durur. Kendi kendine “Ancak kalırsam aileme layık biri olabilirim. Onurlu bir kişiliğim olur. Kaçsam lanetli biri olarak yaşayacağım ve ben bunu kabul etmem” der ve arkadaşlarını bıraktığı yere geri döner. Almış olduğu karardan döner onlara ulaştığında hemen arkadaşlarını çağırır “kalkın gidelim iki saattir uyuyorsunuz” der. Afarof Mahmut ona “sen niye uyumadın” diye sorar. “en azından birimizi kaldırsaydın iyi olurdu” der. Ama Rojhat “benim uykum gelmedi onun için sizi kaldırmadım” der. Sonra yollarına devam ederler fakat Rojhat arkadaş rahat değildir. Aziz arkadaş bunu fark eder. Böyle bir olaydan hiç kimsenin haberi yoktur. Aziz arkadaş Rojhat arkadaşı çağırır ve ona neyin var diye sorar. “Dalgınsın bir şey mi oldu?” der. Rojhat arkadaş olayı olduğu gibi Aziz arkadaşa anlatır. Bunun özerine Aziz arkadaş Rojhat arkadaşla konuşur. “Bundan böyle aramıza hoş geldin yoldaşım. Doğrudur altı aya yakındır buradasın ama evden daha ayrılamamıştın fakat bu olaydan sonra yeni katıldın ve içindeki ikircikçiliğimi kırdın. Bu bizim için önemlidir” der. Daha sonra saatlerce Aziz arkadaş Rojhat arkadaşla konuşur. Bu olaydan sonra Rojhat arkadaş doğrudan katılmayı sağlar. 1988 den 90 yıllarına kadar Rojhat arkadaş Cudi de aktif pratik yürütür. O dönemde çıkan operasyonlar ve eylemler de en ön mevzilerde yer alır ve savaşçılıkta kapsamlı bir düzey yakalar. 90 yılı baharı ile düzenlemesi Besta’ya olur. Besta’nın arazisini iyi bilir. Buraları en iyi tanıyan odur. Çünkü orada hayata gözlerini açmış ve büyümüştü. Yoları, dağları, kırı iyi bilirdi. Gerillanın barınacağı yerleri iyi keşfeden, nerede durulması gerektiğini söyleyen bir öncü konumunda rol oynar. Besta’da Rojhat arkadaşın bu konumu ve pratik tecrübesi pratiğe ve arkadaşlarına çok katkı sunar.
91 yılı ile düzenlenmesi takım komutanı düzeyinde Çırav’a olur. Oradaki tüm eylemselliklere aktif katılır, örgütleyici düzeyde rol alır. Reşine karakol baskınında yaralanır. Bu baskında düşman ağır kayıplar verdi. Çırav’da kapsamlı eylemler olur. Bunların başında Memira, Reşine karakol basınları var. Bu eylemlerde Rojhat arkadaşın aktif rol oynaması belirleyicidir. 92 kışında düşman Çirav’a kapsamlı bir operasyon yapar. Operasyonda şiddetli çatışmalar yaşanır, çatışmalar sabahtan akşama kadar sürer. Birçok arkadaşın karda ayakları yanar, hatta bazılarının ki kesilme düzeyine gelir. Rojhat arkadaş doğal yöntemleri ile bunları kurtarır, onun da ayağı yanmış olmasına rağmen hep diğer arkadaşları merak eder ve ilgilenir.
Bizde savaşın en sıcak ateşli günlerinin içinde bir yandan savaşın gerçek yüzü ile bir yandan da savaş ustası bir komutanla tanışacaktık. Beyaz bir ata binmiş elinde asası omuzun da M-16 silahı duruyordu. 1.88 santim boyunda zarif ince bıyıklı olan esmer ve yakışıklı bir arkadaştı. Atını dörtnalla koşturuyordu. Adeta bu dağ senin bu dağ benim küçük sırtlarlı aşıp bize doğru yol alıyordu. Merak etiğim bir an ve bir komutana tanık olacaktım. O ise dakikalar sonra bize ulaşacaktı, ha geldi ha gelecek derken birden sesi ile bize ulaşmıştı. Atından indi merhaba verdi. Esprisi bir hayli erken başlamıştı. Güler yüzlüydü. 93 yılında Garisa gücünün tümü Herekol’da düzenleme için toplanmıştı. Bazı bölüklerin düzenlemesi Garzan eyaletine olmuştu. Bu vesile ile bizde Rojhat arkadaşla tanışacaktık. Arkadaşlar moral etkinliği düzenlemişlerdi. Moralden sonra komisyon “halay serbesttir” der demez Rojhat arkadaşı sahnede bulduk. Ardından Abdullah Omyanusi “erbê mın” şarkısın söyledi, bu ortamda 500’e yakın bir gerilla gücü toplanmıştı. Hepsi el ele verip bu şarkıya eşlik ederek aynı uyumla Botan halayını çektiler. Rojhat arkadaşın halaydaki duruşu izleyenleri büyülüyordu.
Bu düzenlemeden sonra bütün güçler kendi bölgelerine gittiler. 1993 yılı Kürt özgürlük mücadelesi açısından önemli bir yıldı. Daha baharın başlangıcında hareket ateşkes ilan etmiş ancak bu süreç ilerleyemediğinden inkarcı sömürgeci zihniyetin Kürdistan’daki hedeflerine yönelik her taraftan yoğun gerilla yönelimleri gerçekleşmişti. Bu süreçte yaşanan eylemsellik düzeyi Kürt halkının diriliş devrimini gerçekleştirmişti.
Rojhat arkadaş 93 yılı baharında bölük komutanı düzeyinde Garisa alanına gelmişti. Rojhat arkadaşın kendinden eksik etmediği, asası, atı ve keçe de yanındaydı. Kürtvari bir duruşa sahipti. Misafirlerine karşı tutumu ise misafirperverceydi. 1993’ten 1995 yılına kadar bölük komutanı düzeyinde görev aldı. 93 yılında Garisa bölgesinde birçok eyleme damgasını vurur. 94 yılı operasyonunda Garisa gücünün tümü bölgeyi bırakmak zorunda kalır. Fakat Rojhat arkadaşın bölüğü tüm zorluklara rağmen alanda kalır ve yapısını bu ortamda savaştırıp korumayı bilmiştir. Rojhat arkadaş teorik eğitimlere önem vermiyordu. Genelde pratik çalışmaları esas almıştı. Eleştirilere kapalı ve dar yaklaşıyordu. Ve bu durum kabullenmeme doğruyordu. Bu yaklaşımları ta ki Önderlik sahasına gidene kadar devam etti. 93 yılı pratiği tüm ülkede olduğu gibi Garisa alanında da sürece damgasını vuracak eylemlikler gelişir. Bu eylemlerin birçoğu karakollara saldırı düzeyindeydi. 94 yılında düşmanın gerçekleştirmiş olduğu operasyonun sloganı “ya bitireceğiz ya bitireceğiz” dir. Buna karşı Özgürlük mücadelemizin tutumu ise “ya kazanacağız ya kazanacağız” temelindeydi. Bu tutum tüm gerilla güçlerinde düşmana karşı direniş sergileme şeklinde pratikleşmişti. Düşmanın “gölü kurutma” politikası gerillaya karşı kırılmıştı. Örgüt böyle bir dönemde 5. kongre sürecine girmiş bu kongre PKK’lileşme hamlesi olmuştu. Bu hamle hem yaşamsal düzeyde hem de savaş stratejimiz ve taktiklerimiz düzeyinde bir değişimi ifade ediyordu. İlk başta yeni düzenlemelerle alaylar düzeyinde hareketli birlikler oluşturmaya gidilir. Bu düzenlemelerle Rojhat arkadaş hareketli Taburun başına getirilir. Başta güçler ulaşmadığı için yüz kişilik bir bölük oluşturulur bu bölük nitelikli yapıdan oluşan her yerde rolünü oynayabilen bir düzeydeydi. Nasıl ki biz baharla birlikte büyük bir hazırlık temelinde bir hamle yapmak istediysek düşmanda Güneye Çelik operasyonla yönelip bu hamleyi boşa çıkarma peşindeydi. Rojhat arkadaş yapısının düzenlemesini buna karşı durma şeklinde yapmıştı. Haftanin gücü ve Rojhat arkadaşın bölüğü bir eylem hazırlığı içindeydi. Haftanin sınırı boylarında karakol baskını ön görülmüştü. Ağır silahla tüm teknik donanım bunun için hazırlanmıştı. Düşman Güneye operasyon yapmak için harekete geçmişti. Bu yüzden Rojhat arkadaş hemen eylemi iptal eder. Mevzilenme için talimat verir. Rojhat arkadaş bir manga arkadaş ile Sipan tepsinde mevzilenirler. Keşan tarafında ilk çatışma yaşanır. Düşmanda Sipan tepesi stratejik bir tepe olduğu için bin kişiye yakın bir asker kolu ile orayı tutmak isterler. Arkadaşların tahmin etmediği bir yerde düşman kolları sabah erkenden tepeye girer. Burada çatışma öğlene kadar sürer. Rojhat arkadaş hem savaşıyor hem de diğer gurupları koordine ediyordu. Beklenmeyen bir talimat doğrultusunda Haftanin gücünün guruplar halinde hareketli bir şekilde düşmana vurması ve Rojhat arkadaşın taburunun hemen Metina’ya geçmesi gerektiği belirtilir. Bu doğrultuda genel yapıya bir nokta belirtip toparlamaları gerektiğini söyler ve orada buluşurlar.
Gelen talimat doğrultusunda durumu genel yapısına izah eder ve kavratır. Metina’ya geçmemiz gerektiğini, orada arkadaşların sayısının az olduğunu, düşmanın kapsamlı bir operasyonla geldiğini ama bunun karşısında bizimde direnecek gücümüzün var olduğunu belirtir. Yola çıkma saati belirler. Metina alanı karşıda gözüküyordu ama aramızda o alanı tanıyan kimse yoktu. Rojhat arkadaş dürbünü eline alıp öncü benim der ve yola koyulur. Batufa’nın alt tarafında bir köprüden geçmemiz gerekiyordu. Ancak o köprüden Metina’ya geçilebilirdi. Oraya ulaştığımızda Rojhat arkadaş köprüde duran KDP’lilerle saatlerce konuşur ama onlar geçişimize izin vermezler. Ancak para verdikten sonra geçebildik.
Xabur suyu deliye dönmüştü. Kışınki suskunluğunu adeta baharla birlikte kusuyordu. Bu suya vurmak için deli olmak gerekirdi. Bu yüzden mecburen köprüden geçtik. Köprüden geçtikten sonra yaklaşık bir saate boyunca araba yolundan yürüdük ve sonra Metina yamaçlarına doğru ilerledik. Rojhat arkadaşta aceleyle önde yürüyordu. Yapısı ona yetişmeye çalışıyordu. Önümüz tamamen köylülerin ektiği buğday tarlalarıyla doluydu. Tarlaların hepsi yeni kazılmıştı, yağmurda hiç durman devam ediyordu. Bu yüzden her yer bataklığa dönüşmüştü. Sayımız çok olduğu için bazı yerlerde avcı kolu ile hareket etmemiz gerektiği talimatı geldi. Ama mecburen bazı yerlerde sıra şeklinde dizilip geçmemiz gerekiyordu. Bu çamura birçok arkadaşın ayakkabısı takılı kalıyordu. Üstü başı çamur içinde olanlar, ha bire düşünler çok olduğu için çamurdan bir hal olmuştuk. Metina’nın güney tarafından ilerliyorduk. Ama bu tarlaların çamurları üstümüzde sıvanmış ilginç bir biçimde gerilla elbiselerimizin üstünde duruyordu. Metina yamacına nihayet ulaşmıştık. Rojhat arkadaş talimat verip “sabaha kadar buradayız, Mangalar ateş yakabilir. Kendinizi kurutun sabah olunca gideriz” dedi. Bu kadar yürüyüşe ve bunca yola rağmen Rojhat arkadaşın sadece ayakkabısı çamur olmuştu, bunun dışında üzerinde hiç çamur lekesi yoktu. İnsan hayret içinde kalıyordu. Doğrusu mangalar ateş yakıp naylonlarını açtılar. Tüm güç kendini kurutup gelen talimatlar doğrultusunda hareket etti. Sabah hepimiz uykudan uyandık. Ama bir mangamız uykudan kalkmıyordu. Onlar gece naylonu közlerin üstüne örtmüş öylece altına girip yatmışlardı. Bundan dolayı o manganın hepsi baygın düşmüştü. Hepsi adeta serseme dönüşmüşlerdi. Ama Rojhat arkadaş tecrübelerinden dolayı bu olayın sırrını biliyordu. Hemen süt tozundan süt yapıp bu mangaya verir, böylece arkadaşlar süt içtikten sonra kendilerine geldiler.
Uzun bir yolculuktan sonra Metina’ya gelmiştik. Metina bu operasyon içersinde çatışmalardan dolayı adeta kaynıyordu. Düşman her taraftan yöneliyor sonuç almak istiyordu. Tabi Metina’da tıpkı Amerikan askerlerinin Vietnam bataklığına saplanmaları gibi Türk ordusunun batağı oluyor ve Metina Vietnamlaşıyordu. Rojhat arkadaş hemen eylem planlaması yaptı. Yekmale yakınlarında düşmanın bir kolu vardı ve bu düşman gücü orada helikopterlerin gelip onları almasını bekliyorlardı. Burada henüz düşman askerleri harekete geçmeden saldırı gurubu düşmana yetişti. Saldırı gurubunun hedefi düşmanın bu kolunu darbelemektir. Eylem başarıyla sonuçlanır ve burada yaklaşık on düşman askeri öldürülür. Silahları ve çantaları üzerlerinden alınır. Rojhat arkadaş eylemi koordine ederken saldırıya giden arkadaşların soğukkanlı olmalarını esas alır. Bu yüzden sürekli uyarılarda bulunur. “Bakın yapabilirseniz hepsini öldürün hatta cenazelerini de alın ama kendinize de dikkat edin” der. Çatışma esnasında sıkışan düşman askerlerini kurtarmak için kobra tipi helikopterlerini devreye koyar. Yoğun teknik kullanır. Bu yüzden arkadaşlara mecburen geri çekilme talimatı verilir. Bu eylemde iki arkadaş kahramanca şehit düşerler. Rojhat arkadaş saldırı grubundan şehitlerin naaşlarını getirmelerini ister. “onları yanıma getirin” der. Şehit arkadaşlar getirilir ve tören düzenlenip toprağa verilirler.
Metina’da düşman güçleriyle iç içe girmiştik. Her gün eylem oluyor her gün saldırılar düzenleniyordu. Adeta gerilla birlikleri bir biri ile rekabete düşmüşlerdi. Düşmana nefes aldırtmıyorlardı. Tepe Orta’da arkadaşlar düşmanı kuşatma altına alıp her taraftan vururlar. Yaklaşık yirmi asker ölür, arkadaşlar ölen askerlerin üzerine gidip silah ve çantalarını alırlar. Hatta burada ele düşen üç asker cenazesi Rojhat arkadaşın talimatı ile getirilir. Cenazeleri almaya ben ve iki milis arkadaş gittik. Onları getirip Metina’nın eteklerinde sakaldık. Bu eylemlerden sonra düşman ağır darbe almıştı ve mecburen geri çekilme zorunda kalmışlardı.
Düşman geri çekilme yaptıktan sonra bölüğümüzün kuzeye geçme hazırlığı yapması gerektiği talimatı gelir. Bu doğrultuda bölüğümüz sınıra yakın olan Keste ve Zendura alanlarına gider. Rojhat arkadaşın hedefinde durmak yoktur. Böylesi dönemlerde durmak ihanettir. Bunu her zaman bir düşünce şeklinde yapısına da anlatıyordu. Kahramanlık ve inisiyatif her kesin nasibi olmazdı boş durmak yoktu savaşmak ve iş yapmak vardı. Onun felsefesinde esas belirleme şuydu; savaşmakla başarıyı sağlayabilirdik. Rojhat arkadaş bunun bilincindeydi. Süreç kahramanlık gerektiriyordu. Çünkü düşmanın politikası her yönü ile gerilla ve halkı bitirme temelindeydi. Bu plan Kürdistan’ın her tarafında günlük yürütülüyordu. Bir yandan gerilla güçlerine yönelik kapsamlı operasyonlar düzenleniyor diğer yandan da köyler boşaltılıp yurtsever Kürt insanları faili meçhul cinayetlerle vuruluyordu. Böyle bir dönemde inisiyatifli olmak lazımdı. İnisiyatifli olan yaratıcı olurdu. Yaratıcı bir komutan olmak demek eylemsiz kalmamak demektir. Aslanın ağzındaki lokma bu yaratıcılıkla alınabilirdi. Rojhat arkadaşta komutası altındaki yapısını askeri bir bölüğe dönüştürüp her yerde savaşabilecek bir düzeye getirmişti. Bölük hareketliydi her yerde her şart altında mücadeleye hazırdı. Yıların getirdiği birikim onun düşüncesini ateşle örtmüştü, bu ateşi yapısına da aktarmaya çalışıyordu. O savaşçı bir kişiliğe sahipti. Rojhat arkadaş kendisine çok güveniyordu. Yapacağı düzenlemelerde artık korkmadan her manga saldırı, pusu ve savunmada, kısaca her yerde rollerini sağlıklı bir şekilde oynayabilirlerdi. O komutası altındaki gücü bu düzeye getirmişti. İnisiyatifli ve kahraman olmayı kendisinde bir ilkeye dönüştürmüştü. Çünkü o büyük bir pratik geleneği içinde büyümüştü. Afarof Mahmutların, Ahmet Rapoların mevzi arkadaşıydı.
Hakkâri’ye geçmenden önce sınır hattına çıkan düşman güçlerine yönelik bir eylem düzenlenir. Bir saldırı gurubu ve iki savunma şeklinde düzenleme yapılır. Gündüz gerçekleşen bu saldırı istenildiği bir gibi sonuç almasa da altı asker öldürülür, hatta askerlerin silahları ve bir askerin cenazesi de getirilir. Rojhat arkadaş yapısını darbe yemesin diye tüm detayları gözden geçirirdi. Ayrıntılar Rojhat arkadaş için önemliydi çünkü ayrıntısı kaybolan komutan savaşçılarını savaş ortamlarında yönetemez, koordine edemez ve çıkaramazlardı. Birçok çatışmada onun denetimi altında olmayan güçleri bile tanımadığı arazilerde koordine edip sanki o alandaymış gibi arazi yapısını çözüyor ve yönlendiriyordu. Her kes yön veremezdi, Rojhat arkadaş için yön vermek savaşmaktı. Rojhat arkadaş gerillaya gelirken bir aileyi arkasına bırakmıştı. Fakat şimdi onun denetimi altında bir ailenin sorumluluğundan daha büyük bir sorumluluk vardı. Genç arkadaşlarını sürekli koruyup onları geleceğe hazırlıyordu. Bildiğini yapısına da esirgemiyordu. Onlarla paylaşıp her yiğidin hakkını layığı ile ona veriyordu. Bu yüzden Rojhat arkadaşın denetimi altındaki gerilla yapısı ona bağlıydı. Onun şahsında örgütün kahramanca savaşan komutanı görüyor ve yaptığı planlamalarına güveniyordu. Yarattığı ortam Rojhat arkadaşın bir resmiydi. Bu titizlikle örgütsel yaşamı koruyordu. Aynı zamanda pratik politik kişiliğe sahipti ve tüm olay ve olgulara cevap olabiliyordu.
Hareketli birliğimiz talimatlar doğrultusunda sınırda beklemişti. En sonun da talimat gelmiş ve geçebilirsiniz denmişti. Fakat aramızda ne bir kurye ne de yolu tanıyan biri vardı. Sadece Hakkâri’nin yönünü biliyorduk. Bunun üzerine Rojhat arkadaş bir manga gerilla gücünü yanına alıp sınırdan gideceğimiz yolu keşif ederek uygun yolu bulurlar. Gideceğimiz yolun üzerinde karakol askerlerin tuttuğu tepeler ve köy vardı. Biz bunların yakınından geçeceğiz şeklinde planlamasını yaptı. Bölük olarak iki parçaya ayrılıp Kaşura hattından geçiş yaptık. Bu geçiş esnasında Rojhat ve Mehmet arkadaş sürekli öncümüz olarak önümüzde yürüyorlardı. Altı gün boyunca yol gitmeliydik, altı günden sonra ancak gideceğimiz alanda arkadaşlara ulaşabildik. Bu kadar yol gitmek yapıyı takatten düşürmüştü. Arkadaşları zinde tutmak için Rojhat arkadaş gerilla ayranını yanından hiç eksik etmiyordu. Limon tuzu ve şekeri bir birine karıştırıp gerilla ayranı yapıyordu, hatta bazı arkadaşlar bu ayrana ilaveten biberde katıyorlardı. Böylece takatten düşenler bir nebze de olsa kendine geliyor ve ilerliyorduk. Kaybolduğumuz yolu bulmakla sonunda Hakkâri ye ulaştık.
Fakat tahmin etmediğimiz bir misafirimiz bizden önce noktamıza gitmişti. Bu kadar tez davranıp noktamıza varan misafir bir ayıydı. Bu kadar yol geldikten sonra önümüze gelen ayı karşısında arkadaşlarımız çaresizdiler. Ayı erzakımızı bitirmiş erzak namına bir şey kalmamıştı. Ne yapalım ne edelim derken Rojhat arkadaş kırda dolaşan bir atı görüp hemen bir kaç arkadaş gönderir. Onlara “gidin atı öldürün etini getirin arkadaşlar yesinler, sonra yolumuza devam ederiz” der. Yol boyunca olurda belki bazı arkadaşlar halsiz düşer diye Rojhat arkadaşın çantasında her zaman hazır malzemeler bulunurdu. Yolda bir arkadaş düştüğünde hemen çıkarıp onlara veriyordu.
Zozan pratiği Rojhat arkadaş ve yapısı açısından yeniydi. Bir nevi dağdan ovaya inmeye benziyordu. Ormanlık alandan yaylaya çıkmakta aynıydı. Günlerce senden uzak bir insanı çıplak gözle görebiliyordun, tanımadığımızdan dolayı iki saatlik bir yol bazen bir geceyi buluyordu. Yaylaya alışık olmadığımız için elbiselerimiz yazın kavurucu sıcaklığına göreydi. Ama zozanlar henüz yenibaharla içli dışlı olmuştu. Bazı yerleri hala kar parçaları ile örtülüydü. Zozanlar o kadar soğuktu ki bazı arkadaşlarımız katırların semerlerinin içinde yatıyorlardı. Tabi ki Hakkâri’nin üç mevsimini bilmiyorduk. Bizdeki bu amatörlüğü ancak Rojhat arkadaşın öncülüğü ve mütevazı duruşu ile aşacaktık. Savaşçı ile savaşçı, yönetimi ile yönetimdi. Kendini hep yapı düzeyinde gören yapısı ile Hakkâri ye giden hatta yeri gelmişken çuvaldızı elinde alıp katır semerlerini diken son derece mütevazı bir kişiliğe sahipti. Klasik bir köy ortamından gelmiş olmasına rağmen denetiminde bulunan arkadaşların hepsi ile rahat alıp verirdi. Aydınla aydın, köylü ile köylüydü. Hiçbir zaman bu aydındır onunla tartışamam ya da ondan bir şey alamam mantığı yoktu. Herkesten öğreneceği bazı şeylerin olacağının bilinci ile yaklaşıyordu.
Rojhat arkadaş zozan pratiklerini iyi bilmediğe için Botan’da edinmiş olduğu tarzı sürdürüyor ve gerilla gizliliğine çok dikkat edilmiyordu. Bununda sebebi, düşman bölgemize girerse öyle elini kolunu sallayarak değil de darbe yiyerek girmeliydi mantığıydı. Rojhat arkadaş yine de taktiklerini gözden geçiriyordu. Örneğin gideceği her noktada ilk başta savaşmak için mevzi ve tepeleri ayarlıyordu. Mangaları olası bir savaş durumuna göre alana yerleştirip daha sonra noktaya oturuyordu. Taktik açıdan yeniyi oluşturma, eski savaş alışkanlıklarını sorgulama ve yeni alana geçişle beraber bunu değiştirmesi gerektiğini his ederdi. Taktikte yaratıcılığı sürece cevap olmayla birlikte ele alıyordu.
Bir müddet sonra artık Hakkâri taburu zozanların zeminine alışmıştı. Yeni bir pratiğin temelleri yeniden atılıyordu. 1994’teki Çiyayê Reşke olayı ile Hakkâri’den bir ürkme yaşanmıştı. Böyle bir dönemde halkı canlandıracak eylemler lazımdı. Rojhat arkadaş en başta Hakkâri-Van kara yolunu gündüz kesilmesini uygun görür. Günde binlerce araba bu yoldan geçiyor ve buna askeri arabalarda dâhildir. Eyleme gitmeden önce Rojhat arkadaş komutasındaki gerilla gücü ile toplantı yapar. Onlara “bakın halkın arasına gidiyorsunuz. Propaganda için Mahir arkadaş, halkla ilişkiler için sorumlu Azat arkadaş olacak, diğer arkadaşlarda destek verecekler. Halkın malını izinsiz almayacaksınız” der. Tabi bu hususların dışında pusu guruplarının yerini belli eder ve düşman gelirse önce kim vuracak kim nasıl hareket edecek gibi tüm eylem ayrıntılarını netleştirir. Verilen talimatlar doğrultusunda eylem harfiyen uygulanır. Guruplar akşam ile birlikte yerlerini alır. Öğlene kadar hiçbir gurup görüntü vermez, öğleden sonra yol kesilecekti, karar bu temeldeydi. Guruplar da bu temelde hareket ettiler. Rojhat arkadaşta yerini almıştı. Onun talimatı ile öğleden sonra eylem başladı. İki yüze yakın sivil araba toplandı. Yaklaşık beş yüz insan toplanmıştı. Pusu gurupları da hazır tetikte düşmanı bekliyorlardı. İki saat boyunca yol kapatıldı. Bu eylemde beş devlet arabası imha edildi. Halkın içinde üç ajan tutuklanmıştı. Bunlardan bir tanesi de meşhur Yusuf Çolaktı. Düşman bu esnada harekete geçmişti. Eylem planlamasına göre işlerimiz zaten bitmişti. Halkla toplantı yapılmış, destek alınmıştı. Eylem başarıyla sonuçlanmıştı. Panzer hemen olay yerine müdahale ettiğinde pusu gurupları vurup panzeri imha ettiler. Sonra düşman kobra helikopterleri ile müdahale etti. Fakat arkadaşların tedbirleri vardı. Koordineden gelen talimat doğrultusunda üç ajan vuruldu. Fakat bizim amatörlüğümüzden dolayı Yusuf yaralı olarak kurtulur. Diğer iki ajan öldürülürler. Bu eylem halk içinde büyük bir moral kaynağı olur. Düşmanın tüm özel savaşı boşa çıkarılmış olur. Guruplar sağlam bir temelde geri çekilme yapmıştı. Rojhat arkadaş iki de “bir halkımızın içine gittiniz bize bir hediye bile getirmediniz” şeklinde şaka yapar ama eylem başarısından dolayı memnuniyetini de hep ima ederdi.
Rojhat arkadaşın öncülüğünde Hakkâri alanı bir açılım sahasına dönüşmüştü. Bu dönemde Pagane ve Bibane karakol eylemleri de oldu. Hakkâri de gerillanın alt yapı hazırlıkları tamamlandı. Rojhat arkadaş planlamalarını uzun vadede ele alıyordu. Hakkâri de eylemler yapılıp düşmanın yoğunlaşmasını Hakkâri’ye çekmemeyi başarmıştı. O dönem daha çok düşmanın yoğunlaşması Zagros ve Botan eyaletleri üzerindeydi ve o alanlara operasyonla yöneliyordu. Hakkâri bu eyaletlerin yükünü hafifletmeliydi. Hangi alana asker çıkarsa düşmanı vurmak ve darbelemek esastı
Hakkâri de lojistik bakımdan sorun yoktu ama Botan’daki arkadaşların erzak temin etme sorunları vardı. Botan’a lojistik destek sağlamak gerekirdi. Bunun için Rojhat arkadaş beş torba erzak gelse bölüştürülüp güce göre Botan’ın payına düşeni onlara gönderiyordu. Diğer taraftan köy korucularının koyunlarını alıp hemen Botan’a gönderiyordu. Tüm çabası Hakkâri’yi Botan’a bağlamaktı. Hakkâri ortadaydı. Bir nevi iki eyaletten bağımsızdı ve gereken desteği sunamıyordu. Hakkâri Botan’ın bir bölgesi olmalı ve bu eyaleti tamamlamalıydı. Hakikaten Hakkârisiz Botan’ı düşünmek bir odanın kapısız bırakılması gibiydi.
Düşmanın 1994’te Çiyayê Reşke de aldığı sonuç ona büyük bir moral kaynağı olmuştu. 95 yılında da bu biçimde sonuç alıp moral motivasyonunu güçlendirmek istiyordu. Bunun için de 95’te Hakkâri’deki gerilla taburuna darbe vurmak istiyordu. Nebirnav alanında kaldığımızı noktaya yönelik büyük bir güçle operasyon yapıldı. Bu operasyona katılan askerler Bolu komandolarıydı. Düşmanın bu amacını erken fark eden Rojhat arkadaş büyük bir kıvraklıkla atik bir şekilde tüm mangaların mevzilerini yaptı. Düşman bizi gafil avlamak istemişti, fakat Hakkâri gerillalarının tabur komutanı buna hazır ve uyanıktı. Arazi tamamıyla yaylaydı. Arkasında saklanacak, siper alınacak bir kaya parçası bulmak ne alaydı. Düşmanla ilk temas yaşandığında hem seslenerek hem de telsizlerden anonslar yaparak Rojhat arkadaşa “Kara dağı unutmayın, sizi de aynı öyle geberteceğiz, gelin bize teslim olun” şeklinde bas-bas bağırıyorlardı. Hata bu arada suikastçılarımızı da yokluyorlardı. Hani iyi mi kötümü nişan alıyorlar diye bazen bir şapka kaldırıp yokluyorlardı. Çatışma sabahtan akşama kadar sürdü. Düşman tüm teknik gücünü devreye koydu. Ama ne ettilerse mevzi aldığımız yere ulaşamıyorlardı. Rojhat arkadaşa bize “hiç kimse yerini bırakmayacak biz Nebirnav’ı Mehmetçiğe mezar yapacağız, hele bakalım kim teslim olacak” diyor o ilginç telaffuzu ile namussuzlar anlamında ‘benamisan’ demeyi de ihmal etmiyordu. Rojhat arkadaş har dakika başı yerinde durmadan tüm gücünü koordine ediyor moral verip onları yönlendiriyordu. Düşman güçlerinin hareketini sürekli takip ederek “şu grup saldırı içindir, onlara vurun, bu kol şunu yapacak, şöyle ilerleyip böyle hareket edeceğiz” şeklinde sürekli genel mangaları haberdar ediyordu. Düşman yoğun saldırıyordu. Önde olan mangalara hemen talimat verip “sizde saldırın saldırıya karşı saldırı biçiminde cevap verin” diyordu. Bu yöntemi kullandıktan sonra düşmanın hiçbir kolu ilerlemedi. Biz bu çatışmada Azad, Cudi ve Şiyar arkadaşları şehit vermiştik. Düşmanın yirmi beş ölüsü ve bir o kadar da yaralısı vardı. Akşam saatlerinde geri çekilme kararı verildi. İki gurup şeklinde düşmanın pusularını aşıp sağlam yerlere ulaştık.
Rojhat arkadaşın savaş mantığında her zaman geri çekilme için bir gizli alan bulma vardır. Bu yeri kimseye söylemeden içinde saklar. Ne zaman ki bir olay, bir eylem olduğunda gurupları oraya göndermek ya da yaralı düşen arkadaşların tedavilerini orada yapmayı planlardı. Bu operasyonda da öyle olmuştu. Geri çekilme de Rojhat arkadaşın önceden tespit ettiği ve kimseye söylemediği bir noktaya gittik. Rojhat arkadaşın hareketli taburu Hakkâri taburuna dönüşmüştü. Hakkâri’nin üç mevsimi bir arada erken gelmişti. Kendimizi iklime göre ayarlamalıydık. Rojhat arkadaş gitmeden önce kendimizle Botan’a bir sürü koyun götürelim oradan da Kato Marinos'a gidelim şeklinde bir düşüncemiz vardı. O temelde harekete geçtik. Bir nevi Koçerler gibi göçmen kuşlar gibiydik ve nihayet bize de güneyin yolları göründü.
Bir gün Rojhat arkadaşla beraber keşif amacıyla göreve gitmiştik. Görevden dönerken suyu geçmeliydik ama üzerinden geçecek ne köprü nede kayalık bir yer yoktu. Rojhat arkadaş direk suya vurup diğer tarafa geçti ama biz şalvarlarımız ıslanmasın diye çıkartma niyetindeydik. O bunu gördü ve bize “buradan, benim geldiğim yerden gelin bu su derin değil” dedi. Akşamdı, bu yüzden biz onun sesine bakıp bir şey yok sandık. Onun boyu uzundu biz ise kısaydık. Bu yüzden vurduğumuz suda başımız tek dışarıda kalmıştı. Sonra baktık ki Rojhat arkadaş kendini en derin yere vurmuş ve bize “sizde gelin” demişti. Biz ilk başta arkadaşın niyetini çözmemiştik. Suyu geçtik ama sırılsıklam olmuştuk. Havalarda sonbaharın sonu olduğu için çok soğuktu. Tir-tir titriyorduk. Sonra “ağaç toplayalım ateş yakalım” dedik. Acele ile ateş yakıp kendimizi kuruttuk. Sonra Rojhat arkadaş bize gerçeği söyledi. “Kendime arkadaş yaratmak istedim” dedi. Rojhat arkadaşın adaletinde anca beraber kanca beraberlik vardı. Rojhat arkadaş bir eylem yapmak istediğinde kendisi keşif yapmasa ne durur ne de kabul ederdi, bundan dolayı her zaman keşif amaçlı giderdi.
Örgüt talimat göndermişti. Taburumuzun Metina’ya geçmesi gerektiği belirtiliyordu. Talimat Rojhat arkadaşa gelir ve bu temelde sınır geçme hazırlıkları yapılır. Sayımız yüz arkadaşın üzerindeydi. Üç at, üç yüze yakın koyunu da kendimizle birlikte güneye götürüp oradaki arkadaşlara verecektik. Güneydeki arkadaşlar KDP ile çatışma içindeydi. Onlara hem maddi hem de manevi destek sunmalıydık. Koyunları onlar için götürüyorduk. Yola düşmüştük ve üç gecede sınırı aşmalıydık. Hedefimiz baharla birlikte geçtiğimiz yoldan yine geri gitmekti. Elemun'e köyü yakınlarında haberimiz olmadan iki köylü bizi fark edip kaçarlar. Bu bilgi Rojhat arkadaşa ulaşır. Rojhat arkadaşa şöyle der; “Bundan sonra biz geri gidemeyiz. Gitsek de bir yere varamayız. Yarın düşmanla çatışmaya girebiliriz ve bu yaylalarda büyük kayıplar da verebiliriz. Sınırı geçmek şarttır. Bu köylüler ajandır tedbirimizi almalıyız.” Hemen geçiş için Rojhat arkadaş düzenleme yaptı. “Mangalar şeklinde Elemun vadisini geçeceğiz koyunları bırakın atları da bırakın. Her komutan denetimi altındaki yapısına sahip çıksın. Düşman bizi vurabilir” dedi. Bu düzenleme olmadan vadiye vurmak cinayetti. Giderken gördük ki düşman hazırlıklıydı. Kaçan köylüler bilgi vermişti. Değişik yerlerde vadiye inip mangalar şeklinde sınıra bakıp aşağı doğru inerek kaçıyorduk. Düşman hemen bizi pusuya düşürdü. Havan topu, tank ve dokça ile bizim bulunduğumuz yerleri vuruyordu. Ama geçmek dışında yapacağımız bir şey yoktu. Gruplar küçültüldüğü için bu durum darbe alma riskini de ez aza indiriyordu. Bu pusuda Ramazan ve Şiyar arkadaş şehit oldular. Rojhat arkadaş bütün grup geldikten sonra sondakileri önüne alıp vadiye vurdu.
Kaşura’ya geçtik. O zaman KDP ile savaşımız vardı. Rojhat arkadaş bizimle konuşup “burada ihanetçiler TC ordusu ile birlikte bize karşı savaşıyorlar. Bu ihanetçilerin eli tüm Kürt halkının kanında vardır. Kan emicidirler. Onlara hak etiği dersi verelim” dedi. Birkaç eylem yaptıktan sonra Rojhat arkadaşın alandan gitmesinin de zamanı gelmişti. Rojhat arkadaş gerillaya katıldığından beri akademik eğitim görmemişti. Önderliği de görmemişti. Bunun için Önderlik sahasına gitmesi gerektiği talimatı gelir. Bir yandan yapısından kopmasının verdiği duygusallık ve pratikten kopma acısı, diğer yandan ÖNDERLİK sahasına gidip Önderlikle buluşmanın sevinci en üst düzeyde bir arada yaşanıyordu. Rojhat arkadaş gitmek üzere harekete geçerken tüm tabur yapısı toplanır ve tören düzenlenir. Tören sırasında Rojhat arkadaş yapısına “siz kendinizi bahara göre hazırlayın, eğitimde derinleşin ve pratik zayıflıklarınızı iyi sorgulayın” der. Bu konuşmadan sonra hatır ister ve oradan gider.
Kış boyu Önderlik sahsında kalır. Bu eğitim Rojhat arkadaş için tüm pratiklerini sorgulama şansı verir. O hiç okul okumadığı halde algılama düzeyi yüksekti. Merak eder ve bilmediğini sorarak öğrenirdi. Her zaman anlamaya çalışırdı. Önderlik sahası eğitimi Rojhat arkadaşta var olan bu özelikleri daha törpülemişti. Önderliğin yakın güvenliğinde kalması, pratik kişiliğini sorgulama ve özeliklerini gözden geçirmesine vesile olur.
1996 yılı baharında Hakkâri’ye gitmek için hazırlıklarımızı yaparken Rojhat arkadaş geri gelip taburuna ulaştı. Önerlik sahasında yaşadıklarını, Önderlikten gördüğü eğitimi Önderliğin özelliklerini, yaşamını ve yaklaşımlarını yapısına da anlatıyor onlarla paylaşıyordu. Hatta her zaman “ben değiştim, eskisi gibi değilim, sizde değişin” diyordu. Rojhat arkadaş örgüt ciddiyeti ile yetişmişti. Yapısını hep bu çizgiye çekme eğilimindeydi. Örgütsel çalışmalara sonuna kadar önem veriyordu. Var olan sorunları resmiyet çerçevesinde hal ediyordu. Diğer yandan pratik ortamda çıkan soruları hemen sorun yaşayan arkadaşın yüzüne söyleyip o arkadaşla hal etmeye çalışıyordu. 1996 yılında Rojhat arkadaş örgütün atfettiği biçimde Hakkâri’de başarılı bir pratik yaratmak için yoğunlaşmaktaydı. Doğrusu 96 pratiğinde Hakkâri’de gerçekleşen eylemlerde diğer yıllara oranla artış ve sonuç alıncılık vardı. Bu eylemlerden biri olan Karnesa dağında pusu atıldı ve pusuda yaklaşık on asker öldürüldü ve altı silah kaldırıldı. Yine bir başka pusuda Kotranus köyü yakınlarında kırka yakın asker öldürüldü. Başkale’ye bağlı Xokane karakol baskını yapıldı. Bu karakolun ikinci tepesi de kaldırıldı ve burada bir adet A-6, bomba atar, G-3.’ker toplam 12 silah kaldırılmıştı 1996 yılında Hakkâri pratiği verilen misyona denk dönemin ruhuna yaraşır bir temelde Botan ve Zagros’a destek sunacak nitelikte gelişti. Bu başarılı pratik Rojhat arkadaşın öncülüğünde gelişmiştir.
Rojhat arkadaş örgüt çizgisinde daha da hassalaşmıştı. 1996’da Zeki’nin tasfiyeciliği durumu yaşanıyordu. Bir gün Rojhat arkadaş Zeki’nin bir toplantısına katılır. Bu toplantıda tanık olduğu bazı yaklaşımlarını görür. Arkadaşların yanına noktaya gelirken bunun içinde bir toplantı yapar ve yönetimini uyarır. “Bu Zeki’nin yaşamı örgütün yaşamı değildir” şeklinde bir yaklaşımı vardı.
Yaşam savaşında kazanma meziyetini iyi biliyordu. Onun anlayışında keyfiyetçilik, ahbap çavuşluk, disiplinsizliğe ve liberalizme yer yoktu. Kişiliğinde öz disiplini, öz benliğini yaşarmış gibi yaşatıyordu. O bu kişilik özelliklerini ve bakış açısını yanındaki yapıya da kavratıyordu. Askeri biçime önem veriyordu. Askerlik sanatına yaraşır bir şekilde davranmak lazımdı. Bir arkadaşın silahını taşımasından tutalım raxtına kadar tüm kullandığı malzemenin düzen ve bakımını bizzat kendisi gözden geçiriyordu. Yürümesinden tutalım gerilla oturuşuna kadar ki kültürünü hassasiyetle gözden geçiriyordu.
1997 yılında düşman Zap operasyonunu gerçekleştirir. Operasyonda Hakkâri taburu düşmanla temasa girer. Yapılan saldırılarda düşmana büyük darbeler vurulur. Burada da iki arkadaş şehit olur. On beş asker öldürülür. Silahları ve cephaneleri kaldırılır. Örgüt Hakkâri yapısının geç kalmaması için hemen gitmeleri için talimat verir. Hakkâri gücü Zap operasyonundan sonra kendi alanına geçer.
Rojhat arkadaşın yoğunlaşmasının tümü Hakkâri pratiğine dönük olmuştur. “Doğru bir pratik nasıl olur, final yılı ne anlama geliyor ve finali nasıl yaşatabiliriz” diye sürekli yoğunlaşıyor oraya buraya koşuşturup duruyordu. Adeta bu yoğunlaşma ile düşmandan bazı parçalar koparmak istiyordu.
1997 yılında Hakkâri resmen Botan’a bağlandı. Orta da bir yerde olması, Botan’ın doğu bölgesi olması nedeniyle Botan’a bağlanmıştı. Bu durum Rojhat arkadaş için sevindiriciydi. Hakkâri için uzun vadeli bir plan yapılmıştı ama 97 yılına kadar kimse ile paylaşmamıştı. 1997 yılında Hakkâri’nin kuşatılması hedeflenmişti. Bu yüzden baharla birlikte ilk guruplar gönderiliyordu. Giden guruba şöyle söylenmişti: “siz gideceksiniz, Hakkâri’nin tugay komutanı her gün şehre iniyor, onu vurabilirsiniz ve sonra Hakkâri ortasında polis kulübesi var, onu da imha edeceksiniz. En önemlisi de Hakkâri’nin kaba krokisini yapacaksınız”. Bu şekilde örgütlenme yapılmıştı. Temel çalışmalardan biride ağır silahların getirilmesi, kanal ve mevzilerin Hakkâri çevresinde yapılması ve erzak cephane taşınmasına önem veriliyordu. Genel güç bu eylem için seferber edilir. Daha sonra istediği kroki Rojhat arkadaşın eline ulaşır. Kroki temelinde yaptığı keşifle Hakkâri kuşatma planlamasını yapar. İlk başta üç taburluk güç ister. Güçler geldikten sonra planlama yapılır. Planlama tugaya taciz, alay tepesi ve radyolinke saldırı, emniyete ve askeri hastaneye taciz, bazı yol güzergahlarına mayın ve çevresine kuşatma biçimindedir. Rojhat arkadaş eylem çerçevesinde toplantı yapar. Planlamada eylem genel olarak yapıya kavratır ve düzenlemeyi kendisi okur.
Rojhat arkadaş hayatında hiç okul okumamıştı. Sadece parti saflarına katılırken Alfabeyi harf olarak öğrenmişti. Ama kıvrak zekası sayesinde sadece isimlerin baş harfine bakıp birbirinden çıkarabiliyordu. A adında on kişi varsa hepsini ayrıştırıyordu. B adında aynen yine öyle ve ta ki Z ye kadar bu yöntemle isimleri karıştırmadan okuyordu. Yani A, Ahmet, Akif, Aras vs. hatta bir gün düzenleme okurken o esnada adı K ile başlayan bir isme rastlar. K harfi ile ismi olan arkadaş kimdir unutur. Bunun üzerine “bu kes, kes, k kimdir” diye sorar. Bunun üzerine Kerim arkadaş kalkar ve esprili şekilde “heval o Ker benim” der. Gerçekten de toplam üç tabur ve bir bölükten oluşan beş yüze yakın arkadaşın ismini hiçbir yanlışlık yapmadan okumuş ve düzenlemeleri bu okuma metoduyla yapmıştı.
Bu kadar gücü eyleme gönderme, hepsini koordine etme büyük bir güç ister. Tüm gruplar planlama doğrultusunda hareket ederler. İlk talimatı Rojhat arkadaş verir. Gruplar yerine ulaştıktan sonra bilgi verirler ve Rojhat arkadaş başlayın der. Eylem bu temelde başlar. Belirlenen hedefler sonuç alıcı bir biçimde vurulur. Fakat alay tepesinde Demhat ve Welat arkadaşlar şehit olurlar. Bunun dışında arkadaşların durumu iyidir. Eylemin genelinde otuza yakın asker öldürülmüştür. Ama bir kişinin kaçması ile kuşatma bilgisi düşmana ulaşır. Mecburen geri çekilmenin uygun olacağı görülür. Fakat Rojhat arkadaş küçük guruplar şeklinde güçleri Hakkâri çevresinde bırakır. Bu temelde düşman hala kuşatma olduğunu sanır
Hakkâri zozan bir alan olduğundan dolayı bu alanda daha önce hiç üstlenme yapılmamıştı. Rojhat arkadaşın düşüncesinde Hakkâri’de kışın üstlenme yapma vardı. 1997 yılında kış üslenmesi için tüm çalışmalar yapılır. Bölge gücünün bölgede kalması coğrafik ve pratik şartlarla bütünleşmesi gerekiyordu. Bu bir ilk olsa da gücün bahara hazır bir şekilde bulunması gerekiyordu. Rojhat arkadaş gitmekten ziyade kalmayı uygun görüyordu.
Sonbaharda üstlenmeye geçmeden önce kapsamlı bir eylemle sezonu kapatmayı uygun görür. Bu temelde genel bölge yapısını Bervari’de toplarlar. Daha önce yapılan bazı eylem hazırlıklarında bazı kişilerin kaçması sonucu eylemler sabote olmuştu. Bu yüzden hangi manga tepeye giderse Rojhat arkadaş özel olarak onlarla konuşup uyanık olmaları gerektiğini söylerdi. Rojhat arkadaş için uyanık olmak şartları yaratmaktı. Bu şartları yaratıp eyleme geçerdi. Sefkan eylemi bunlardan bir tanesiydi. Tüm gün yapılacak eylem için harekete geçilir. Son dakikaya kadar hazırlıklar yapılır. Rojhat arkadaş verdiği bir karardan asla ikircikliğe girmezdi. Sonuna kadar arkasında giderdi. Bu eylem kapsamlıydı. Düşman da bazı şeyleri sezdiğinden dolayı uyanıktı. Fakat buna rağmen gruplar yerlerini alır. Ve eylem başlar. Yaklaşık 35 asker ölür, arkadaşlar iki tepeyi kaldırır ve bu tepelerde 5 adet silah, cephane vs kaldırılır. Ancak eylemde altı arkadaşta şehit olur. Bu şahadetler Rojhat arkadaşı duygusal bir atmosfere götürür. Her boyutu ile bu eylemi sorgular, nasıl oldu da altı arkadaşı böyle bir eylemde şehit verebilirim. “Bunun intikamını almak gerekiyor” der ve kapsamlı bir eylem için gruplar ayarlanır. İntikam duygusu Rojhat arkadaşın savaşta en önemli özeliklerindeydi.
Kısa bir dönemden sonra Bervari yapısı Kotranus köyü mezrasında toplanır. Daha önce arkadaşlar eylem yapmışlardır. Düşman araziye çıkmıştır. Şehit Eşref bu düşman üstüne eylem yapılmasını ister, o sıcak bakmasa da onaylar. Arkadaşlar düşmanı vurduktan sonra düşman uzakta gücü keşfeder. Bunun üzerine kobra helikopterleri büyük bir gurubun bulunduğu yere gönderilir. Arkadaşların bulunduğu noktaya hava saldırısı yapılır. Saldırıda Rojhat arkadaş ağır bir şekilde yaralanır. Hava saldırısı bittiğinde Rojhat arkadaş arkadaşlarına “beni bırakın gidin başka arkadaşlar yaralı mı ve ya şehit var mı?”der. Rojhat arkadaşın yarası ağır olduğu için at’a binemezdi ancak arkadaşlar onu sedye ile beş günlük yoldan götürdüler. Arkadaşlarından ayrılırken gözlerinde yaşlar toplanmıştı. Ağlayacak vaziyette idi. Bütün istediği hazırlıklarını bitirdiği kış kampında yapısı ile kalmaktı. Kendini buna göre ayarlamıştı ama elinde olmayan bu sebepten dolayı kalamamıştı.
Tedavisini Tahran’da yaptıktan sonra Kelareş’e gelir. Oradaki çalışmaları yürütür. Geçmek için baharı bekler. Kelareş yaşamı Rojhat arkadaşı boğuyordu. Bu alan imkanları çok olduğundan maddiyatçı gruplaşmaya zemin oluyordu. Yine ahbap çavuşluk, uzlaşmacılık üst seviyedeydi. Bolluğun olduğu bir ortam değerleri çarçur etmeye de açıktı. Rojhat arkadaş hayatında böyle ortamlara tanık olmamıştı. En başta bu özeliklere karşı savaşmayı esas alır. Partileşmeye gelmeyen geri tutumlara karşı tutum alır, yoldaşlık değerlerini yüceltir. Değer olgusu manevi bir ortamın olmasının olmazsa olmazıydı. Rojhat arkadaş hatta toplantılarında görülmeyen bir sertlikle bu tür yaklaşımlara karşı durur.
Karlar eridikten ve yollar açıldıktan sonra Rojhat arkadaş tekrar yerine geri döner. Rojhat arkadaşın talimatı doğrultusunda Hakkâri gücü yeni bir düzenleme için Faraşin’de toplanır. Güç Rojhat arkadaşın yokluğuna alışamamıştı. Tüm yapı onu özlemişti. Kapsamlı bir törenle Hakkâri savaşçıları komutanlarını selamladılar. Şimdi artık genel yapı onun konuşmasını ve planlamasını bilmek için can atıyordu. Gücü çok bekletmemek için, herkesin çabucak kendi alanına gitmesi için iki gün içinde sürece ilişkin toplantı ve düzenleme yapar. Düşmanın tahmin etmediği alanları esas alıp bir nevi doluluk boşluk ilkesini hemen uygulamayı esas alır.
Düzenlemeden sonra geri kalan güçle Paganê karakol baskını kararlaştırılır. Eylem planlandığı gibi düzenlenir ve sonuç alıcı olur. Daha değişik yerlere yönelmek gerektiğini biliyordu. Zamanı iyi kullanmak önemliydi Hakkâri üç mevsimdi. Rojhat arkadaş bu şartları iyi biliyordu. Zamanın değerini aktif bir şekilde çalışarak titizlikler kullanıyordu.
Düşman operasyonel taktiğini yenilemişti. Eylem yapan gerilla guruplarına büyük bir güçle, teknik kullanarak darbe vurmak ve kuşatmak yeni taktik hareket tarzı olmuştu. Rojhat arkadaş ilk eylemi yapmak için başta düşmanın hareket tarzını çözmek istiyordu. Tedavi sürecinde savaş ortamından kısa bir dönem uzaklaşmıştı. Onun eylem anlayışı sadece eylemlerle baskın yapmak değil ekonomik olarak da düşmana darbe vurmaktı. Devlete ait çiftliği yakmayı planlıyordu. Bu taktikle düşmanı araziye çekip darbelemek istiyordu. Genel güç buna göre düzenlendi. Stratejik tepelere guruplar yerleştirildi. Füzelerde düşmanın tahmin etmeyeceği tepe yamaçlarında mevzilendirilir. Arkadaş yapısı ağır silahlara güvenerek eyleme yönelirler. Eylem başarıyla biter. Tüm gruplar geri çekilme esnasında hem ağır hareket eder hem de çatışma için beklerler. Gola Gewro alanına düşmanın kobraları hava saldırısı düzenlemek için gelir. Füze gurubu füzeatar ama helikopter ıskalar, ikincisinin de aküsü çalışmaz. Bu yüzden skorskiler arkadaşların bu duyarsızlığımızdan yararlanarak yerlerine ulaşmayan grupların önüne indirme yapar ve kobra helikopterleri de gruplara ateş eder. Sonuçta 12 arkadaş şehit olur ve şiddetli çatışmalar akşama kadar sürer.
Rojhat arkadaş hayatı boyunca böyle bir yetersizliği ve taktik yetmezliğini kabul etmiyordu. Bu teknik yüzünden 12 arkadaşını yitirmenin hiçbir gerekçesi olmazdı. Nerede hata yaptım nasıl davranmalıydım? Şeklinde kendini sorguluyor ve kendini sorumlu tutuyordu.
Yanına gittiğimizde bitkindi ve morali düşmüştü. Bir babanın kendi çocuğunu kendi eliyle toprağa vermesi ve bir komutanın bir savaşçısını yitirmesi aynı duyguları yaşatıyordu. Rojhat arkadaş bu esnada bu duyguları iliklerine kadar yaşıyordu. Çok cesaretliydi. Çok dikkatliydi. Gözü kara işlerin içine asla girmezdi. Bu onda bir özellikti. Bunun içindir ki asla erken kayıp vermezdi. Ancak bu yaşanan durum onu çok zorlamıştı.
1998 yılında Botan eyalet yönetim toplantısına katılması için ona talimat gelir. Hakkâri alanı Botan eyaletine bağlandığından beri ilk defa Hakkâri yönetimi bir Botan eyalet yönetimi toplantısına katılacaktı. Zamanında toplantı için belirlenen alana yetişmek için acele davranır. Yanına güvenliğini de alarak yola çıkar. Yine arkadaşların yanına eli boş gitmesin diye üç katır yükü erzak alır. Gitmeden önce tüm arkadaş yapısı Rojhat arkadaşın etrafında meraklı bir biçimde toplanmıştı. Adeta son vedası olacakmış gibi, gidip de bir daha dönmeyecekmiş gibi bir hava esmişti. Sanki bu defa başka alanlara düzenlemesi olacaktı. Bir daha bu arkadaşlarla görüşmeyecek endişesini yaşıyordu. Çevresindeki arkadaşlarda aynı endişeli duyguyu paylaşıyordu. Bu yapı Rojhat arkadaşa alışmıştı. Yapısı onun kişiliğinde örgüt yoldaşlığını görmüştü. Ona bu temelde bağlanmıştı.
Gitme zamanı gelmişti. Arkadaşlar tören yaparak sıraya dizilmişti. Hakkâri yapısı komutanını yolcu ediyordu. Ama nereye? Rojhat arkadaş tek-tek arkadaşlarıyla vedalaşıp onlara sarıldı. Sanki 15 gün değil de daha uzun bir süre arkadaşlarından kopacakmış gibi yaklaşıyordu. “kendinize iyi bakın yoldaşlar, tekrar görüşeceğiz” der. Gitmeden önce hazırladığı planlamasını yönetimine bildirir.
Arkadaşlar atını getirip eyerini yerleştirdiler. Atın gemini ağzına taktıktan sonra ipini de tutması için Rojhat arkadaşa verdiler. Rojhat arkadaş ağır-ağır arkadaşların bulunduğu alandan ayrıldı. Gidişini seyreden arkadaşları yavaş-yavaş gözden yittiğini son kez gördüler. Çiyareşkê’yi geçip Faraşin'e, oradan da Soxırpaşa’ya ve Masiro’ya gider. Gidecekleri yer Tahtereş alanınıydı. Masiro vadisine ulaştıklarında yolda iki bayan arkadaşla karşılaşırlar. Rojhat arkadaş onlardan Cemal arkadaşın kaldığı noktayı sorar. Onlarda Cemal arkadaşın toplantı düzenlediğini Kato Jirkan’da eylem olacağını ve onu beklediklerini belirtirler. Bu yüzden Rojhat arkadaş yanındaki arkadaşlara “siz arkamdan gelin ben hızla gideceğim. Arkadaşlar eyleme gitmeden önce onlara ulaşmam gerekiyor” der. Böylece atını koşturup eyleme gidecek olan arkadaşlara doğru yol alır. Kim bilir belki de eyleme yetişip aktif destek sunmak için bu kadar acele ediyordu. Boz atı rüzgarda savrulup helezonlaşıyordu. Atta bu durumu his etmişti. Süvarisini gitmesi gereken yere çabucak götürmeliydi. Masiro suyuna ulaşmışlardı. O yıl yazın ortasında tam 4 gün boyunca yoğun yağmur yağmıştı. Kelareş’te 8 aracı sular götürmüştü. Onlarca ev yıkılmıştı. Alışılmışın dışında bir yağmur yağmış, bunun sonucunda ise büyük seller oluşmuştu. Bunun için su coşmuş yağan yağmur taneciklerinin biriktiği hırçın bir mecra olmuştu. Yaz yağmuru olmasına rağmen epey çoğalmıştı. Ama ne olursa olsun bu defa suyu geçmeliydi. Gözünün kestiği bir yerden atını suya vurur. Ancak su bulanık olduğundan geçtiği yerin kayalık olduğunu göremiyordu. Suyun orta yerinde atın ayakları taşların arasına sıkışır. At çıkmak için kendini zorlar. Ancak bu durumda sudan kurtulamayıp derin bir gölcüğe düşerler. Su Rojhat arkadaşı yutarcasına derinliklere doğru sürükler. Söylendiği kadarıyla Rojhat arkadaş düşüş esnasında kafasını bir taşa çarpar ve dengesini kaybeder. At sahipsiz karşıya geçer. Güvenlik grubu olay yerine ulaştığında atı sahipsiz görürler ve Rojhat arkadaşın suya düştüğünü tahmin ederler. Hemen aramaya başlarlar. Alanda bulunan diğer arkadaşlara haber verilir. İlk koşan Adil arkadaştır. Adil arkadaş hem koşuyor, hem de elbiselerini çıkarıyor. Rojhat arkadaşın içine düştüğü girdaba atılıp Rojhat arkadaşı çıkardığında Rojhat yoldaş çoktan şehitler kervanına katılmıştı bile.
Buluzer köyünün ninelerinin kehaneti yine gerçekleşiyordu. Rojhat suyu seviyordu. Sevdiği su da onu alıp yutuyordu. Ve tüm benliği ile su oluyordu.
Atı Ona çok bağlıdır. Rojhat arkadaşın yokluğunda yem yemez, gezmez ve durgun görünür. İki gün boyunca böylece durur ve iki gün sonra ölür.
Hakkâri savaşçıları komutanlarını bekliyorlardı. Günler geçiyor hafta doluyor ama gelen olmuyordu. Herkes merak içersindeydi. Acaba Rojhat arkadaş bir daha geri gelecek miydi? Beraber başka eylemlere katılabilecekler miydi? Hakkâri onunla başka olmuştu. Tam on beş gün sonra yönetim arkadaşlara toplantı olacağını herkesin toplanması gerektiğini bildirir. Herkes toplandıktan sonra toplantıyı yöneten Mehmet arkadaş örgüt talimatı geldiğini bunun okunacağını bildirir. Talimat Cemal arkadaş tarafından Hakkari yapısına bilgilendirme temelinde yazılmıştı. Talimat okunuyordu. Kelimeler kelimeleri kovalarken ortada tuhaf bir şeylerin olduğu anlaşılıyordu. “Rojhat” ismi telaffuz edildiğinde bükülen dudaklar, yaşaran gözler ne olduğuna dair soruların cevabının gerisini getiriyordu.
O artık olmayacaktı. Hakkari’yi kendi savaşçılarına emanet etmişti. Rojhat Masiro olmuştu.
Geçmişin zorlukları içersinde bıraktığımız ve hep onla bir daha ulaşmak istediğimiz özlemlerimiz, anılarımız çoktan ölümsüzlüğe doğru yol almışlardı. Ölümsüzler kervanında önder gidenler oradan bize bakıyor ve nice yiğitler, savaş prensleri bizi oradan zafer tutkusu ile selamlıyorlar. Rojhat bunu her zaman yanındaki arkadaşlarına da anlatmıştı. DOĞRU YAŞAMAYI BİLMEK ONURLU OLMAYI GEREKTİRİR!
Mücadele Arkadaşları
Geçmiş zamanlarda büyüklerimizin büyükleri, hep güzel bir dünyadan bahsederlerdi. Öyle bir dünya, ülke var mıydı gerçekten? Elbette öyle bir dünya ülke vardı, fakat büyüklerimiz bize bu güzel dünyadan ve ülkeden asla söz etmedi. Çünkü öyle bir dünya, ülke kalmamıştı. Anlattıkları tek şey korku, ölüm, işkence, zulüm, talan ve soykırımdı. İnsanlığa yapılan buydu. Tüm bu zulüm, işkenceden sonra onu artık küçük bir şeyde bağlamak ister, tıpkı Azrail’ine sevdalanmak örneğinde olduğu gibi. Kölelik zincirini artık kendi kendine ayağına ve eline takar ve bu prangalar asla hükmedenlerin belirlediği sınırların dışında yoğunlaşmasına, düşünmesine, sorgulamasına izin vermez. Prangaları koparmaya cesaret edilmez ve bu korku nesilden nesile kendini sürdürür. Ta ki bir 4 Nisan gününde güneşin doğuşuyla bir çocuk gözlerini açar ve herkesin görmekten korktuğu gerçekleri görür ve bu çirkinleştirilen dünyayı tekrar güzelleştirmek için savaşacağının cesaretini gösterir. Ve bu bilge Önder özgürlük savaşını yürüttükçe korku artık, terki diyar eyler bu güneş ülkesinin topraklarını. Korku yerine cesaret, zulüm yerine sevinç, işkence yerine umut, ölüm yerine yaşam tutkusu gelişir. Özgürlük bir yaşam felsefesi haline gelir. Bu yaşam felsefesinden sonra insanlarda onurlu ve özgür yaşam sevdası gelişir öyle bir sevda ki herkes kendini bu sevdaya feda etmeye yatırır. “Olacaksa bir yaşam özgür ve onurluca olmalı” onun dışında köle bir yaşamı asla kabul etmeyen, dünyaya farklı bakmaya başlayan bir yeni kuşak, bir yeni halk haykırmaya başlamıştır. Özgür yaşam eylemleri ölüme halaylarla, ateşten danslarla koşanlarca gerçekleştirilir. “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” diyen zalimlere karşı eylemiyle umuda, bir arada özgürce yaşamaya, kardeşliğe çağrıda bulunan zalimi kendinden utandıran bir körpe can, zeki ve güzel bir genç kız hepimize bir şeyler anlattı. İnkarcıların Evrim diye nüfusa yazdığı Evin arkadaş… Umut ışıklarını görür görmez yüzünü dağlara dönmüş bir yiğidin ona isim verdiği EVİN arkadaş. Aşkla hitap edilmiş kendisine, aşkı aramış, aşkın çoraklaştığı bu topraklarda aşksızlığın acısını görmüş, topraklılarının yüzünde aşkın özünü bulmuş bir güzeller güzelini tanımış ve sevmiş. Aşkı bu topraklarda yeniden dirilten Önderliğimizin esaretini kabul etmemiş bir onurlu Kürt kızı... Önderliğin bu topraklarla aşkın, yaşamın buluşmasının, barışmasının ve dolayısıyla özgür insanlar olarak yaşamanın tek çaresi olduğunu, bu toprakların son şansının Önderliğine sıkı sıkı sarılmak olduğunu, Önderliğini yaşatmak için gerekirse herkesin kendisini feda etmesi gerektiğini tereddütsüz anlamış bir yiğit militan. Evin arkadaştan öğrenmemiz ve yapmamız gereken çok şey var. Evin Demir yoldaş, doğru yaşamın arayışçısı, doğru yaşamın yaşayanı oldu. Bedenine sardığı kutsal ateş ile körleşen yürek ve beyinlere ışık oldu, körleştirilen insanlar için özgürlüğe giden yolu aydınlattı.
Evrim yoldaş kendisine sardığı ateşle bağlılığını, sevdasını, aşkının kutsallığını, yüceliğini hissettirdi. Ateşle, coşkusunu özgür yaşama gitmenin heyecanını anlattı.
Önderlikten ayrı olmanın zorluk ve acılarını yaşarken, bu acısına karşılık dağlarda olamasa da, yine silahı ve raxtı olmasa da düşmana derhal cevap vermek gerektiğini gördü, elindeki tek silahıyla; bedeniyle, bedeninde yaktığı ateşiyle saldırdı. Ateşle özgür yaşamı doğurdu bir bakire kutsallığı ve güzelliğiyle.
Evrim yoldaş büyük sancılarla özgürlüğü anlamaya ve layık olmaya çalışırken, onurlu yaşamı tercih etti ve bizleri vicdanlı olmaya çağırdı. Düşmana da genç kızların, Kürt gençlerinin, insanca ve devletsiz yaşamak isteyen bu kadim topraklıların Önderlerine ne kadar bağlı olduğunu kuşkuya yer vermeyecek kadar yalın anlattı ve düşmanını kendini kanla büyütmekten vazgeçmeye çağırdı.
Tarihten bugüne kadar Kürtlerin kutsal ateşi düşmanı tüketti, insanlığı ise hep özgürlüğe çekti. Hepimizin hedefi zirvelere ulaşıp oradaki özgürlük bahçesinde onurluca yaşamaktır.
Birçoğumuz uçurumlardan ihanetin göğsüne bir mermi gibi değeriz, birçoğumuz bedenimize sardığımız sevda bombalarımızı düşmanın beyninde patlatır, özgürlük çığlıklarımızı tüm dünyaya duyururuz, birçoğumuz bedenimizdeki ateşle düşmanın bizde yarattıklarını ve yaşamak istediklerini ateşle yok ederiz ve birçok yıldızlaşan yoldaşımız gibi buluştuğumuz yer o özgürlük bahçesi olur. Ve yetersiz anlamanın, yetersiz düşünmenin, yetersiz hissetmenin, yetersiz yoldaşlığın özeleştirisini kendi eylem ve pratiğimizle veririz. Çünkü bizler hakikat savaşçıları olmanın sözünü verdik. Hakikat büyük bir aşkla Önderliğini hissetmektir. Hakikat büyük bir umut ile bağlı olmaktır. Hakikat büyük bir sevda ile özgür yaşama sarılmak, onun için amansız savaşmak, mücadele etmektir. Hakikat, güneşimizle bir olmadır O’nu uygulamadır. Güneşle bir olanlar, bizlere uçurumda yankılanan çığlıkla, patlayan bombaların sesleri ve aşk ateşinin aydınlığı ile yol gösterir.
İşte Evin yoldaş (Evrim Demir) özgür bir dünyanın ve ülkenin nasıl yaratıldığının bilinci ve düşmana duyduğu öfkeyi hakikate varmanın bir yol göstericisi yaptı ve Güneş’in bir kıvılcımı oldu tıpkı Mustafa Malçok ve diğer kıvılcımlaşan yoldaşlar gibi. Evrim yoldaş kendi eylemi ile bize yol gösterirken bizler de birer militan olarak Önderlikten aldığımız güçle Önderliğin felsefesinin yarattığı güçlü kişilikle bu sürece güçlü eylem ve pratiklerle cevap olmalıyız. Ancak böyle bir katılım ve duruş ile bu arkadaşlara layık olabilir, anılarına bağlı kalabiliriz. Bağlı kalmanın anlamı da güçlü duruşlarla anlamlaşır. Evin yoldaşın şahsında bizleri Önderliğin etrafında toplamaya, Önderliğin etrafında ışık olmaya çağıran bütün arkadaşları saygı ile anıyoruz.
Gulan Avaşin
Kışın donduruculuğu, şubatın yalnızlığı, kahrı içimi yakıyor, dolmuşum duygularımı, hissettiklerimi nasıl anlatacağımı bilemiyorum? Kendime öfkeleniyorum, nefret edecek düzeye geliyorum. Neden bu kadar ideallerime, ütopyalarıma ters düşüyorum. Neden yaşamımla, eylemimle bu lanetli günü külleştirmiyorum? Neden ben bir kıvılcım olmuyorum? Benim ve ideallerim arasına giren nedir? Neden ben de hayallerime ruh vermiyorum? Boğuluyorum, boğulma duygusal anlamdaki çaresizlikten doğan boğulma değil, yüreğimin, bilincimin sorgu masasındayım, sorular peş peşe sıralanıyor. Bir türlü görkemlilik katında bir sonuca ulaşamıyorum. Yıllar, günler geçiyor mekân, zaman değişiyor fakat bu anda yaşadığım ruhsal dünyam, duygularım, burukluğum hep aynı canlılığını koruyor. Birçok insan da benim yaşadıklarımı yaşayıp, hissediyor.
Yine kara gün gelip dayandı kalbimize, halkımız ayakta tüm öfkesiyle ve var gücüyle intikam yeminini meydanlarda düşmana kusuyor. Anlamlı bir duruşla Önderliğe olan bağlılıklarını, sevgilerini haykırıyorlar dünyaya. Binlerce yürek aynı heyecanı, aynı öfkeyi birlikte yaşıyor. Yumruklar hep bir anda havaya kalkıyor ve gözler aynı yerde keskinleşiyor. Yürekler bir sel oluyor sokakları, mahalleleri, caddeleri, meydanları alıp götürüyor. Bu görkemliliğe alkış çalan yiğit kızlar, yiğit delikanlılar da var. Bedenlerini külleştirerek öfkesini haykıran Viyanlar da var. Viyan bir çağrıdır bize. Vurdumduymaz, günü birlik yaşam gerçeğimize, tarih karşısındaki duyarsızlığımıza ve Önderlik gerçeği karşısındaki sahte duruşlarımıza, kadro geçinen yanılgılarımıza birer çağrıdır.
Garip insanlarız ya da aslında ben de bir gariplik var. Yani başucumda bu kadar acı çeken bir halk var. Tarihi insanlığa yeniden armağan eden Bilge insan var, bu Bilge insan dört duvar arasında soluk alıyor, günahlarımızın bedelini ödüyor, yaşamıyla günahlarımızın bedellerinin ödeyicisi oluyor. Bunun karşısında ben ne yapıyorum? Gel gör ki süreç karşısında, tarih karşısında pasif bir pozisyondayım. Bu aşamadan sonra yediğim ekmek, içtiğim su haramdır. Çünkü sadece kendimi yaşıyorum. Şehitlerin yarattığı değerlere değer katmıyoruz. Yaşamımız da bir tekrarı yaşıyoruz, yaşamımızda, eylem taktiğinde yaratıcı olamıyoruz, hatta bilinen taktikleri de hayata geçirmiyoruz.
Bu gerçekliğim, gerçekliğimiz karşısında düşman güçleniyor ve Önderliğe baskı yapıyor, halkımızı da katliamdan geçiriyor. Zayıflıklarımızın hepsi birer lokma gibi düşmanın boğazına düşüyor, kendini güçlendiriyor. Aslan gibi bir halkın üzerine kükrüyor ve insanlarımıza kan kusturuyor.
Önderliğin esaretinden sonra gerillaya katıldım, gerillaya gelirken amaçlarımdan biri Reber APO’yu oradan kurtarmaktı, aradan yıllar geçti ve hâlâ Önderlik orada ve yaşam koşulları daha da zorlaştırılmış. Evet, sorular şimşek gibi beynimde çakıyor. Eğer Önderliğe bağlıysam neden bu kadar tahammül ediyorum? Tahammül ediyorsam demek oluyor ki İmralı sistemini kabul ediyorum. Alışmışız, peki alışma ütopyalarına ters düşme değil midir? Dürüstsem, bağlıysam o zaman neden bu kadar yılı ardımda bıraktım, güçlü bir çıkışın sahibi olmadım, bu çıkan sonuçla birlikte demek ki aslında dürüst bir militan değilim ve hep bir kandırmanın içinde oynamışım. Körlüğü, dilsizliği, sağırlığı kendime meslek edinmişim. Eğer gerçekten doğru temelde katılmak istiyorsam o zaman bir kadro olarak duruşumu gözden geçirip tahlil etmem lazım. Artık kendime dokunmam lazım, kendime yüklenmem gerekiyor. Artık böyle gelişi güzel bir yaşamın sahibi olmamalıyım. Böyle devam edersek halk da, tarih de bizi lanetleyecektir, çocuklar da bizden utanacaktır.
Başkanım yine yetersiz yoldaşlığımla bu lanetli güne gübre veriyorum. Bu duruşumu çözdükçe özeleştiri verme cesaretinde bulunamıyorum. Kendime esas aldığım budur. Popüler, güzel söz söylemek değil, anlamlı bir yaşamın sahibi olabilmek! Yaşamın kendisi tüm güzellikleri kapsıyor, önemli olan yaşamın kutsallığına, gereklerine göre yaşayabilmektir. Onurlu bir insan olabilmektir. Başkanım bunun samimiyetini göstererek asla izin vermeyeceğim klasik kadro duruşuma. Özgürlüğün tonunda bir kadın olarak yoldaş olmak istiyorum. Hayallerim, ütopyalarım yoldaş olmak ve kendi şahsımda yaratılmak istenen insan, kadın olabilmektir. Tüm çırpınmam bu düzeye ulaşabilmek içindir. Bu düzeye şu ana kadar ulaşmadığım için de canım, yüreğim yanıyor. Bir daha bu biçimiyle bu lanetli günü yaşamak istemiyorum ve bu bana çok ağır geliyor. Birçok yoldaşıma ağır geldiği gibi bu ağırlık beni durmadan tokatlıyor, kaynar sular dökülüyor üzerime, yanıklarda olan bir yaşamın anlamı yok, bu yanık hücreden İmralı’yı oluşturan zihniyetleri yok ettiğim zaman anlamlı olur bu çektiğim ıstırap.
Başkanım, sen İmralı’da soluk aldığın sürece yaşantımın bir tadı olmayacaktır. Ta ki özgürlüğüne ulaşıncaya dek. 15 Şubatlar yaşantımda, ömrüm içinde hep bir kırbaçtır. Kırbaç durmadan iniyor bedenime ve vicdanım, yüreğim hiçbir zaman kabuk tutmadı ve tutmayacaktır. 15 Şubat acısı hep taze, canlıdır içimde. Alışmadım bu dört duvara, asla alışmayacağım da! Yüreğimle, bedenimle bir şeyi başarma yeteneğinde olamasam da, yüreğimde asla kabul etmeyeceğim bu lanetli İmralı sistemini, lanetli 15 Şubatı.
Bu 15 Şubatın hesabını soracağım. Halkımın çektiği acılara son vereceğim ve Başkanım Amed’de, Cudi’de, Munzurlar’da halkımla buluşacak, yılların özlemini, hasretini külleştireceğim. Bunun için nefes alıyorum, bunun için tüm zorlanmalara rağmen ayakta durma direncini gösterebiliyorum.
Güzel insanlardan tek istediğim ülkemin çocukları yüreğimdeki baharı temsilen bir demet kır çiçeğini Başkanıma versinler ve ona sarılsınlar, o narin sesleriyle Başkanıma “sizi görmek isteyen bir kadın vardı. O kadın çok uzaklarda, selamını ve yüreğindeki hasreti getirdik.” desinler
Özgürlüğe tutkulu kadınlar, insanlar olduğu sürece Ejderhalar yok olmaya mahkûmdur.
Şehit Marya Umut
Karlar tutsak almış doğayı
Kışın soğuk tebessümüne hüzünle bakıyoruz
Hasretle bekliyoruz ilkbaharı
Her ardımızda bıraktığımız bir gün için bir off çekiyoruz
Mevsimlere düşman değiliz
Kışın kendi özündeki dinamiğe karşı değiliz
Şubatlar karabasan misali çökerken üzerimize
Ellerimiz kelepçelenirken
Bundandır kışa küskünlüğümüz
Bilirim elbet
Kış yağmuru, karı yağdırmasa
Topraklar susuz kalır
Otlar yeşermez
Nehirler, dereler, ırmaklar akmaz!
Avaşinler, Xaburlar, Dicleler, Fıratlar olmaz
İlkbaharlar gülümsemeyecek dünyaya
Bilirim elbet kışa borçlu olduğumuzu
Her 15 Şubat gelip çattığında
Yiğit kadınlar bedenlerini külleştirerek
Kışı temmuzla taçlandırıyorlar
Çocuklara güneşi armağan ediyorlar
Özlemle bekliyoruz ilkbaharı
Kış gerillanın düşmanıdır adeta
Az insanı yitirmedik bu mevsimde
Bu mevsim doğası gibi
Bir halkı da ağlatıyor
Şubatlarda yaşam duruyor
Nehirler akmaz olur
Zaman akmaz olur
Bir sessizlik çöker
Ölüm çığlığı kopar yüreklerde
Her bir yürek ateş topudur
Analar doğum yapar
Utanırlar bu lanetli günden
Bebekler haykırırlar
Ben bu lanetli günün çocuğu olmak istemiyorum
Çığlıklar inletir yeryüzünü
Şölenler, sevinçler, düğünler Şubatlarda sessizliğe gömülür
Şubat birer karabasandır
Kara bulutlar çembere almış bizi
Kırılganız dünyaya
Kürt dostluğuna kara bir gün olarak
Şubat nakşetti kendisini tarihe
Yaralıyız, yüreğimiz kan ağlıyor
Bilge İnsan
Yaşam seninle güzel
Seninle varız
Seninle yaşarız
Sensizliğin sözcüğü bile ürpertiyor insanı
Sensizliğe asla!
Hayat seninle yaşanılır
Dağlar seninle yaşanılır
Kuşlar seninle şarkı söyler
Ceylanlar felsefende yaşar
Bilge İnsan
Mevsimler birbirinin gebesi olurken evrende
Kış tutsak alırken bizi
Yeniden seninle yaşamaktır hayalimiz
Bilge İnsan
Kadınlar yıldızların kümesinde çembere durmuş
Yürekler birer ateş
Yürekler birer bomba
Patlıyor düşmanın kalbinde,
Cellâtlar korkaklığın gizeminde saklanıyor toprağa
Cellâtlar yeryüzünün mahlûklarıdır
Yol ver dağlar
Yüreğim gitmek ister İmralı’ya
Yoldaş olmak istiyorum Bilge İnsana
Yol ver dağlar yol ver
Bir tomurcuk gibi patlayayım Şubatta
Şubatlar yeniden doğsun benim için
Şubatlar kendi çılgınlığından döne dursun
Şubatı karartan kalpleri
Bedenimizle aydınlatacağız
Lanetli günü külleştireceğiz
Özgürlüğümüzü çalanın
Biz de hayatlarını alırız
Yeniden özgürlüğe doğmak için
Bu topraklarda
15 Şubat 2009