BOTAN EFSANESİ KOMUTAN ADİL YOLDAŞ
Seni yazamadım bugüne kadar gözlerim ne kadar seni arasa da, yüreğim ne kadar özleminle tutuşsa da…
Evet, Adil yoldaş, ismini anımsayınca siman anılarıma düşünce, inceden bir sızı kuşatır ruhumu… Halkımın cesur yüreği, Botan dağlarının yiğit komutanı… Seni olduğun gibi yazmaya cesaretim yetmese de ölene dek bu çabamdan asla vazgeçmeyeceğim. Biliyorum, Önder APO’ya bağlılığını, acılarını, fedakârlığını, yoldaşlığını ve ülkene olan aşkını hiçbir söz anlatama. Bu yüzdendir şahadetinin ardından yıllar geçmiş olsa da yüreğim acınla, simanla ve Gabar’daki eşsiz ruhunla çarpmakta. Bir film şeridi gibi izdüşümünün peşinde, anıların, savaşın ve yoldaşlığın gözlerimde öylesine canlı ki… Bu görüntü karelerinden hiç kopmadım.
Ölüm tacirleri, cennet ülkenin işgalcilerine ve çağdaş şeytanlara karşı, kinin, öfken ve intikam duygularınla gerçek bir APOCU komutandın.
Olmazın yoktu, gerekçelere sığınmazdın, bu yüzden seni anımsarken, başarı ve zafer ruhunu, daha da derinden hissediyorum. Dağların doğasından almıştın rengini, doğal ve sade kişiliğinle, Gabar zirvelerinde, savaş meydanında bir dağ gibi dururdun. Dağlı yüreğin özgürlük aşkını nakşetmişti yaşamına. Cudi’de, Mirada’nın eteklerindeki “Bilika” köyünden başlayan ve Gabar’daki son nefesine kadar, Kürdistan dağlarındaki özgürlük mücadelesiyle çarpan bir kalbin yaşam öyküsü… Bu yaşam öyküsünün her anı savaş gerçekliğiyle, özgürlük tutkusuyla, yiğitlik destanlarıyla dolu… Yani bir an bile Botan dağlarından kopmayan bir ömür…
Özünü Botan topraklarından alan PKK’nin efsanevi komutanı Adil yoldaşın, sarsılmaz iradesi, saldırı ruhu, görkemli kişiliği, Kürdün dağlarıyla bağı gerçekliğinin anlamıdır. Küçük kalbine bir halkın özgürlük ve direniş savaşını sığdıran, dünyalar kadar büyük Kürdün mücadelesini veren, askeri komutan gerçekliğini ateş çemberlerinde yaratan Adil yoldaşın hakikatini anlamak, PKK tarihi karşısındaki sorumluluğun gereğidir.
Zaman damlacıkların okyanusa dönüşümüdür. Kim demiş ki akıp geçer diye, unutulmadıktan sonra… Her bir nefes, her bir adım, her bir söz her bir yüz, yemin demektir. Sevgiye, bağlılığa, özgürlüğe, umuda, acıya dair verilen yemindir şehitlerin huzurunda durmak.
Yaşamın bir anlamı varsa o da ölümde gizlidir. Neden ölüm? İnsanoğlunun gerçekliğinden en çok ürktüğü, ürperdiği ve çoğu zaman yaşamın özünü anlamayanların karşısında diz çöktüğü ölüm… Nesin sen? Devrimcilerin deyimiyle kalleş, vakitsiz, sonsuz bir karanlık mı? Ama şu da bir gerçek, hakikatin sır… Bana göre ise kaçınılmaz, karşılaşıldığında, yaşama gerçek anlamı katık eden maya… O yüzden bazen ekşitir ruhu, bazen de yanaklardan damıtır gözyaşını ve ansızın bir acı gibi çöker gözlerin ışıltısına. Bir de hayatta ölümden bile beter duygular vardır. Özlem gibi… Gün geçtikçe alevleri büyür ve kor bir ateş gibi yakar yüreği. Özlemek, gidişlerine asla alışılmayan yoldaşları; hani gerillanın savaş içinde uzun kış gecelerinin soğukluğunda, Adil yoldaşın, “Heval üşüyorum, sırt sırta verip de ısınalım, yoldaşın sırtı kadar sıcak hiçbir şey yoktur” demesindeki içtenliğin, paylaşımın birbirinde var olmanın gerçekliğini özetleyen anların özlemini duyumsayıp, hissetmek. Ve dilsiz bir tanrı heybetindeki Gabar’ı dinlemek…
Acı; çölde bile olsan suların girdabında sürükler. Dört ‘bir yön hüzün’dür artık. Gabar’ın her bir patikasında giden yoldaşların ayak izleri, kokuları, renkleri, yarımlıkları ve bize bıraktıkları… Amaçlar, düşler, sevgiler… An mahşeri bir zaman… Mahşeri bir zaman diliminde güzelliklerin tohumlarını ektiler, kutsal belledikleri Kürdistan toprağına.
Anlamak; en karmaşık labirentlerin soğuk duvarları içinde saf, sade, katıksız güzelliklerden damıtılmış duyguların yüceliğiyle. Gabar’da yaşanılanların büyüsüne kapılır insan, geçen günlerin, ayların ve yılların biriktirdikleri dile gelir. Ölümün soğuk yüzünün ürkütemediği kadar dağ patikalarında kalmış, derin ve kalıcı izlerin anlattıkları karşısında bir çığlığın hıçkırığına tutulur yürek. Arsız çocuklar gibi bağırmak istesen de sessiz bir isyan çöker bakışlara.
Kuytu vadinin yemyeşil örtüsünün, bozuk plakları andıran gel-gitlerinin yorduğu adımlarım daracık patikada hareketleniyor. Adımlıyorum kahpe belirsizliğin karanlık göğsünü yararcasına. Hiçbir yeri senin kadar sevmedim Gabar. Çünkü hiçbir yerde seninle yaşadığım gibi yaşayamadım yaşamın çıplak gerçeklerini. Bazen damarlarımda kandan çok acılar gezindi. Kimi vakit en beklenmedik anda fırtınalara tutuldum, kâh efkâr bastı hüznün ezgisi eşliğinde ama hiçbir zaman umudu eksiltmedin yüreğimden. Zaman sana anlam kazandıran yegâne gerçeklikti. Aşktın tutkunun şövalyelerine, özgürlüğü arıyorduk koylarında. Gönüllü birlikteliğin derin hazzı vardı Botan’ın görkeminde, coğrafyan ölü ruhlarımızı diriltiyordu. Bağrına düştükçe yoldaşlarım, toprağım yemindi, onların kanlarıyla onura, boyun eğmemeye, mevzilerinde asi durmaya yemindi seninle yaşadığımız her bir anı. Hiçbir komutanın karşılaşmadığı çarpışmaların adaletsizliğinde, düşmanın kleşlerimiz ve irademiz karşısında kullandığı bombardıman uçakları, kobralar, obüsler, havanlar vb. şeyin sesini müziğe benzetip “bunlar olmazsa uykumuz gelmez” demendeki ironide olduğu gibi düşmanın saldırılarına gülümseyen Adil yoldaşın direngen ruhunu nasıl tasvir etmeli. Anıların tasavvurun algılamaya yanaşmadığı bir gerçekliğin yaşandığı andır.
Yaşamın her duygusunun en rafine haliyle yaşandığı kutsal mabedin her bir zorluğu irademize daha da bir güç katıyordu. Bir gün biliyorum etrafındaki düşman tugayları birer birer yıkılacak ve kırılacak işgal edilmişliğinin zincirleri. Özgürce yâd edeceğiz bu günlerin acısını. Acı mı? O bize sadece sevinç sunacak.
Kürt gerillasının büyük komutanı Adil yoldaşın, kadim dağların savaşçısının savaşını anlatmak o kadar imkânsız ki, sanki sözlüklerin kelimesi solgunlaşıyor, kalemime tutunduğumda adeta alfabelerin tüm harfleri dilsizleşip sessizliğe gömülüyor. Çünkü anıları bitimsiz, anıları zaman kadar eski bir kavmin diliyle “Oy hawar” dedirtiyor.
Sessizliğin içinde birçok sesi dinlemek, nasıl olur demeyin. Bazen sessizliğin anlattığı o kadar çok şeyler vardır ki derin bir yolculuğa çıkarsın, binlerce hatıra, yüzlerce sima, sevgiler, dostluklar ve yaşanılanlar dile gelir. Hafıza coşkunca çağlayan bir nehre dönüşür. Doğu’nun güneş nehrinin yatağından Batı’nın ufkundaki uzaklıklaradır bu yolculuk. Güney’in sıcaklığı, Kuzey’in rüzgârı okşar ruhu. Dört bir yönün yaşam sevinci taşar yürekten.
Mevziden mevziiye coşan, keskin vuruş tarzıyla olay ve olguları yerinde ve zamanında değerlendirmesiyle, üstün meziyetlere sahip esnek zihniyle özgür ülke savunmasının ustasıydı. Bitmek bilmez enerjisiyle yerinde durmaksızın zaman keskinliğinde düşmana öldürücü darbeler vuran komutanın heybetli duruşu, azameti, mertliği ve yiğitliği…
Onlar’dı bir halkın özgürlüğü uğruna bedenlerini ateş topuna dönüştürenler. Kiminin bakışlarından biriktirmek, yaşamın kendisini, kiminin yüreğinden avuçlamak sevginin kutsallığını ve onların ateşten aşkıyla yanmak, ruhlarını hissetmek hücrelerin tüm gözeneklerinden, direnişin her zorluğu yerle bir edişinin, her engeli aşmanın tılsımıyla karanlıkları aydınlattığını öğrenmek… Tereddütsüz adımlarıyla, ölümlere yürürken, asil izleriyle, dağları özgürlük tapınağına dönüştürdüklerini anlamak… Lime lime olmuş bedenleriyle, dirhem dirhem umudun ölümsüzleştiğini hissetmek. Yani cesur yürekleriyle sarsılmaz kararlılıklarıyla sonsuz inançlarıyla, özgür yaşam hakikatini inşa eden aşkın coşkusuna kapılmak.
Onlar ki fırtına gibi esmenin gerçekliğini bıraktılar artlarında, büyük sevgilerin zirveleştiği dağlarına destansı, efsanevi yiğitler bahşedenlerin anılarıyla aydınlandı tarih.
Onlara dair binlerce an gelir gözlere, söze sığar mı ki öyküleri. Canlılıkları, sevinçleri, özlemleri kaynağına kavuşur. Kaynağınızdan taşıyor özgürlük. Hayatı anlam yüklü bulutların gezginliğiyle suladınız. Toprağımız canlandı, tohum filizlendi ve dalından düştü olgunlaşmış güzellikleriniz. Güzelliklerinizle sürüyor kavganız. Derin bir zamandan tebessümleriniz zaferi taşıyor yarınlara. Savaş meydanlarından bir adım bile geri çekilmeyen cesaretinizin duruşuyla beklenecek özgür şafaklar. Tıpkı şafağın sınırsızlığı gibi engin düşlerin mirasını serptiniz yeryüzüne. Soylu isimlerinizle aydınlandı zaman ve buzlar eridi güneşimizin ışınlarıyla.
Belki anıtlar dikemedik abidesel gerçekliğinize ama paramparça bedenlerinizin bütün erdemlerini taşıyor yürekler. Duruşunuzla yeşerdi çorak topraklar, yaprak kıpırdamaz denilen coğrafyanızda özelliklerinizin büyüklüğüyle ormanlar oluştu. Boyun eğmezliğin, isyanın resmini çizdiniz evrene, simanız sorumluluk kimliğinin yaratımıydı. Tarih sayfaları bir bir utandı varlığınız karşısında, bir bir kan emici vampirlerden hesabını sordunuz bükülmez bileğinizin adaletiyle, ölümlerinizle yaşamı yarattınız. Ana nehirden ayrı ayrı kollara zafer çığlıklarıyla aktınız. Kök oldu direniş gerçeğiniz, paylaşımların diyarına… Tekrardan farklı yerlere ulaşmanın cesur kalp atışlarının heyecanıyla dirilttiniz yaşam ağacını. Volkanik bir dağ gibi, kinlerinin, nefretlerinin, öfkelerinin ateşiyle düşmanı yaktılar.
Adil yoldaş; savaş sanatının tüm inceliklerini bilen, yetkin, iradeli, bir tarzın sahibiydi. Savaş sanatının ruhunu, simasında taşıyan, keskin vuruş ve hedefe yönelişindeki sağlam kararlılıkla amaca kilitlenen, yerinde ve zamanında inisiyatifli davranan, düşmanın hareket tarzını önceden çözen yüksek bir öngörüye sahip, nerede, nasıl hangi taktikleri uygulayacağını bilen bir dâhiydi. Agitlerin yolundaki yürüyüşünde engel tanımazdı, bir günde dört sefer saldırıdan, saldırıya koşup eylem gerçekleştiren, en zor anlarda her şeyini adayan anıtsal bir duruştu. Emek, güven, inanç, irade rüzgârını savaş meydanında estiren, yoldaşlarına güven ve moral veren, imkânsızlıklara aldırmadan başarıyı yakalama bilincidir.
Adil yoldaşta bu ruhu yaratan Önderliğine, partisine, mazlum halkına ve şehit yoldaşlarına olan derin bağlılıktır. Şehit yoldaşlarına olan bağlılığına dair bir anlatımında gözleri dolu bir hüzünle, “Heval bir hareketli birliğim vardı, 86 arkadaştık bu arkadaşlardan 83 arkadaş şehit düştü” demişti. Birden boğazı düğüm düğüm oldu. Kim bilir belki de yitirdiği savaşçılarının bir bir siması geçiyordu gözlerinin önünden. Ve artık konuşamadı sustu, sustu… Uzun bir süreden sonra “heval bu hayatta hiç kimse benim kadar acı çekmedi” demişti.
İleride bunları daha kapsamlı anlatma çabası içinde olacağım için, şimdilik bu yüce şehidimizin yaşamına dair bu kısa yazımı sonlandırırken bu yazının amacının Kürtçe ve Türkçe şiirlerimi adadığım komutanımın anısına olan borcumu bir nebze de olsa anlatıma kavuşturmak olduğunu belirtmek istiyorum.
Son olarak birkaç sözü de duygularıma ayırmak istiyorum. Komutan Adil yoldaşın o yüksek sesiyle bana bağırmasını özledim. Özledim özünü dağların doğasından alan yiğit komutanımı. Ya senin gibi yaşamı Adil’ce yaşayacağız ya da hiç… Gittiğin 4 Aralık 2007 sabahını hiç unutmadım. Yerde kar vardı, ağaçlar soyunmuştu ve her şey soğuktu…
Mücadele arkadaşı
İskan Amed
....
Dönülmez adımlarının yolunu
bekliyor gözlerim…
Bilmem ki; hangi kitapta yazılmıştır
yitikliğe dair sabır
Özlemin yorgun tayı diz kırar koşumuna
Solumaz burun deliğinden sıcaklığını…
rahvani, durmuş bir yürektir…
Olmazın duvarı gibi durur ayrılık…
Kesin hükmün infazında
Unutuş nehri, sularından utanır
Hatırladıkça acı çekilse de
Geçmiş; simanı düşer yazgıma…
Bilmem ki; mistik bir tarikatın ayininde mi
dilesem seni; umut çığlığımla…
Her bir yön duvarlara düşmüşken
Gözyaşlarımda süzülüyor suretinin gülüşü…
Gülüşün; yüreğimin düşüdür
Botan’ın meçhul askerlerinin komutanı
Kızıl ufukların; uzak komutanı
Uzak ihtimallerin girdabında
Soluğun kesiliyor
Ve hiçbir ihtimalde
Varlığını estirmiyor rüzgarlar…
Yani kızıl ufukların komutanı
Ağustos ayı değil ki böceği
Gecemin yalnızlığını yıksın
Ve birazdan yine sensiz, sessiz çökecek gece
Yine notalar aynı devinecek değişmez şarkısıyla
Çünkü bu şiirin imgesi hep aynı mısralar kalacak
Yüreğimin derin koylarında
Botan dağlarının Asi Komutanı Adil Yoldaş
İnat olsun maviye
Pürüzsüz, kusursuz sevdanla
Doğa’na yoldaş kalacağım.
...
Ayrı mekânlardan gelmiş olmalarına rağmen aynı zorluklara göğüs germiş ve zulme karşı isyan ederek buluşmuşlardı. Yani yaşamın özgürlüğe akan ırmakları onları buluşturmuştu. Artık inanarak yaşıyorlar ve destek oluyorlardı birbirlerine, her ne kadar ayrı ayrı yerlere gitseler de birbirlerinden kopsalar da onlar birbirlerini unutmuyorlardı. Çünkü onlar yoldaştılar ve yaşamla birlikte kavgaları da büyüyecekti. Tıpkı baharlarda açan çiçekler gibi hep rengârenk ışıl ışıl akacaklardı yaşamda. Özgürlük kokan yaşamın baharı dört mevsimdi ve zamanın kapısını onların yürekleriyle aralıyordu. Kızgın, hırslı rüzgârlar gelip savursa da onlar yeniden goncalaşacak ve toprağa köklerini daha da sıkı bırakacaklardı. Buluşları gibi özgürlüğün bedeli olan ayrılık da her an kapılarındaydı. Bu sefer de bedel olarak Nazlıcan’ı seçmişti. Özgür buluşların bedeli yürekten bir parça alıp götürmekti ki yüreklerin bir parçası alınmıştı. Tabi bu ayrılıklar kavgalarını daha da büyütecek. Çünkü onlar Nazlıcının da hayallerini, umutlarını, sevdalarını kendilerininkine katıp devam edecekler büyük kavgalarına. Umudun, özgürlüğün ve sevginin yağmuruna hasret olan topraklarda açacaklar isyanın çiçeklerini. Ama zamansız bir rüzgâr onların yüreğine işlenen yaşam sevgisinin bir parçasını, yüreklerine işleyen gülüşü istemişti.
Baharın ırmağı
Yüreğin sıcak ateşi,
Unutuşlara isyan
Yaşamın kelebeği
Nazlıcan’dı amansız rüzgârların alıp götürmek istediği. Doğayı ve yaşamı varlığının özüyle, Işıl ışıl rengârenk yapan çiçekti.
Ardından yoldaşları onun yaşama ve yüreklere yazdıklarını, sevgilerini, sevdiklerini, yaşam aşklarını umutlarını, hırslarını ve mücadelesini yazmak istiyorlar ki goncalar onunla büyüsün çiçeğe dursunlar diye. Yaşama selam veren o çiçek bahçesine girdim, onunla yol alan çiçeklere onu sordum.
Onunla yaşayan onunla dağların patikalarını adımlayanlara onu sordum hepsi ilk önce özgürlüğe doludizgin akan gülüşünü anlattı, ‘yaşama ve yüreklere ardından bıraktığı gülüşleri’. Gülüşlerinden bahsederlerken hep sanki o karşılarındaymış gibi ıraklara dalarak, onunla uzun uzadıya buluştukları patikaya gider ve tekrar yarım kalmış sohbetimize devam etmek için bana döndüler ve anlattılar anlatabildikleri kadar.
“Nazlıcan, serin yayla çiçeği
Nazlıcan, deli dolu heyecan
Zulamda bir sevda kelebeği Nazlıcan, Nazlıcan’…
Diyerek başlıyor yoldaşlarından biri;
‘Nazlıcan’la karşılaştığımda bazen sesli bazen sessiz bu türküyü söylerdim. Bazen de çok farkına varmadan dudaklarımdan süzülerek çıkardı.
O da sıcak bir tebessümle bakar ve gülümserdi halime.
Ahmet Kaya’nın güçlü yorumuyla dile getirdiği bu dizeler
Şimdi de Nazlıcan yoldaşımız için tekrardan dile geliyordu.
Yaşam her şeye ve herkese inat devam ediyor.
Yaşanmışlıklar ve yaşanacak olanlarla her şeyi içimizde akıtarak sarılıyoruz isyanımızın bayrağına ve yeniden kavgamızı büyütme sözlerini tekrarlıyoruz.
Bizim için her ayrılık erkendir. Onun şahadeti de bizim için çok erkendi. Bizim yüreğimize yalın ve sade kişiliğinin arayışlarını bıraktı. Yoldaşlarıyla olduğu kadar doğayla da güçlü yaşam bağları kurardı. Doğanın içinde birlikte yürüdüğümüz patikalarda heyecanlanır türküler söylerdi. Gözlerinde ise sürekli bir umut ışığı parlardı. Şimdi adımladığımız patikalarda yürüdüğümüz dağ yamaçlarında onun şarkıları, türküleri kulaklarımızda çınlıyor. Bazen sabahları bir kayanın üstünde, güneşin doğuşuyla birlikte onun söylediği şarkılarla uyanırdık. Bu şekilde uyanmak hemen hepimize bir huzur verirdi. Gözlerimizi açtığımızda ise onun yeni doğan güneş kadar sıcak gülüşleriyle karşılaşırdık.”
Evde tanışıp da onunla gerillada yoldaşlık yapan bir arkadaşının sözleri ise onu anlatmaya bu şekilde devam ediyor.
“Evde yaşam koşullarından kaynaklı onunla kısa bir süre kaldım. Ama ondan o kısa zaman diliminde beynimde ve yüreğimde kalan izler var. Hemen kendisini insana sevdiren alçak gönüllü, sıcakkanlı, mütevazı özellikleri tanıştığın ilk anda kendisini sana hissettirirdi. Okul yıllarındaki başarısı gerilla yaşamında da devam etti. Yoldaşlığına sahip çıkan Nazlıcan yoldaşın hiçbir zaman unutulmayacak olan yanlarından bir tanesi de insanın içine işleyen gülüşüdür. Gülüşünde inanarak yaşadığı ve buna sonsuza kadar bağlı kalacağının tüm içtenliğini anlatan bir akış vardı. Duruşu ve gülüşüyle etrafına güven veriyordu. İlk tanışmamızın üzerinden uzun ama oldukça uzun bir zaman geçtikten sonra onunla tekrar özgür dağlarda karşılaştım. İlk karşılaşmamız gerillada 2003 yılında priz de olmuştu. İlkin o benim dağdaki ismimi bilmediğinden beni evdeki ismimle çağırmıştı. Doğal olarak ben de buna refleks gösterememiştim. Yürüdüğümüz patikada yanımdaki arkadaşın bana haber vermesiyle beni çağırdığını fark ettim. Ben onunla karşılaşmayı hiç beklemiyordum, bunun için de ilk başta bende bir şaşkınlık oluştu. Dağlarda, inançla kavgamızı selamladığımız yerde onu görmek beni hem çok şaşırtmış hem de sevindirmişti. Ama o gün uzun bir görevden geldiğimiz için kısa bir zamanda ayrılmamız gerekiyordu. Ama o kısa zaman diliminde de bizimle çok ilgilenmiş ve gülüşleriyle bizi uğurlamıştı. Biz tekrar dağ patikalarından yolumuza devam ederken herkes onun sıcaklığı ve umut dolu gülüşlerinden söz ediyordu. O ayrılığın ardından onu bir daha subay okulunda görme fırsatını yakaladım. Ardından tekrar Botan’a gitmeden önce onu gördüm. Ben onunla aynı alanda uzun süre birlikte kalma fırsatını yakalayamadım. Buna rağmen sürekli sanki benim yanımdaymış gibi bir ilişkimiz oldu. Sıcak yoldaşlığıyla yaşanan tüm zorlanmaları insanın aşabileceği küçük bir şeymiş gibi başarı hissi uyandırıyor ve bu konuda hep destek oluyordu. Verilecek her görevi yerine getirmiş, her çalışma ve ilişkisinde samimiyeti aramış ve bu şekilde arkadaşlarının gönlünde yer etmişti.
Kısacası Nazlıcan denilince beynimde ve yüreğimde yoldaşlığıyla birlikte onun gülüşleri canlanır. O gülüşleriyle bizi çok farklı anlara coşkulara taşıyordu.”
Uzun yıllarını birlikte geçirdiği bir diğer yoldaşı ise şöyle devam ediyor sözlerine…
“Nazlıcan arkadaşla yaklaşık üç yıl birlikte kaldık. HPG Ana karargâh muhaberesini yürütüyordu. İşini çok güzel yürüten, çok disiplinli, çalışkan özellikleriyle insanların arasında çabucak yer edinen biri idi. Cana yakın hoş sohbeti ile arkadaşları incitmeyen yaklaşımları kendisine ait bir duruş yaratıyordu. Arayışları o kadar çok fazlaydı ki birçok şeyi birden yapmak istiyordu. Neden hep çok şeyi bir anda öğrenmek istiyor diye düşünürdüm. Zamanın ne getirdiğini önceden hisseden birçok arkadaşta bu yaşam telaşı görülür. Her şeye koşmak ister ve hepsini bir arada yürütmek isterler. Nazlıcan da öyle idi. Mutlak insanların eksiği hataları vardır ama Nazlıcan kendisine dönük böyle bir iz kalmasını istemiyordu. Yüreklere işlenecekse yaşamın güzel yüzü işlenmeli diyordu. Onun için de sen o yanındayken kendini huzur içinde hissediyorsun. Bir ara kamera eğitimi almaya geldi o kadar hızlı öğreniyordu ki hep daha iyi öğrenmem gerekiyor diyordu. Kuzeydeki, özellikle Botan’daki arkadaşları çekmek için daha iyi öğrenmesi gerekiyor düşüncesi hâkimdi onda. Ve en son istediği, kendisinin ifadesi olan Botan’a gitmişti. Aradaki mesafeye rağmen bizimle ilişkisini hiçbir zaman kesmedi. Botan’ın asi dağlarını anlatan notlarıyla sürekli bizimle birlikte olmayı ihmal etmedi. Yaşadıklarını asla unutmak istemiyordu. Hele de dağlarda yaşadığı yoldaşlıklarını asla unutmak istemiyordu. Onun için de unutmalara karşı isyan bayrağını kaldırırdı. Rüzgârlarla, notlarla, gelen gidenle selam söylerdi bize. Belli bir süre sonra yine Botan’da da muhaberecilik yapıyor ki muhabere de çok başarılıydı. Hem bir savaşçı hem de bir basıncı olmayı kusursuz yürütebiliyordu, hem de başarıyla. Uzun yıllar Botan sahasında kaldıktan sonra eğitim almak için tekrar güney sahasına gelmişti. Ama yüreği hala bıraktığı yerdeydi, aklı tekrar Botan’daydı. Oraya da tekrar dönebilmek için var gücüyle çalışıyordu. Onun için Botan sahası varılması gereken yerdi ve o her zorluğa katlanmayı tercih etmişti Botan alanı için. Gelişinin ardından Şehit Beritan Akademisinde başarıyla devresini bitirmişti. Ardından güney sahasında birlikte kaldığımız bir dönem amansız bir zaman kapımıza dayandı. Olağanüstü bir zamandan geçtiğimiz koşulların kısa olması umuduyla alanlara dağıldık. O Şekif’e çıkarak cephede yerini aldı. Daha sonra Xakurke alanına bölük komutanı olarak gitti. En son Xınere’de yapılan hava saldırısında şehit düştü. Onun şahadeti de diğer yoldaşları gibi bizim için ağır bir şahadetti.
Nazlıcan gibi arkadaşların emekleriyle bu güne geliniyor ki bunu unutmamak lazım. Onun gibi savaşçı, başlangıçlarını sağlam temellerde yapan insanlardır. Hayatı nasıl yaşayacaklarını çok iyi bilmiş ve tercihlerini çok doğru yapan insanlardır. Onun içinde onlar kelebek hızında yaşarken bile rastgele yaşamazlar, ilişkilerinde konuşmalarında yaptıkları her işte ne olursa olsun bunun ağırlığını büyük ölçüde hisseder ve hissettirirler. O yüzdendir ki onları yitirdiğimizde büyük öfkeler yaşar ve intikam duygumuz kat be kat büyütürüz, büyür…
Yine söylüyorum Nazlıcan’ın yoldaşlığını anlatmadan onu anlatmak eksik bir şey olur. Kendi arkadaşlarını yitirmemek için elinden gelen her şeyi yapar. Yine arkadaşını yoldaşını nasıl yücelteceğini çok iyi bilirdi. Birçok fedakârlığa katlanır ve bu özelliğini bir zenginlik olarak görürdü her şeyi karşılıksız yapardı. Hiç unutmam ona olan sevgimizi anlatmak için ona bir paket hazırladığımızda bize çok kızmıştı. Biz ise sadece ona onu sevdiğimizin bir göstergesi olarak onu paket hazırlamıştık. Onun için hissetmek tarif edilemez bir mutluluktu. Ona göre en büyük karşılık hissetmekti. Nazlıcan gibi yoldaşlara sahip olduğumuz için de kendimizi çok şanslı hissediyoruz.
Nazlıcan gibi yoldaşlar; yaratığı yaşam tarzıyla, yoldaşlıklarıyla kahramanlıklarını ortaya koymuş insanlardır. Yaşamın akışında herhangi bir aksaklığın olmaması için büyük çaba harcardı ve sen bu çabayı gözlerinle görebiliyordun. Bu da insana güven ve huzur veriyordu. Sağlam bir duruşa sahipti. Mutlaka her bireyin zayıf yönleri vardır ama Nazlıcan bu yanlar yaşamı etkileyen yanlar olmasın diye mücadelesinde engel olmasın ve etraf incinmesin diye hep farklı bir şekilde telafi eder ve bunun için büyük bir emek verirdi. Ben Nazlıcan arkadaşın durduğu bir an hatırlamıyorum. Mutlaka bir şeyle uğraşır, bir şeyler üretir, bir şeylere merak salar araştırırdı. Hep yeni bir şeyler yaratmanın peşinde olurdu. Onun gülümsemesi enerjisi seni hayata bağlardı. En zor anda bile gülmesini başarmak çok zor bir şey. Ve bunu başarabilen insanlar büyük insanlardır ki o bunu başarabiliyordu.
Onun yanında iken hayat daha çekici, güzel ve renkli olurdu. Anlar huzur dolu geçerdi. Onun bakışında hep huzuru bulurdum. Bakışlarında güç verici, seni hep daha iyiye taşıyan bir anlam vardı. Nazlıcan’ın kızdığını gördüğün zaman -ki bu anlar çok azdı- onun ardından olumlu bir şeyin gelişeceğini bilirdin. Çünkü bir şey başaramadığı için kızar ve başarmak için de kendisiyle büyük bir mücadele yürütürdü. Kadın iradesi noktasında da çok güçlü bir duruşu vardı. İradesi sağlam olduğu için hem kendisine hem de kadın yapısına da çok güveniyordu. Acayip sarsılmaz bir özgüven, öz bilince sahipti. Tartışmalarında bunu fark edebiliyordu insan. Tartışma yürütürken ses tonundaki kararlılık her şeyi anlatıyordu. Kendisi tartışmalarında bir yerden duyduğu konuları değil, kendisinin yaşayarak, deneyimiyle edindiği temeli sağlam tartışmalar yürütüyordu. Yapıcı bir yaklaşımı vardı. Bu erkek arkadaşlara yaklaşımda da görülüyordu, örneğin asla kaba retçi veya dar yaklaşımlara girmezdi.
Onların bu yaşama bu mücadeleye dair duydukları kaygı, bu kaygı için yarattıkları emek hiçbir zaman unutulmayacak. Onlar bize yaşam kavgamızı devam ettirmemiz için zemin yarattılar. Belki denizin yanında bir damla olabilir ama hayata bir şey veriyor bunu tamamlıyor, ekliyor, onarıyor ve o temelin daha güçlü olmasını sağlıyor. Onlar gibileri bizim mücadelenin çekirdek taşlarıdır. Bunun içinde o unutulmayacak onun tebessümü güler yüzü içimizde hep kalacak karşımızda duracak ve gözlerimizin önünde hiçbir zaman silinmeyecektir. Nazlıcan bizim için sürekli Şekife tırmanan heyecanlı ve güler yüzlü biri olarak kalacak…”
Son zamanlarını geçirdiği eğitim arkadaşlarından biri ise onu şöyle anlatmaya devam ediyor:
“Nazlıcan arkadaşla PAJK eğitimini görmek için beklediğim PAJK Merkezde tanıştım. İlk karşılaşmamızda arkadaşın gerçekten ismi gibi güzel ve nazlı bir arkadaş olduğunu gördüm. Oldukça genç bir arkadaştı. Ama genç olduğu kadar, yaşam içerisinde aldığı tecrübelerle yaşama anlam verebilen, yaşamın dilini çözen bir gerçeğe sahipti. Son Türkiye, İran vb. güçlerin geliştirdikleri karadan ve havadan operasyonlar sonucunda bir süre aynı mevzilerde kaldıktan sonra ayrıldık. Ama ilkin biz bir grup arkadaşla birlikte tepeye çıktık. Komutanımız Nazlıcan arkadaştı. Yine her zaman olduğu gibi öncü özellikleriyle yaşamı örgütlüyor ve görevlerde en önde yer alıyordu. O dönem iki kadın arkadaşın düşman uçaklarına karşı savunma gücünün geliştirilmesi için doçka kullanması gerekiyordu. Nazlıcan arkadaş daha önce doçka eğitimi gördüğünü, kendisinin bunu yapmak istediğini dile getirince Nazlıcan ve diğer bir arkadaş doçka kullanmaya başladı. Biz daha tepeye ulaşalı iki gün olmuştu ki hava saldırıları, havan atışları başladı. Doçka kullanmasına rağmen yaşamın her bir ihtiyacına canla katılıyordu. Örneğin savaş uçakları kazanlar yağdırırken her bir ihtiyacı gözlüyor ve yerine getiriyordu. Yine yaşamın ince ayrıntılarıyla birlikte ihtiyacını da karşılamaktan geri kalmıyordu. Her uçak geldiğinde Nazlıcan arkadaş ‘mutlaka bir uçak düşürmeliyim’ diyerek bir çocuk sevinciyle doçka kullanmak için büyük bir hızla yerine ulaşmaya çalışırdı. Yattığımızda battaniyelerimizi kontrol eder yerimizin sağlam olup olmadığına bakardı mutlaka. Düşmana olan öfkesi çok büyüktü. Bu öfkesini de hep düşmanda patlatmak istiyordu. En son ayrıldığımızda da yine gülüşleri ve dik duruşuyla bizi uğurlamıştı.”
Ve onu anlatmaya devam ettiler… Tek tek geçmişe dalarak unutulmaya ve unutmaya inat anlattılar yoldaşları. Yüreklerine nakşettiği gülüşleri ve umut dolu bakışlarıyla onu anlattılar. Yaşam sevdasını başka baharlara, başka nehirlere oradan da başka denizlere aksın ve hayat versin diye diğer çiçeklere anlattılar. Bu davadaki mücadelesini özgür yarınlara taşıma sözünü vererek anlattılar onu.
Mücadele Arkadaşları
Tekoşer yoldaşa Kürtlerin ikinci Mani’si diyor mücadele arkadaşları. Bilindiği gibi Mani, Zerdüşt peygamberin insan, doğa ve canlı sevgisini, kadın erkek eşitliğini, insan iradesine olan bağlılığını, İsa peygamberin insan sevgisiyle birleştirmiş, insanların savaşmadan barışarak bir arada yaşamalarını, doğayla bütünleşerek, hayvanları, bitkileri, taşları bile incitmeden yaşayabileceklerini söylemiştir. Bunu bir din, bir inanç haline getirmiş bir filozoftur. Bir özgür yaşam filozofudur.
İşte Onun yol arkadaşları da Tekoşer arkadaşı aynı özelliklerinden dolayı Mani’ye benzetiyorlar. Kime sorsanız “Tekoşer mi, karıncayı bile incitmez, tertemiz bir yoldaş” diyorlar. Duydukça insanın yüreği büyüyor. Ondan söz edilmesi dahi insanda bir temizlenme, bir insanlaşma, insanca yaşama istemi uyandırıyor.
‘Dışarıdan gelen insanı kirletmez, içinde olmadıkça’ diyor İsa bu söz Tekoşer arkadaş içinde geçerliydi. Tekoşer yoldaş da hiçbir kötü alışkanlık almadan temiz özünü korumayı başarmış bir insandı. Bu nedenle Önder Apo’nun felsefesiyle tanışınca hiçbir zorluk yaşamadan çok çabuk içselleştirip kararlı adımlarla yürümeyi başaran ve her yoldaşının yüreğinde en güzel ve sarsılmaz yere yerleşen bir gerillaydı.
Maraş-Afşinli olan Tekoşer yoldaş 1962 doğumlu olup 1997 yılında özgürlük saflarına katılmıştır. Partinin en hassas çalışmalarında yer almış, çalışmalarına eksiksiz yapmıştır. Tüm görevlere yaklaşımı çok titizce olduğundan her işinde sonuç alıcılığı bilinir olmuştur. Güvenilir kişiliğinden dolayı, birçok hassas çalışmayı parti ona vermiş, onun iradesinden, iş disiplininden ve bağlılığından emin olan yoldaşları da bu güveni her an onda görmüşlerdir.
Parti çalışmalarında eski ve yetkinleşmiş, özellikle kişiliğiyle bu yetkinliği yaratmış bir arkadaşımızdı. Yaşamda az konuşur ama duruşuyla PKK’nin eski militanlarının duruşunu ve heybetini yansıtırdı. Saygınlığıyla bulunduğu ortama saygınlık ve ciddiyet katardı.
Doğanın ve hayvanların dilini çok iyi anlayan ve insana olan sevgisiyle bütün arkadaşlarının gönlünde yer edinmeyi hiç zorlanmadan başarmış biriydi. Toprakla uğraşmayı sever, ekim işlerini çok severdi. Onun Kürdistan dağlarına, Zagros eteklerine ektiği fidanları Zagros’u bilen her gerilla bilir. Fidan ekmeyi çok büyük bir zevkle yapardı. Bundan büyük heyecan duyardı. Bitkilerle adeta konuşurdu. Asla yersiz ve sebepsiz bir yoldaşını kırmaz büyük saygı be sevgi duyardı arkadaşlarına. Bir karıncayı bile incitmezdi. Bir çocuk kadar saf ve samimiydi.
Kapitalizmin bireyci ve maddiyatçı yanlarını bilince çıkardığından bireyciliğe ve maddiyatçılığa büyük öfke duyardı. Bencilliği asla tahammül edemezdi. Maddenin insanı köleleştiren yanını çok iyi görmüş, yaşam tecrübesi edinmiş ve elini eteğini maddi dünyanın kandıran yanından çekmiş bir yürek savaşçısıydı Tekoşer yoldaş.
4 Nisan da Önderlik bahçesinin yapımında büyük bir emek ve çaba göstermişti. 4 Nisan akşamı gidip büyük bir araziyi gezmiş, yüzlerce fidan kesip hazırlamış, bir sürü meyve ağacı gidesi getirip akşamdan suya koymuştu. Yarın 4 nisandı ne de olsa, Önder Apo’nun doğum gününe atfen gerillalar ağaç dikiyordu. Tekoşer yoldaş da bu yeni doğumların en güzel hazırlayıcısı olmuştu. Bizde en güzel olmak en fazla emek vermek ve emeğini toprağa kök salan ağaçlar gibi sağlam sonuçlara ulaştırmakla mümkün oluyordu. Tekoşer yoldaşın zaten her zaman yaptığı da buydu.
Sabah güneşin doğuşuyla bir çocuk kadar heyecanlı ve moralli bir şekilde guruba öncülük etmiş becerikli elleriyle bahçenin projesini çizmiş, arkadaşlara anlatmış, özenerek toprağı kazarak kanalları hazırlamış ve bu konudaki tecrübeleriyle diğer arkadaşların da fidan dikimine yardım etmişti. Bahçeyle bizzat ilgilenmişti. Her karışında onun teri vardı. Su kanallarını kendi elleriyle kazarak toprağa tutunan fidanları suya kavuşturmuştu.
Tekoşer yoldaşı çalışırken gören herkeste çalışma azmi ve istemi gelişir ve daha fazla çalışırdı. Çünkü o yaptığı işi severek yapardı. Hele toprakla uğraşırken bir başka olurdu. Aşkla dokunurdu toprağa. Baharla birlikte araziyi süsleyen otları toplar ve özenle hazırlar ve çok lezzetli yemekler yapardı. Yaş itibariyle diğer arkadaşlardan büyük olmasına rağmen hiç durmaz sürekli bir işlerle uğraşırdı. Hayata yeni başlamanın yüreğini genç tutmanın coşkusunu her an yaşar ve birlikte yaşadığı yoldaşlarına da yaşatırdı. Onu anlatmak için emek sözü tam da doğru bir kelimedir.
İnsanlarla nasıl diyalog kurması gerektiğini iyi bilir herkesle ilişkilenirdi. Genç arkadaşlarla doğru bir temel de ilişkilenir, yanlış bir yaklaşım gördüğünde bu yanlışlığı arkadaşlarına kavratarak aştırmayı esas alırdı. Ayrıca kendi kişisel eğitimini de ihmal etmez sürekli okur ve yanında sürekli Önderliğin bir eserini bulundururdu. Önderlik felsefesinde bilinçlenmeyi esas alır ve büyük bir aşkla bağlılığını her fırsat da belli ederdi.
Tekoşer yoldaşın karıncayı bile incitmeyen yapısına karşın düşmana karşı büyük bir öfkesi vardı. Bundan kaynaklı savaş cephesinde yer almak için her zaman kendini dayatırdı. Bedewe eylemine katılmak için kendini çok dayatmış, arkadaşların karşı çıkmalarına, hatta bir çok arkadaşın bu konuda sert tartışmalara girmesine rağmen bu eylemde yer almış, büyük bir heyecanla eylem hazırlıklarına katılmıştı. 5 Temmuz 2010 günü gerçekleştirilen eylemde Tekoşer yoldaş ölümsüz şehitlerimizin arasına katılmıştı.
Yaz ortasıydı.
Temmuz’un ilk günlerinde havaların oldukça ısındığı, yüreklerin kendi ısısına sığamayıp volkanlaşmak istediği zamanlardaydı. Toprağın güneşin rengine kendini yakınlaştırdığı, giderek sarardığı günlerdi. Böyle günlerde kendi toprağına benzemeye çalışan insanlar, altın yürekli Kürdistanlı devrimciler yüreklerini omuzlamış bir tarihi yeniden yazma yürüyüşüne çıkmışlardı. Bu yolculardan biri olan Tekoşer yoldaş, yolun en güzel, en sevilesi, en yürek paylaşanı ve en temiz hakikat arayışçısı olarak kendini yola katmış, kendi ölümsüzlüğüyle kendini yol yapmıştı.
Dilzar Dîlok
Mücadele arkadaşlarından Kurtay Faraşin Engin Sincer’i ölüm yıl dönümünde anlatırken, Avrupa’dan dağa bağlılığı, sevdalılığından ötürü kendini dayatarak geri özgürlük dağlarına döndüğünü, o yüzden arkadaşları arasında bu dağlar Erdalsız olmaz denmeye başladığını belirtti.
Avrupa’dan dönüşünde yaşamını yitirdiği kazadan önce Sincerle görüştüğünü, ortamlarını bir moral küpü düştüğünü belirterek, “ Ortamımıza bir moral küpü gibi düştü. Duygularım, düşüncem, yüreğim Botanda yitirdiğim arkadaşlarımadır diyordu. Her şeyim Botanda özgürlük dağlarındadır” diye konuştuğunu söyledi.
Yaşamın kendisini anlatıyordu
Sincer’in yaşamı, onun duruşu, onun kişiliği onu anlattığını belirten Faraşin, insanın onu kendi yüreğinde his edebilmesiyle birlikte anlatabileceğini söyledi.
Faraşin, Sincerle 1994 yılında PKK’nin direniş mücadelesinin en çetin dönemlerinde Botanda tanıştıklarını belirterek tanışmalarını şöyle anlatıyor, “Tanışmamız, Türk ordusunun ya kazanacağız ya kazanacağız sloganıyla PKK hareketine karşı geliştirdiği topyekun savaş konsepti çerçevesinde savaşı başlattığı bir dönemde oldu. Güçlü zorlukların yaşandığı bir yer olan Botanda tanıştık. 1994 yılı Ekim ayında Deriyê Kaçêde ilkkez görüştük. Kendisi o zaman Botanda hareketli birlikte manga komutanı görevini yapıyordu. Yanıma bir eylem dönüşünde gelmişlerdi. Eyleme giderlerken yanındaki Aziz ve Dılovan adındaki arkadaşlar mayına basmışlardı. O arkadaşları getirmişti. Getiren grubun sorumlusu oydu.
Çok genç ve birazda kısa boylu oluşu dikkatimi çekmişti. Çok genç, çok sevecen ve çok sıcak oluşu dikkatimi çekmişti. İlk gördüğümdee kan ter içinde ve birazda üzgündü. Üzüntü gittiği eylemin başarıya ulaşmaması bunun yanı sıra eylem arkadaşlarından ikisinin mayına basmasıydı. Ama ona rağmen ilk görüşte onun sıcaklığını, sempatik duruşunu, onun gençliğini görünce ona karşı içimde bir şey gelişti. Mesela sıcaklığı insanları ona yaklaştırma noktasında etkiliyordu. İlk görüşmemizde bazı güzel özelliklerini keşfettim. Ve hemen Kimdir, nerden gelmiş gibi sorular sormaya başladım kendime. Çok genç olmasına rağmen herkese yön verebilen, herkesini işini nasıl yapması gerektiğini söyleyen bir duruşu vardı. Doktoru çağırdı. Arkadaşları bıraktı ayaklarını açtı, herkes yorun ve uzandığı sırada o bunları yaptı. Arkadaşların ayak ameliyatında başından sonuna kadar başlarında kaldı. “
'95 Erdallı yılımız oldu
Engin Sincer’le asıl tanışmalarının95 yılında Güney Kürdistan’a geçerken birlikte kaldıkları Hareketli birlikte olduğunu söyleyen Faraşin, 95 yılında gelişmekte olan savaş hazırlıklarını yapmakla geçirdiklerini belirtti.
Faraşin o yıl Sincer’i daha yakından tanıma fırsatı olduğunu belirterek şöyle konuştu, “İşte o sırada Erdalı daha iyi tanıdım. Kişiliğini, komuta anlayışını, örgüt duruşunu, nasıl bir insan olduğuna dair en fazla o süreçte gözlemlerim oldu. Birlikte çalıştık. Sıcak, çalışkan, sevecen ve kabına sığmaz biriydi. O kış birlikte kaldık. Güzel anılarımız oldu. O kışı güvenlik sorumluluğu görevini de üslenmişti. Kamp subayının günlük görevlerini belirleyerek uyulması gereken kurallar haline getirmişti. Bu kuralları mecazi sözcüklerle yazarak yönetime asmıştı. Görevini yerine getirmeyen subayın arkadaşlara özeleştiri vermesini kurala bağlamıştı. Tekmil toplantılarına gelirken günlük subayın sorumluluğunu yerine getirip getirmediğine dair tekmilleri alıp yönetime gelerek talimnameye göre değerlendirdikten sonra toplantıya katılırdı.
O zaman ben, Masiro, şehit düşen Bışar arkadaş, Delil, Reşit, Kobanili Zuhat, Mardinli Rêber arkadaşlardan oluşan bir yönetimimiz vardı. Kendisi o zaman genel çalışmalarda en iyi katılan bir arkadaştı. Hepimizin bir çabası vardı. Ancak onun çabası daha farklıydı. “
‘Hepimizin işini o yapıyordu”
Sincer’’in hiçbir zaman çalışmaları kendi gücü ve kendisiyle sınırlandırmadığını bu yüzden kendisinde en fazla etki bırakan yönünün bu olduğunu söyleyen Faraşin, bu kadar enerjiyi nerden bulduğuna şaşırdığını belirtti.
O kadar istekli olmasına hayrandım. Nasıl yapıyordu diye merak ederdim. O kadar güçlü katılımı nasıl sergiliyordu. Ruhu, düşüncesi ve enerjisi beni hayrete düşüyordu. Hepimizden çok çalışıp katılım gösteren birisiydi diye konuşan Faraşin, örgütse, eğitsel ve pratik çalışmalara da aynı tempoyla katıldığını söyledi.
Sincer’in kaygısız, hesapsız bir duruşun sahibi olduğu, Apocu, ruh, bilinç ve ideolojiyle bütünleşmiş bir kişilik ve bir militan duruşu gösteren biri olduğunu dile getiren Faraşin şöyle konuştu, “ PKK’nin gizli ruhunu taşıyordu diyebiliriz. Onu her zaman kendime örnek aldım. Hepimizin işini o yapıyordu. Sınırsız bir insandı. Kendisine sınır koyan ve hesapla yaklaşan biri değildi. Onunki olağan üstü bir katılımdı. Bir devrimci ancak bu kadar kendisini katabiliyordu. En çok dikkatimi çeken yönlerinden birisi de buydu. Birde örgütsel, yönetimsel, yapısal sorunlar ve yaşamsal sorunları hiçbir zaman kendisine engel olarak görmedi. En fazla öne çıkan özelliklerinden biriside buydu.”
Sincer’in sorunlar karşısında zayıf düşen, çözümsüz kalan biri olmadığı, aksine üstesinden gelemediği sorun olmadığı ve sorun çözmede üretken yaratıcı bir yapısı olduğunu söyleyen Farşin şöyle devam etti, “Erdal, İnsanda bir mücadele ve iş yapma şevki geliştiriyordu. Onun olduğu bir ortamda insanın çalışamamazlık yapması düşünülemezdi. Moralsiz olması, insanın coşkusuz olması, insanın kaygılı olması diye bir şey söz konusu olamazdı. Çünkü kendisi öncülük eden, kendisi bunun başını çeken birisi olduğu için insanlar ister istemez, onun o genç yaşına, onun o sempatikliğine, o sıcak yaklaşımına, o katılımına, o güçlü iradesine uymamazlık, arkasından gitmemezlik yapamazdı. Onu dinlememezlik yapamazdı. Onun yaşam anlayışının kabul etmemek, onun pratik anlayışına katılmamak mümkün değildi.
Gabar onu olgunlaştırmıştı
’96 yılında ayrıldıktan 3 yıl sonra Botan’dan döndüğü sırada görüştüklerini belirten Faraşin şöyle konuştu, “’96 da ayrıldık üç yıl sonra Çatakta görüştük onunla. Görüşmediğimiz bu süre içinde PKK merkez komite üyeliğine kadar yükselmiş ve Gabar sorumlusu olarak Gabara gitmiş, oradan geri dönüyordu. Gabarın onu daha fazla olgunlaştırdığını gördüm. Komutanlığı ve kişiliği biraz daha oturmuştu. Uzun sürenin özlemi vardı. Görüşürken ikimizde sevinçten kanatlanıp uçacak gibi olmuştuk. Ama savaş örgütü ve gücüyüz ya o yüzden ancak bir gece beraber kalabilmiştik. O geceyi sohbetle geçirdik. Bize Gabarı anlattı gece boyunca.”
“Apo’cu Çizginin amansız savunucusuydu”
Sincer’in iyi bir asker, iyi bir komutan ve tüm arkadaşlarının sevgili bir yoldaşı olmasının yanı sıra iç ihanet ve tasfiyeciliğe karşı Apo’cu çizginin amansız bir savunucusu olduğunu ifade eden Faraşin şunları söyledi, “Örgüt tarihimizdeki Eylül toplantısı biliniyor, Kalkıp “önderlik bizden militanlık istiyor, bunu yapacaklar vardır diyerek” toplantıda Ferhat’ın sağ anlayışına net bir cevap verip toplantının doğrultusun belirliyor. Eleştiri yapma, çizgiyi savunma ve örgütü koruma cesareti bir insan ancak bu kadar gösterebilirdi.Net tavırlıydı. Kendi emeği , iradesi, çabası ve katılımıyla gelişti. Hiç kimseye dayalı bir gelişim olmadı onunki. Herkesin, cesareti, duruşu, anlayışıyla kabul ettiği bir komutandı. Kolay kolay insan beğenmeyen Botanlı arkadaşların göz bebeği olmuştu. Avrupa’dan katılmasına rağmen bütünleşme noktasında hiç zorlanmadı ve kısa sürede uyum sağladı. Onun insanlara sevdiren özelliklerinden biri de buydu. Uyum, dönüşüm, sorumlulukların gereklerinin yerine getirilmemesi gerekçelerine en iyi örnek Erdal’dı.”
Sincer’i anlatmanın çok zor bir şey olduğunun altını çizen Faraşin, “Tarihe, halka olan sorumluluklarının altına girmiş bir insan olarak ancak onunla yaşadığın zaman bunu his edebiliyorsun. Yaşayabiliyorsun. En fazla esas aldığım komutanlardan bir tanesiydi” dedi.
Duruşu, anlayışı, yürüyüşü, cesareti, mücadele azmi, kararlılığı, engel tanımazlığı arkadaşlarına güç verdiğini belirten Faraşin, Sincer’in halka karşı sorumluluklarını iyi bilen, küçük tali şeylerle meşgul olmayan birisi olduğunu söyledi.
Ondan bana hep güzel şeyler kaldı
Engin Sincer’den hep güzel şeyler öğrendiğini söyleyen Faraşin sözlerini şöyle tamamladı, “Erdal arkadaş savaşta savaşçı, siyasette siyasetçi, militanlıkta militan birisiydi. Nerde ne zaman ne gerekiyorsa ona göre kendisini uyarlayan, geliştiren bir arkadaştı. Sade ve mütevaziydi. Reklamı sevmezdi. O yüzden yaşarken bile tarihimiz ve halkımızın gizli kahramanıydı. Örgütün yükünü omuzlayanlardandı. Onun mirasını korumaya çalışacağım.Ona layık olabilme sorumluğuyla hareket edeceğiz. Onun ve yaşamının hakkını vermeye çalışacağız.
Avrupa’daydı ama yüreği beyni bu dağlardaydı. Bu dağların bir parçasıydı. İyi bir özgürlük savaşçısı ve arayışçısıydı. O yüzden ondan hep güzel şeyler öğrendim. Ondan bana kalan güzel şeylerle mücadelesini sürdüreceğim.”
Güneşin dağlar ardına kaybolup gittiği bir gece karanlığında, aldım acı haberi. Haberi veren sözcükler, birer şimşek gibi beynime çakmış, binlerce zehirli ok yüreğime saplanmıştı. Böyle bir gidişi hangi yürek, hangi beyin kabul edebilir ki? Gecenin karanlığında adımlanan yol, bir film şeridine dönüşmüştü. Ve öylece uzayıp gidiyordu. Birlikte geçirilen mücadele yılları, zamanla birlikte akıyordu. Çatlamış dudaklarım ve kurumuş boğazım, konuşmama izin vermiyordu...
Yol uzadıkça film şeridinde Gabar, Botan belirmeye başlamıştı. Gabar ve Botan’ı anımsarken, halay duran binlerce yoldaşın içinde Erdal arkadaşın hayali gözlerimde beliriverdi. Gabar, suskun ve mağrurdu. Gabar’ın acısı büyüktü. Gidişlere hiç alışamamıştı. Yıllardır nice umutlara beşiklik etmiş, çocuklarını büyütmüştü. Onlar, Gabar’ın bağrında “Ateşin ve Güneşin Çocukları”ydı. Agit’ten Erdal’a uzanan bir destandı onlarınki. Gabar, Botan ve bütün yeryüzüyle sözleşmişlerdi. Yeryüzü, aşkın yüzü oluncaya dek kutsal halaylarının ateşini hep büyüteceklerdi.
Onlar ki, yüreklere umut eken, beyinlere gerçeği kazıyandılar. Bu yüzden gidişleri acı da olsa, Agit’leri yetiştirmiş olmanın gururunu taşıyordu Gabar. Bütün kalleşliklere inat, karanlıklara ışık tutan çocukları olmuştu hep. Ve Erdal yoldaş da onların içlerinde yerini almıştı...
Çocuk yüreği, halkının acılarına ve yaşadığı zulme kayıtsız kalmasına izin vermemişti. Gerçeğin, bilgece dilini erken çözmüştü. Uzun yolları aşıp, hasretini çektiği ülkenin topraklarına kavuşmuştu. Yıllar önce ilk ayak bastığı yer, direnişin ve mücadelenin büyük mirasını devredecekti ona. Erdal yoldaş, bu mirası yaşam, mücadele, ülke ve özgürlük tutkusuyla daha da büyütecekti.
Halkının yaşadıklarını, yakılıp yıkılan boşaltılan binlerce köyü gezdiğinde görmüştü. Bir halkın yaşamı ve geleceği böyle yakılıp yıkılmamalıydı. Bunu hiçbir zaman kabul etmedi, etmeyecekti de. Yaşam uğruna verilen mücadele bütün zorluklara, imkansızlıklara rağmen büyütülmeliydi.
Ve Erdal yoldaş, o zaten Botan’da büyük bir emekle mücadelesini sergileyecekti. Çünkü, o Agit’in ayak izlerini taşıyan Gabar’da binlerce yoldaşının toprağın altındaki bedenlerini duyumsayarak yürüyordu. Onları dinliyordu. Onları yaşayarak ve yaşatarak devrim mücadeleye cevap oluyordu.
Toprağı incitmezdi. Bir çiçeği okşar gibi basardı toprağa. Onun için her şeyin bir anlamı vardı. Bunu da tüm yaşamında işliyordu. Yaşamıyla anlatmaya çalışıyor ve bu anlam derinliğinin en büyük ifadesini insana yaklaşımında buluyordu. Hassas ve duyarlıydı. Bir arkadaşına bir şeyler öğretmek, onunla ufak da olsa bir şeyler paylaşmak için günlerce uğraşıyordu. Kimi zaman da hiçbir söz söylemeden yapıyordu.
Yaşamın güç kaynağıydı. İnsanların çabuk ölmesine tahammül edemiyor, bir yoldaşını savaşın kızgın alanında kaybettiğinde yüreği volkan gibi patlıyordu. Bunun için savaşı, şahadetleri en aza indirecek şekilde planlardı. Hiçbir ayrıntı ve kuralı gözünden kaçırmazdı. Elinden gelen her şeyi her türlü tedbiri almaya çalışırdı. Onun için başarı her zaman esastı. Tabii bir başarıyla asla yetinmezdi. Her başarı onda bir coşku kaynağı olurdu. Ve başardıkça simasında farklı bir insanın resmi beliriverirdi. Çünkü o yaşamı seven ve kurallarını çok iyi bilen bir militandı. İkisinin kopmaz gerçeğini gören, soğukkanlı ve hakimiyet sağlayan gerçek bir komutandı.
O yaşamda da, savaşta da her zaman PKK’yi yaşayandı.
İnsan, emekle güzelleşen bir varlıktır. Ve Erdal yoldaş, bize emeğe olan bağlılığı öğretti: “Bir insan, emek verdiği şeyi sever. Çünkü emek, insanın bir parçası gibidir. Emek, yaratandır.” derdi.
Ve her gün doğumunda dağlarımız da, büyük bir komutanının doğuşuna tanıklık eder...
Erdal yoldaş, yaşamın ve mücadele tarzın, bizlere bir talimatındır.
Reyhan Gabar
Zamanın devinen çarklarında geçmiş ve gelecek arasında gider gelir benliğimiz. Anıların iz düşümünde dolar her bahar yüreğimiz. Belki de zamansız gidişlere, terk edişleredir sitemimiz. Kâh hüzünlenen, kâh burkulan… Anıları buruk bir sevinç yaratan…
Öylesi anlar vardır ki, gözlerimiz birilerini arayarak bakınır boylu boyunca efsunu kâinata… Ve bir anda kendimize gelir, aradığımız güzelliğin yokluğunu hissederiz yüreğimizde… Oysa onu uzaklarda aramaya ne hacet… Aranan içimizde, yüreğimizde anıların iz düşümünde durur öylece. Bundandır ki, gözlerim seni her aradığında yüreğimde saklı gülüşüne takılır gönül gözüm. Öyle içten, öyle sade ağız dolusu gülüşüne yoldaşım.
Sabahın ilk saatlerinde bunaltıcı, tuhaf bir can sıkıntısı doldurmuştu yüreğimi. Elbette ki biliyordum sebebini. Her zaman olduğu gibi seni yazmak isteyip de yazamamanın sancısıydı yaşadığım bu durum. Ruhumdaki çaresizliğimin ifadesiydi bu derinlerde yaşadığım sıkıntının adı. Unutulmasına izin vermeyeceğimiz, sayısız kahramanlıklara tanıklık etti bu kutsal mekânlar… Ancak unutulmaması için ne kadar cesaretli olabildik? Kaç zamandır sorup duruyorum kendime…
Evet, cesaretli diyorum, çünkü seni yazabilmenin gücünü yaratmak yaklaşık iki yılı buldu. Sende bilirsin ki, bu topraklarda savaşmış, yüreğini halkının özgürlük mücadelesi yoluna armağan etmiş her şehidi anlatmak cesaret ister. Yoldaşının özgürlük tutkusunu, sevdasını anlatabilmek büyük ama büyük cesaret ister. Bu öylesine bir cesaret sınamasıdır ki; neresinden, nasıl başlayacağının naçar ruh halleri çöker yüreğine…
Kalemi eline alacak cesareti bulmak için kendinle çetin ama güçlü bir savaşa girişirsin. Bu iç muhasebenin sonunda bazen yüreğin, bazen bedenin yorgun düşer. Adeta binlerce sual beynine hücum eder. İşte bundandır yoldaşım, şahadetinin ikinci yıl dönümü yaklaşırken dahi bu kadar ürkek, bu kadar cesaretsiz kalışım.
Ve onca demden sonra bugün, bu saatte, zamansız gidişin yüreğimizi sızlatsa da tüm cesaretimi toplayıp seni anlatmaktır bize düşen. Özgürlük tutkunu, azimle, inançla örülü yaşam gerçeğini… Ama tanıyan, ama tanımayan tüm insanlara... Yüreği kadın sevgisi, ülke sevgisi, gerilla sevgisi ile dolu seni. Anlatmak ve anlatabilmektir tek gerçek olan. Kalemimin vuruşu her sözcükte titrese de ürkekçe…
Önderlik " anılarla sözleşmek, kararlaşmak istiyorsanız, kendinizi yaratmalısınız" derken şehitlerin ardında bıraktıkları yarım kalan özlemlere, umutlara, sevinçlere, emeklere ve yaşama yükledikleri anlamlara daha fazla sahiplenip mücadelesini yükseltmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla anılarla sözleşmek, şehitlerin özgürlük tutkusunu her koşulda yaşamsallaştırmakla özdeştir. Anılarıyla sözleşmek bu değere sahiptir. Şehitlerin anılarıyla sözleşen önderliğimiz bunu en temel yaşam felsefesi haline getirdi.
İşte sende mücadele tarihin boyunca "yanı başında duran yoldaşımın sevinci benim sevincim, üzüntüsü benim üzüntümdür" der ve bu yaşam anlayışı, felsefesiyle sarılırdın özgürlük mücadelesine.
Sürekli yeni mekanlar keşfetmenin, yeni insanlarla tanışmanın insanda daha farklı bir anlam yarattığına inanarak vururdun kendini uzun ince patikalara… Ne kadar uzun olursa olsun önemi yok. Ne kadar zorlu olursa olsun, önemi yok. Çünkü o patikalarda onlarca kahraman yoldaşın ayak izlerini takip etmenin sevinciyle dolardı yüreğin. O yollarda hakikat, o yollarda sevgi, o yollarda özgürlük vardı. Ama birde de ayrılık… Ve işte yine o yolların ayrılık vaktindeydik. Ve yeni bir ayrılığın zamanı gelip çatmıştı. Kürdistan'ın farklı farklı parçalarını görme, yoldaşlarınla buluşma heyecanıyla Şaho bölgesine yöneldin. Bilmediğin, görmediğin yerlere varmak, başka kültürleri tatmak, başka dillerden yanık türküler dinlemek istedin. Ülkenin her dağında, her alanında gerillacılık yapmak, bu coğrafyanın tüm güzelliklerini, daha yakından görmek ve kucaklamaktı amacın. Çünkü eşsiz güzelliğe sahip, doğa harikası Kürdistan topraklarında yaşamak büyük bir şanstı ve bu şans gerillacılıkla taçlanmaktaydı. İşte bundandır oldum olası severdin yolculukları. Aslında kendini ve yeni şeyler keşfetmek için severdin yolculukları… Yolculuklara uzanan uzun ince patikaları. Patikaların yolcusu gerillayı…
Gitmeden önce söylediğin sözler yankılanıyor kulaklarımda. "Gitmek mi zor kalmak mı zor?" Gideceğine birçok üzülen yoldaşın gibi bende çok üzülüyordum. Kolay değildi elbette. Ancak bir taraftan gitmek istemenin heyecanı, bir taraftan ayrılığın hüznü öylesine etle tırnak gibiydi. Aslında ne kadar belli etmesek de aynı duyguyu yaşarız her ayrılık anı gelip çattığında. Herkesin içinde bir burukluk, bir hüzün vardır. Bizi bekleyen yeniliklerin sevinci kadar, geride bıraktığımız yoldaşların hasreti, özlemi çöker yüreğimize. Naçar bir ruh halidir benliğimizi kasıp kavuran. Ancak tüm bu sıra dışı ayrılıkların acısını dindiren, bildiğim tek bir şey vardır. Her hicran daha güçlü buluşmalar içindir bu dağlarda, bu kavgada.
Yoldaşlarından ayrılma düşüncesi yüreğinde inceden inceye bir sızı yaratsa da, farklı ortamlarda kendini keşfetme arayışı, gideceğin alanda farklı kültürleri tanıma fikri seni heyecanlandırıyordu. Adeta gözlerinin içi gülüyordu. Gitmek mi zor, kalmak mı zor sualine verdiğim yanıt derin bir sessizlik olsa da, itiraf etmeliyim ki, ardında kalmaktı benim için zor olan. İşte tüm bu duygu çatışmasının sonunda o gün gelip çatmıştı. Son hazırlıklarını tamamlayıp, çantanı sırtına, canından çok sevdiğin silahını omuzu atmıştın. Günlerce arşınladığımız Xınere patikalarını bu defa son kez seninle adımlıyorduk. Ve bu patikadan dönüşün, sensiz olacağı düşüncesi şimdiden yüreğimi kavuran bir yoldaşlık özlemine dönüşüyordu içimde.
Özleyecektim, yaşam dolu gülüşlerini…
Özleyecektim, sıcacık yoldaş canlısı yüreğini…
Özleyecektim, hummalı sohbetlerini…
Özleyecektim, dostluk kokan seni…
Seninle çıktığımız her görev yolculuklarında genellikle sıcacık sohbetlerin baş aktörü olan sen, bu defa yer değiştirmişti. Senin bu sessiz, sükunet hallerine alışık olmayan ben, adeta senin yerini almıştım. Bu duruma hiçte alışkın olmayan ruh halim havadan, sudan konuştursa da, diğer türlüsü konuşmak, biliyorum dokunacaktı yüreğimize…
Arkadaşlara ulaştıktan kısa bir süre sonra, ayrılık duygusu iyice perçinleniyordu. Her ne kadar ayrılık acısını hissettirmek istemesem de, önüne geçmeye engel olamıyordum. En son arkana bakıp el sallarken, bana yazmayı unutma diye seslenişindi tek hatırladığım.
İşte, bir yaz mevsiminin tam ortasında ayrılırken seninle, ikinci ayrılığın 17 Temmuz 2011 de olacağı gerçeğinden bihaberdim aslında. Ancak ayrılıklar özgür ve yeni bir yaşamı yaratmaya doğru büyük bir inanç ve özveriyle adımlanarak yaşanıyordu biçimi ve zamanı fark etmeksizin.
Birçok kez yolculukları çok sevdiğini, hele özgürlük mücadelesi olan bu yolun yolcusu olmak için gereğinden fazla gerekçen olduğunu söylemiştin. Ve sonra soyadını aldığın küçük Onur'un hikayesi ile başlamıştın gerekçelerini bir bir dizmeye.
Arka soyadın Onur'du ve bu senin için iki anlam ifade ediyordu. Öncelikle Onur; haysiyet demekti… Her Kürt ferdinin bu haysiyeti koruması, özgür kimliğini yaratması için zorlu ama bir o kadar da erdemli davayı omuzlaması gerekiyordu. Ve sen bunun gereğinden fazla bilincindeydin. Yüreğinde hissediyor ve yaşatıyordun. Halkını kölelikten, kadınları ezilmekten, çocukları baskıdan kurtarmak için özgür bir yaşamı inşa etme mücadelesine giriştin. Özgürlüğü yaşamın vazgeçilmezi olarak benimsedin. Yürüttüğün mücadele her zaman çok inançlı ve kararlıydı. Bu kararlılığın ve iddianın kaynağında ise önderliğe olan bağlılığın vardı. Önder Apo'ya layık bir kadın yoldaş olabilmek için sürekli kendini geliştirdin. Dolayısıyla Önderliğe olan yetersiz yoldaşlığı ancak bu şekilde aşabilir ve kadın olarak kendi öz gücümüze bu biçimde ulaşabileceğimizi idrak ediyordun. Ve bunun gerekliliklerini her zaman yerine getirmek için büyük bir mücadele veriyordun.
Onur’un sendeki diğer anlamı ise toprağa erken düşen körpe bir yürekti. Canından çok sevdiğin küçük yeğenindi Onur. Ve her Kürt çocuğu gibi, Onur da ülkesi tutsak edilen topraklarda açmıştı gözlerini dünyaya. Henüz kıyısında gezindiği hayatta, onu neleri beklediğini bilmiyordu. Yasaklı bir ülkenin, yasaklı bir gülüydü. Dolayısıyla o gül büyümeden, serpilmeden koparılmalıydı dalından. Bu sömürgeci sistem bin yılları aşkındır kendini bu zihniyetle besliyor ve var ediyordu. İşte böylesi bir ortamda yediden yetmişe Kürt halkının özgür yaşam şiarıyla sokaklara döküldüğü bir anda, büyük bir direniş sergilerken katledildi. Annesi ile katıldığı bir eylem mitingde düşmanın hunharca saldırısı sonucu panzerin altında kalarak şehit düşmüştü. Onur küçük bir Kürt çocuğuydu, ancak yüreğindeki cesaret dünyalar kadar büyüktü. Çünkü o yıllardır direnen Kürt halkının çocuğuydu. Direniş bayrağını devir alacak, geleceğe taşıracak olandı. Bu yüzden düşman özgürlüğü haykıran Kürt çocuğundan dahi korkuyor ve ürküyordu. Ve sen bu olayı her anlattığında gözlerin dolardı. İçinde bir ukde olduğu gün gibi aşikardı. İşte bu nedenle Onur, başta olmak üzere tüm Kürt çocuklarının daha özgür yarınlara merhaba demesi için gönlüğünü bir kez daha vururdun dağlara… Özgürlük kavgasına… Özgür yaşamı yaratmanın arayışıyla düne, bugüne ve yarına sarıldın. Bu nedenle direngen, azimli ve inatçıydın. Evet, bu özelliklerin beklide en belirgin yanlarındı.
"Patikalara vurdukça ruhum geçmişin iz düşümünde yol alıyordu ve onlarca kahramanı kucaklıyordu. Kimisini hiç görmemiş tanımamıştım, kimisi ise kalbimde yer edinmiş, kimimin gülüşlerine, kiminin hüzünlerine, kiminin gözyaşına, kiminin sevdasına, kimin özlemine tanık oldum."diyerek yoldaşlarının umutlarını paylaşıyordun. Paylaştıkça kendini var ediyordun.
Türkiye metropollerinde, İzmir'de doğup büyümene rağmen kendi köklerinden hiçbir zaman kopmamış, dağlara, gerilla yaşantısına sonuna kadar gönül vermiştin. Gerillaya olan tutkun insanı kendine çeken en büyülü yanındı. Bunu fark etmek hiçte öyle zor değildi. Birçok insan ilk sohbetinde senden etkilenirdi. Paylaştığın her yoldaşta bir iz bırakır, edindiğin deneyimleri büyük bir heyecanla paylaşırdın. Her defasında yeni bir şeyi keşfetmenin merakıyla, coşkusuyla yönelirdin hayata ve de insana…
Şahadetinden önce seni son kez görememek beni çok etkilemişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra en son ayrıldığın bu mekanlara bu defa sen yokken gelmiştim. En azından bir nebzede olsa vicdanımın acısını hafifletmek ve hayatımda oluşturduğum bir keşke'nin daha acısını sarabilmekti umudum. Naaşının Kandil mezarlığına geldiğini duyduktan sonra ne olursa olsun seni ziyarete gelmeli ve o güzel yüreğinin affına sığınmalıydım. Her ne kadar benim için zor ve geç olsa da…
Kandil'e o gün geldiğimde çok farklı bir duyguyu yaşamıştım. Sanki seni yıldızlar ülkesine uğurlamamış ve hala oradaymışçasına her şey çok canlıydı. Seninle kalan, senden bahseden tüm arkadaşların yüreği senle doluydu. Seninle tanışmak onlar için bir onurdu. Bunu hemen hemen tüm arkadaşlarda gördüm ve hissettim.
Adımladığın tüm patikaları, kaldığın her yeri bir bir gezdik. Seninle birlikte kalan arkadaşlarla uzun uzun sohbetler ettik. Bazı arkadaşlar adını, bazı arkadaşlar soyadını almışlardı. Her gerilla onlarca küçük Onur'un intikamını almak ve bu topraklarda yaşayan esmer tenli çocuklar için bir kez daha seninle, ardında bıraktığın mirasla mücadeleye sarılıyordu.
Seninle kalan yoldaşlar "Sarya heval komutanımızdı" derken o kadar büyük bir onurla bahsediyorlardı ki, onlarda yarattığın derin izleri görmek hiçte öyle zor değildi. Seni anarken "yaşam dolu, cana yakın, içten, bağlı ve gerçek bir komutandı" diyorlardı. Her an onlarla yaşıyor ve yaşatılıyordun güzel yoldaşım. Bu bir özgürlük militanı için paha biçilmez bir onur ve azametti. Sen bunu layıkıyla yaşatan özgürlük militanıydın. Sevgiye yüklenen tanımın ötesinde sevginin anlamını dağlarda yaşadık, yoldaşlık sevgisinde tattık. Birlikte ağladık, birlikte güldük. Ortaklaştı umutlarımız, ortaklaştı değerlerimiz, ortaklaştı kavgamız… Güneşte buluştuk, insan olmanın onuruyla, kadın olmanın erdemiyle.
Seninle çocuk, seninle yoldaş olmak başkaydı dağlarda. Çocuklar kadar ruhunu özgür bırakır, dolu dolu yaşardın her türlü ruh hallerini. Gülünce ağız dolusu gülen, ağlayınca çekinmeden, sıkılmadan ağlayan... Bir devrimci olarak halkının sorumluluklarını derinden yaşayan militan ruhun, bazen bir çocuk ruhuyla, bazen bir sanatçı, bazen de bir şairin ruhuyla akardı yaşama…
Sendeki bu ruh güzelliğine değinmişken yaşadığımız bir anıyı anlatmadan geçemeyeceğim. 25 yaşına gelmiş olsan da arada bir kaçamak yapıp çizgi film izlerken yakalardım seni. Seyrederken kahkahalara boğulur, ortak olmam için davet ederdin. Bazen direk, bazen çekinken bakışlarla. Annenin çoğu kez, senin için hiç bir zaman büyüyemeyeceğini ve çocuk olarak kalacağını söylerdin. Aslında çocuk olmayı, çocuk kalmayı tercih ederdi bir yanın. Çünkü masumiyetin temsili olduğu gerçeğiyle sarılırdın bu yanına. Gerçi insan çocukken o dönemin değerini bilemiyor. Sürekli bir büyüme telaşı ve istemi içinde oluyor. Ama çocuk olmak sadece o yaşta, o çağda olunabilecek bir şey değildir elbette. İnsan istediği zaman çocuktur ve herkesin içinde gizlediği bir çocuk yanı vardır mutlaka... Bazılarımız bu duygunun kıyısında bazılarımız tam ortasındadır. Özcesi sadece bazılarımız bunu daha derinden yaşar. İşte sen bu çocuk ruhunu korur, sade ve içten yaşardın yoldaşım.
Özgürlük mücadelesi içinde seni en çok etkiyen şeyin yoldaşlık sevgisi olduğunu her fırsatta dile getirir ve bu ilkenin gereğince yaşamak isterdin. Bu bir anlamda yaşama kendinden doğru yenilikler katma arayışıydı. Bunun iddiasıyla çoğu zaman sarıldın görevlere. Özgürlük iddian her zaman büyük, önderlik ve şehitlere olan bağlılığın çok derindi. Dolayısıyla bu vicdan ve ahlakın gereği bulunduğun tüm alanlarda öncülük misyonunu hep yerine getirdin. Onurlu bir yürüyüşün, iradeli bir duruşun sahibi olmak kadar, birde elindeki fotoğraf makinenle gerillanın sanatçı ruhunu yaşattın. Her gerillanın birazda devrimci romantizmi yaşaması, koruması gerektiğine inanırdın. Çünkü devrimciliğin kendini yeniden yaratmak, kendini yeniden kökleriyle buluşturmak olduğu açıktı. Devrim ve devrimcilik kendini bil ilkesinden hareketle büyük bir titizlikle ve emekle yaratılan bir sanat anlayışıydı. Ve sen bu duygulu yüreğe sahiptin. Dağlar ve gerillacılık devrimci romantizmin kalbiydi. İşte tamda bu noktada tüm bu güzellikleri bir arada buluşturup, önce kendi yüreğine, daha sonra onlarca yüreğe akıtıyordu çektiğin tüm fotoğraf karelerin. Bazen bir fotoğraf karesinde, bazen omuzladığın silahın hakkaniyetinde.
Bir gerilla olarak, silahının hakkaniyetine inandığın kadar, fotoğraf çekme tutkunla da bu gerçeği, fazileti yansıtmaktı amacın. Gerillayı, dağları fotoğraflamak bunun açık ifadesi olurdu. Fotoğraf çektiğin zaman gerçekten mutlu olduğunu belirtir, yüreğine dokunan her bir kareyi, onlarca yüreğe dokundurabilmek için sarılırdın fotoğraf makinene. Her paylaşımın beklide farklı farklı yolları vardı. Tıpkı yazmak yada konuşmak gibi. Ancak sendeki fotoğraf çekmekti. Fotoğrafta yansıyan zamanın tılsımını hisseder ve bu tılsımın herkesçe görülmesi gerektiğine inanırdın. Dolayısıyla gerillanın gizemini, yoldaşlığını, sevgisini, özgürlük tutkusunu ifade eden her kareyi paylaşabilmekti seni mutlu eden. Belki de seni sen eden... Çünkü o anda tarihin yaşandığını, gerillanın tarihi yarattığını derinden yaşıyordun. Zamanın, içinde bulunduğun anın farkındalığını kavrıyor ve derinlerde hissediyordun.
Mücadele tarzında pes etmeye, geri adım atmaya asla yer yoktu. Çünkü zorluklar karşısında pes eden, geri adım atan pasif, edilgen kişiliği hiçbir zaman kendine kabul etmiyordun. Bundandır haksızlığa asla boyun eğmiyor, söylenmesi gerekeni hiçbir koşulda esirgemiyordun. Tıpkı yüreğin gibi dilinde yalındı. Çok canlı ve girişken olduğun için insanlarla çabucak diyalog kurabiliyor ve dünyalarına açılabiliyordun. Yüreklerinde yer ediniyor ve kendini sevdiriyordun. O kadar girişken bir yapın vardı ki, kabına sığmayan cıva gibi. Sürekli hareketli, enerjik.
Yaşamında yenilgiye yer vermez, başarı en büyük tutkundu. Dolayısıyla yeni başarılara adım atmanın inancıyla, kararlılığıyla hiç bilmediğin, tanımadığın mücadele sahalarına yöneldin. En son Şaho alanına yönelirken de cesaretini, umudunu, başarma hırsını asla kaybetmedin. Senin için yeni alan olmasına rağmen bu alanı çok sevmiş ve adeta yıllardır orada savaşçılık yapmış gibi hiç geri durmamışsın. Buna hiç şaşırmadım, çünkü senin zorluklarla kendini var ettiğini, hayatının en zorlu demlerinde dahi güçlü, iradeli olmayı başardığın açıktı.
Önderlik ‘duygulu insanlar pratiğe yöneldiklerinde büyük olurlar’ demiştir. İşte sen bu büyük hedeflere iradeli kadın duruşunla, duygu yüklü dünyanla, teori ve pratiği bir yaptın. Çok kısa bir süre içinde pratikleştin, kendini geliştirdin ve eylemselliklerde yer almak için kendini dayattın. "Verdiğim sözlerin eyleme dönüşme zamanı" diyerek, mücadelene daha fazla anlam katmaya çalıştın. Önderlikten aldığın güçle, düşünce dünyanı aştın. Bin yıllardır dar ufuklara hapsedilmek istenen düşünce kalıplarını yıktın. Ufkunun sınırlarını doğa anaya ulaşmak için zorladın. Verili olan tüm sınırları aşmanın heyecanı ile pratikleşmek, güçlü eylemlerin sahibi olmak istedin. En son eylemde fedaice katılım biçimin bu yaşama yüklediğin anlamın ta kendisiydi. Basit yaşamayacak, sıradan katılımı kendine kabul etmeyecektin.
Yukarıda da belirttiğim gibi şahadetinin ikinci yıl dönümü… Yokluğun her ne kadar zorlasa da yüreğimizi, senin gibi yoldaşlara sahip olmanın onuruyla her geçen gün büyüyor ve çoğalıyoruz. Kalemim cesaretimin tüm sınırlarını zorlayarak yazıyor olsa da seni, nafile çok yetersiz kaldığını biliyorum inan. Yazdıklarım ancak senin duygu deryanda bir damla mürekkebi ifade eder. O yüzden sana ait bir dize ile tamamlamak en doğrusu olacaktır.
hem kimlik savaşçısı bir kadın gerilla,
hem de hürriyetini düşlediğim ülkemi fotoğraflayan
biri olmak.
bunu yaparken dağı ve özgürlük savaşçısı kadınları
objektifimden sunarken sizlere
uzun patikalarımızdan, yürüyüşe çıkartırken hayallerinizi,
karelerin, gözlerinizle ilk buluştuğu anda
bana düşen ‘hoş geldiniz’ demek.
Evet, sen Kürdistanlı kadınların, başta olmak üzere tüm kadınların dağ yürekli kadın yoldaşı oldun. Bu görkemli dağların asi, hırçın ve düşmana geçit vermeyen en güzel yanıyla özdeşleştin. Hem de düşmanın yüreğini delice titretircesine.
Bilirsin Kürtlerde dağlı olmanın anlamı bir başkadır. Belki ondandır Kürt halkı gerillayı bu kadar derinden yüreğine bastı, gerillayı kendinden bir parça bildi. Dersim, Ağrı, Amed isyanlarına tanıklık etmiş bu topraklarda direniş öyle kolay yok edilemezdi. Bu topraklar direnişin kalesi, direnişin ana rahmiydi. İşte sen yaşama tekrar tekrar sarılmanın kudretini yansıtan yiğit Kürt halkının isyancı geleneğiyle büyüyen, bu mirası dev aralan bir hareketin militanı, kadın gerillasıydın. Ve bizlere bıraktığın silahı şimdi yüzlerce, binlerce gerilla omuzlayarak adımlıyor bu patikaları. Seni anıyor, seni anlatıyor, anılarınla yaşıyor bu dağ yürekli yoldaşlar… Bu dağlı kadınlar…
Dün olduğu gibi bugünde tarihe adını yazdıran kahramanların anılarıyla büyüyor, anılarıyla çoğalıyoruz. Önderlik anılarla sözleşmenin kutsallığına inanarak tüm bu değerleri yarattı. Dolayısıyla anılarla sözleşmek; özgürlükle sözleşmektir. Özgür yaşam kimliğiyle sözleşmektir. Onurlu Kürt duruşuyla sözleşmektir. Yaşam değerleriyle sözleşmektir. İsyan ateşiyle sözleşmektir. Sevgiyle ve en önemlisi de kadının özüyle sözleşmektir.
Arya Andok
Yeryüzünde ilk olarak, düşünebilen canlı varlık adına, insan bir tarih yazdı. Önce adını bereket, kutsallık ve doğal yaşam koydu. Sonra yazılan tarihin adı değişerek; bereketin yerine tüketim, kutsallığın yerine lanetlilik ve doğal yaşamın yerine de yapay yaşam adını koydu. Zaman ilerledikçe tarihe yeni şeyler eklendi. Savaş, talan, yok etme, baskı ve sömürü hüküm sürdürülerek yaşam, ezen-ezilen çelişkisiyle her geçen yüzyıllarla birlikte, günümüze kadar bir kültür haline getirilerek devam etti. Yeryüzünde varlığını toplumsallaşarak koruyan insan, kendi kendisine hüküm sürdüğü gibi tüm doğaya da hâkim olmaya çalıştı. İnsanlık artık kendisini bir cendereye almıştı. Peki, paylaşılmayan ya da anlaşılmayan neydi?
Her ne kadar şiddet ilk etapta insanın kendisini, topluluğunu korumaya dayalı gelişmiş olsa da, bu durum gittikçe yerini sömürmeye bıraktı. Güçlü-güçsüz, büyük-küçük, az-çok, hâkim olma ve hükmetme olguları insanlığı kanla yazılan tarih sayfalarıyla tanıtmaktadır. Bu zihniyetin ürünü olarak Kürt halkında da, savaşlarla talan edilmedik, baskıyla yok edilmedik hiçbir şeyleri kalmayan bir halk gerçekliği açığa çıkarılmıştır. Kendisi olmayan zavallı bir konuma düşürülmüştür. Birçok kez isyan etse de bastırılarak kültürsüz, dilsiz bırakılmak istenmiştir. Parçalanmış bir ülke, iradesiz kılınmış bir halk, kendisine ait olmayan bir düşünce ve kişilik. Kısacası yok edilmedik hiçbir şey kalmamıştır. Kürt halkı için tarih, baş aşağıya gidişin tarihi olmuştur. Bu tarihi değiştirmek ancak önemli kişiliklerle mümkündür. Bu nedenle tarih her zaman halk önderlerini bağrından yaratmıştır. Tarih, kanlı savaşların sayfalarını çevirirken, özgürlük tutkusunu türkülere, ezgilere dönüştürenleri de bu sayfalara yazmayı unutmadı. Bu da tarihin mirası olarak kendisini tarihi önder kişiliklerde ifade etti. Bu gün eğer tarihimizin kirli sayfalarını görüp, yeniyi arayışa çıkıyorsak bunu, bu büyük Önder kişiliklere borçluyuz.
İşte Zilan da Önder kişiliklerden biridir. Tarihin bu kirli akışına dur deyiş çığlıdır. Zilan tarihin kuytularında inim inim inleyen kadının öfke tufanıdır. Bedeni parçalara ayrılmış, her bir parçasına roller biçilmiş, sadece erkeğe hizmet için var olan, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılan, evin süslü kuşu misali kafeste tutulan kadının özgürlüğe uçuşu yani insanlığın mezbahalardan geçiriliş anında, haykırılan isyan çığlığıdır, Zilan. Tüm gericiliğe, sömürgeciliğe karşı insanlık onuruna sahip çıkışın adıdır. Zilan gerçeği, erkeğin kadın karşısında kendisini her yönlü daha derin ve daha köklü ele almasına ve sorgulamasına büyük cesaretin adı olmuştur.
Peki, kendisi olmayan bir halk içinden böylesi bir Önder kişilik nasıl ortaya çıktı? Zilan gerçeği, Kürt halkında neleri geliştirdi? Özgürlük mücadelesi içinde neleri değiştirdi?
Önderliğimize karşı geliştirilmek istenen uluslararası komployu güçlü bir biçimde çözümleyerek, düşmanın halkımız üzerinde yürüttüğü böl- parçala-yönet politikasına karşı, örgüt içinde yaşanan taktik tıkanıklığı da görerek buna cevap olabilmek için, fedai eylem önerisini geliştirmiştir. 30 Haziran 1996 yılında, Dersim’de bunu pratikleştirmesi, özgürlük hareketimizin askeri anlamda, taktikte çıkışı yanında siyasi anlamda da düşmana güçlü bir cevap vermiştir. Baş aşağı olmaya doğru giden tarih yeni bir evreye girmiştir. Zilan, tüm özgürlükten yana olan halkların yüreğinde tanrıçalaşarak kutsallaşmıştır. Yeni doğan çocuklara Zilan ismi verilerek, yeni Zilanlar yaratılmak istenmiştir. Her genç kızın yüreğinde özgürlük umudu olmuş, her genç erkekte ise kutsallaşarak egemen erkek anlayışını sorgulatmış, kirli ruhlara karşı öfke tufanı olmuştur. Kürt kadınında güven geliştirerek, özgürlük dağlarına yöneltmiştir. Önderliği hiç görmemesine rağmen, en iyi anlayan ve uygulayan Zilan yoldaş olmuştur. Önderlikle özgür kadın diliyle konuşmuş, yüce bir bağ oluşturmuştur.
Bizler Zilan yoldaşı tamamlayamadığımız için yetersiz yoldaşlığımız, geliştirilen komploya hizmet etmiştir. Oysaki Zilanca olmak, yaşanan bu eksikliği boşa çıkarma anlamındadır. Kuşkusuz bunu belirtirken salt eylem yapmak olarak algılamamak gerekir. Nasıl ki Zilan yoldaşın eylemini sadece taktik olarak değerlendirmiyorsak, Zilanca olmayı da sadece askeri-taktik eylem olarak ele alamayız. Bizlere özgürlük perspektifi olarak bıraktığı mektuplarından yine Zilan yoldaşı tanıyan arkadaşlar dan da dinlediklerimizden anlaşılacağı gibi anlık düşündüğü ve planladığı bir eylem değildir. Örgütte bir yıllık savaşçı olmasına ve fiziki zorlanmasına rağmen, hiçbir zaman pes etmeyerek, insanın zorlandıkça güçleneceğinin somut örneğidir. Bizde ise genelde zorlandıkça geriye gitme, pes etme ve yaptığımız görevleri yarım bırakma gelişiyor. Oysa görüyoruz ki Zilanca olmak yaşamda, yaptığımız görevlerde başarının kesin adıdır. Örgütsel yaşam karşısında sorunları gören ve ona göre yaklaşım belirleyen bir duruşa sahip olduğu gibi, gerekçeli kişiliklerimizi eleştirerek, yaşadığımız eksikliklerin özeleştirisini basitçe değil daha ciddi yaklaşarak dönem görevlerine yüklenmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Düşmanın topyekûn saldırılarını görerek, bunları boşa çıkarmak için doğru bir pratiğin bizi geliştireceğini ve başarıya götüreceğini önemle belirtmektedir. Zilanca savaşmak, aynı zamanda halka her yönlü öncülük etmek ve savunmak anlamındadır. “Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum” diyerek, eylemini yaşamın her anına sığdırmıştır. Yine Önderliğimizin bize verdiği emeğe sahip çıkma ve önderlik çizgisinde sonsuz bir yürüyüşe yol almanın adını Zilan yoldaş, kendi tarzını, fedai önderlik eylemiyle ortaya koymuştur. Bu bizim için de bir tanrıça emridir.
Zilanı anlamak, dünü bugünü ve geleceği anlayıp; yarını özgürce yaratabilmekten geçer. Çünkü Zilan bir dönemin değil evrensel bir dilin ifadesidir. ‘Özgür kadın kimdir?’ sorusuna cevap ararken, Zilanı en ince ayrıntılarıyla anlamak, tanımlamak gerekir. Zilan askeri, ideolojik ve örgütsel anlamda bir bütünün ifadesidir. Çünkü Zilan aklın, zekanın, bilincin ve anlam gücünün özgür yaşam çağlayanıdır.
Şunu iyi biliyoruz ki, tarih sayfaları çok nadir olarak kişilikleri kendi ak sayfalarına yazar. Bunu hak edebilmek için, tarihle yarışırcasına özgürlük adına meydan okumak ve uğruna ne bedel olursa olsun, vermesini iyi bilmekle yer edine bilinir. Bunun aksi durumunda ise, tarihin çöp sepetine atılmaktan kendimizi kurtaramayız. Zilanı ne kadar doğru okursak, o kadar doğru uygularız. Zilan yoldaş yaptığı eylemiyle, düşmanın bile, bizim karşımızda Zilanca örgütlenip, sahte ve yalancı ideolojileriyle karşı mücadeleyi geliştirip, planlamak istediğini yıllar sonra gördük. Bu durum aynı zamanda düşmanın beynine ve yüreğine saldığı büyük korkunun da ifadesidir. Zilan arkadaşın, eylemiyle yarattığı etkinlik düşman nezdinde sürekli güncelliğini sürdürmektedir. Çünkü düşman şunu da iyi biliyor ki, Zilan bir yaşam tarzıdır, sisteme karşı öfkedir. Bu öfke, yıllarda geçse kendisiyle birlikte yeni Zilanları yaratacaktır. Asıl düşmanı korkutan ve ürkütende bu gerçekliktir. Bunu iyi görerek önümüzdeki sürece yüklenmek en temel görevimizdir. Zilan yoldaşı yeni bir yılda daha anarken; basit, suni gündemlere takılmadan, yıllardır Önderliğin bizde geliştirmek istediği partileşmeyi, kendi kişiliklerimizde geliştirmeliyiz. Zilan yoldaşı, Önderlikle buluşma ve Zilanı Önderliğin dilinden dinleyip, tanımayı hedefleyerek, bu umudumuzu tanrıça Zilanın çığlığıyla bütünleştirerek, bize emrettiği kutsal görevleri başarıyla uygulamak aynı zamanda yetersiz yoldaşlığımıza da verilecek bir cevap olacaktır. Bu temelde Zilan yoldaşı anıyor, fedailik çizgisinde Zilanlaşma sözümüzü yineliyoruz.
Ş.GULAN TABURU
‘85 yılının yaz aylarında bir efsane dolaşıyordu Botan eyaletinde. Sadece dinlenilen, hayal edilen bir efsane değildi bu. Elini uzatsan dokunacağın kadar yakın, beynini ve yüreğini saracak kadar gerçekti. İçimizde, bize ait olan ama bir o kadar da uzak bir efsaneydi. Ne gökyüzünün genişliği ne de toprağın bereketi bu kadar şaşırtıcı ve gerçek değildi.
15 Ağustos eylemi öyle esmişti ki, yüreklerdeki inançsızlıklar, güvensizlikler kaybolmuştu. Çocukların oyunları değişmiş, gençlerin yüzü dağa dönmüş, yaşlıların umutları tekrardan yeşermişti. Herkesin gözü kulağı bir sese yönelmiş, yaşamları o sesten gelecek en küçük bir söze bağlanmıştı.
Son günlerde bir eylemden bahsediliyordu. Kaşura ve Haftan’in yolu üzerinde, sınır ticaretini durdurmak amacıyla kurulan karakola eylem yapılmıştı. Karakol sınırdan kaldırılmıştı. Halk bu eylemin neden yapıldığını tahmin edemiyordu. Karakol, ticareti durdurma bahanesiyle hem halka eziyet ediyor hem de tüm ekonomik geliri durduruyordu.
Bir köylü ile karşılaştım. O kadar mutlu ve gururlu görünüyordu ki “Heval Agit karakolu yerle bir etmiş. Ticaret yolunu açmış. Agit halkın durumunu iyi biliyor. Özelikle de fakirlerin...” diyordu.
Kürt halkı, devrimciliğe yeni başlamamıştı. Yıllardır birçok örgüte kucak açmış, evini barkını, varını yoğunu hatta canını bile vermişti onlara ama gel gör ki, devletin haksızlığına, sömürüsüne karşı hiçbir şey yapamamışlardı. Bu da yetmezmiş gibi, halkın tüm değerlerini ölçüsüzce harcamışlardı. Ahlâkî ölçüleri zorlar olmuşlardı. Bütün bunlar, Kürt halkını devrimciliğe ve devrimlere karşı soğutmuş, inançsızlığı geliştirmişti. Böylesi bir durumda yapılacak olan ise içe büzülme, kendi yağında kavrulmaydı ki, 15 Ağustos’a kadar da böyle sürdü.
15 Ağustos, sözün ve eylemin birlikteliğini ispatlamış, sönmüş inanç alevlerini tekrar yakmıştı. Militanlarının oturuşu kalkışı, halkın malına inançlarına verdiği değer, halkın partiye günden güne bağlanmasını sağlamakla kalmamış, ölümüne canlarını ortaya koyma cesaretini de doğurmuştu.
Bunda öncülüğü Agit arkadaş oynuyordu. Halkın en ufak bir eşyasına sonsuz değer verir, onlardan izinsiz ne bahçelerine, ne de tarlalarına el sürerdi. Zarar verenleri ise anında uyarırdı. Sahipsiz bulduğunu sonuna kadar korur, sonra onu sahibine teslim ederdi.
Dolunay geceyi tüm parlaklığı ile aydınlatıyordu. Ağaç yaprakları arasından sızan ay ışığı pörsümüş kuru otlara vuruyordu. Rüzgâr ılık ılık esiyordu. Ben ve Ferhan, Bındarine’de koyunları otlatmaya çıkarmıştık. Köyden uzaklaşır, uzaklaşmaz koyunları serbest bırakmış, bir ağacın dibinde uyumuştuk. Koyunların, tarlalara girdiğinden köylülerin yeni biçtiği otları yediğinden habersiz, rüyalar görüyorduk.
Derinden gelen bir sesle uyandım. Önce karşımda duran bu karartıyı tanıyamadım, uyku sersemliğim geçince bunun, 84 yılında Partiye katılan köylümüz Resul olduğunu anladım. Çok atik bir hareketle ayağa kalktık. Bize “korkmayın, ben hevalım” dedi. Heval olduğunu duymamız ikimizin de korkmasına yetiyor da artıyordu bile. Her ne kadar halk arasında onlardan mükemmel bahsediyorlarsa da, devlet tam tersini, onların Rusya’dan geldiklerini, “dinsiz, terörist” olduklarını söylüyordu. Bu korku birazda devlet korkusuydu.
“Bir arkadaş sizi bekliyor. Sizinle konuşmak istiyor” dedi. Bizi görmek isteyenin kim olduğunu söylememişti. Bulunduğumuz yerin biraz yukarısında bir kayanın önünde durmuştu. Koyunları etrafına toplamıştı. Elinde baston vardı. Omuzun da ise askeri parkesi. Ay ışığı gözbebeklerinde ışıl ışıl yanıyordu. Öyle heybetli duruyordu ki, içimize korku dolmuş, bize ne yapacağını merak ediyorduk. Tam önünde durduk.
“Hangi köydensiniz” diye sordu. Ardından da adımızı öğrenmek istedi. Cevaplarını aldıktan sonra sesini yükselterek “Köylüler sabahtan akşama kadar ot biçiyor, siz ise koyunları tarlalara bırakıyor sonrada uyuyorsunuz. Günah değil mi? Bu suç değil mi? Suç işliyorsunuz. Köylülerin emeğini boşa çıkarmamalısınız, dikkat edin” dedi. Tüylerim ürperdi. Utandım. Dizlerim titriyor ağzımı açamıyordum. Hem söylediklerinden hem de onun gür ve sert sesinden oldukça etkilenmiştim.
Kimdir? Nedir? Bu gece yarısı nereden geliyor ve nereye gidiyordu. Hiçbir şey düşünemiyordum. Kara sakalları ve çakmak çakmak yanan gözleri yüzüne daha sert bir ifade vermişti.
Sözü bittikten sonra yola koyuldu. Daha üç adım atmamıştı ki döndü. “Daha önce arkadaşlara partiye katılacağınıza söz vermişsiniz. Uygun bir zamanda gelirseniz iyi olur. Sözünüzü yerine getirmeniz gerekir. Özellikle, siz Firaz arkadaşa söz vermişsiniz” dedi ve yoluna devam etti. Gurubun en arkasında yürüyen köylümüz Resul, yanımıza yavaş yavaş gelerek, “onu tanıdınız mı?” diye sordu, “hayır kimdir?” dedik. Resul göğsünü kabartarak “Heval Agit” dedi. Eylemlerini duyduğumuz, sözünü, sevgisini masal gibi dinlediğimiz bu insanı, hiç göremeyeceğimi, benden çok uzak olduğunu düşünürdüm. Oysa şimdi, onu görme istemi ile dolup taşıyordum. Günlerce, bakışları, el hareketleri, kayanın önünde ay ışığı vurmuş saçları, elindeki bastonuyla gözümün önünde canlandı. Sesi kulağımda çınlıyordu. Ne yapacağımı bilmeden dolaştım durdum. Her gece onları görme ümidi ile dağlara çıkıyordum. Bir yandan korkuyor, bir yandan da büyük bir bağlılığın geliştiğini duyumsuyordum. Sanki bir şeylerimi kaybetmiştim. Belki de yaşamım boyunca sahip olmadığım ve olamayacağım çok değerli bir şeyi kaybetmiştim. Her yerde onu arıyordum. Beni, aradığımın ne olduğunu bilmeden sürükleyen içimdeki bu duygu, önü alınması imkânsız bir çağlayan gibiydi.
O günlerde yine bir eylemden ve Agit arkadaştan bahsediyorlardı. Diyorlardı ki; “arkadaşlar caddeye pusu atmışlar. İki arkadaş asker elbiseleri giymiş. Diğer arkadaşlar ise mevzilenmişler. Araba gelince asker elbisesi giyen iki arkadaş arabayı durdurmuş. Ne yazık ki, bu iki arkadaşta da Türkçe bilmiyormuş. Türkçe bilmeyen askeri gören halk ne olduğuna anlam verememiş. Tam bu sırada Agit arkadaş, arabaya binmiş ve arabayla Çatak girişindeki denetleme kulübesine saldırı düzenlemişler” Eylemin başarısı dilden dile dolaşıyordu.
Sonbaharın ilk günlerinde, aradığımı bulma umudu ile içimdeki çağlayanın bir dalgasına kapıldım. Eylül ayı ortalarında Haftanin’e ilk parti eğitimimi almak için gönderildim. Arkadaşlar, Haftanin’in derin vadilerinden birinde üslenmişlerdi. Agit arkadaşı gördüm. Gözlerime inanamıyorum. Onu uzaktan uzun bir süre izledim. Elindeki M-16’yı sanki vücudunun bir parçası gibi tutuyordu. Çok saygılıydı. Karşısındakiyle konuşurken ona bakarak dinliyor. Ve arada bir başını sallıyordu. Yanına gittiğimde beni ve Ferhan’ı hemen tanıdı. Bizimle uzun uzun konuştu. Ona bakmaktan kendimi alıkoyamıyor, söylediklerini dinleyemiyordum. Hatırımda kalan “bakın bu gördüğünüz arkadaşlar sizin oralılar, bizim halkımızın çocuklarıdırlar. Biz, daha önce birbirimizi gördük, konuştuk. Siz bu konuşmalar üzerine Partiye katıldınız. Bize inandınız biz de size inanıyoruz. Bu nedenle mutluyuz. İnanıyoruz ki, sizde öylesinizdir”
Konuşmanın sonunda “şimdi eğitim göreceksiniz. Eğitiminiz bittiğinde, parti sizi gerillacılık yapmak istediğiniz yere gönderir” dedi.
Bu, onu ikinci ve son görüşümdü.
Benavok alanındaydık. Zagros’ların güneyinde olan bu alana Xakurke’den gelmiştik. Kalabalık bir grup Haftanin alanına geçince tüm erzaklarımızı onlara vermiş, yaklaşık iki gün erzaksız yürümüştük. Bir arkadaş telaşla;
-“Heval! Heval! diye seslendi.
-“Ne oldu?” dedim
-“Bir koyun sürüsü bu tarafa doğru geliyor” dedi
Buna oldukça sevinmiştik. “Çok iyi. Bir tane koyun isteyebiliriz” dedim.
Başka bir arkadaş;
“Onları tanımıyoruz. Karşıtlarımız olabilir” dedi.
Cevabım çoktan hazırdı.
-“Buraları tanımıyoruz, ama çobanları tanıyoruz. Onlardan kötülük gelmez” dedim. Ben ve Bedri zaman kaybetmeden çobanın yanına gittik. Onunla biraz sohbet ettik. Ona iki gündür aç olduğumuzu ve ondan koyun istediğimizi söylememiştik, çoban kalktı, sürünün içinden en besili olanını seçip bize hediye etti. Başka bir şeye ihtiyacımızın olup olmadığını sormayı da unutmadı.
Yüreğimizi biraz daha büyüterek ayrıldık çobanın yanından.
Bir gün ve bir gece boyunca yürümüştük. Daha da yolumuz vardı. Yolumuz bir karpuz tarlasının içinden geçiyordu. Bu sırada, öncülerimizden biri bir karpuz kopardı. Şiyar(Kazım KULU) arkadaş bunu görmüş fakat o an uyarı yapmamıştı. Tarladan çıkıp güvenlik açısından uygun bir yere geldiğinde Şiyar arkadaş hepimizi durdurdu. “kısa bir açıklama yapmak istiyorum” dedi.
Konuşmaya başladığında kızgınlığı ses tonundan anlaşılıyordu. “halkın malına izinsiz dokunmak bize yakışmaz. Bu PKK’nin ahlâkında da yoktur. Halka hizmet için dağlara çıkmışsak, onların malını izinsiz almak olmaz. Bu tarz bize ait değil. Arkadaşlar buna dikkat etsinler” dedi. Toplantı bittikten sonra yürüyüşe devam ettik. Bahçelerin içinden geçiyorduk. Hiç birimiz elimizi sebze ve meyvelere sürmedik.
Bugün bile nereye gidersem gideyim, izinsiz hiçbir şeye dokunmam.
Şemzinan yolundan geçen düşman arabasını pusuya düşürdük. Arabayı imha etmeden önce içindeki tüm eşyaları çıkardık. İhtiyacımızdan daha fazla eşya ele geçirmiştik.
Aylar önce bir çobandan aldığımız eski su bidonumuzu atıp, arabadan aldığımız yeni su bidonunu kullanmak istedik. Şiyar arkadaş müdahale etti ve tüm arkadaşları topladı. Toplantı konumuz, kullanabilecek olup da atılan su bidonu üzerineydi. Toplantımız saatlerce sürdü. Şiyar arkadaş anlattıkça anlatıyor biz ise yaptığımız bu hatanın nedenini anlamaya çalışıyorduk.
“Eğer yeni olan su bidonu olmasaydı, bu eski bidonu kullanmaya devam edecektiniz. Oysa yeni olanı bulma imkânı var diye eski fakat kullanabilecek olanı atıyorsunuz. Peki, hiç düşündünüz mü? Bu anlayış bizi nereye götürür. Ülkemizde ordumuz büyüyecek, binlerce arkadaş gelecek. Şehit düşenler olduğunda “nasıl olsa yenileri geliyor, ordumuz büyük mü diyeceğiz? Bu sözler ağır gelebilir, ama değerlerimize sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Eğer eskimiş ise onarılmalı. Sonuna kadar onu kullanmalıyız”
Askeri kanun ile savaşçı alma ilk kez 89 yılında gerçekleşti. Bu kanun hem bizim açımızdan hem de halkımızın açısından yeniydi. Bu kanunu nasıl uygulayacağımız konusunda fazla bir bilgimiz olmadığı için sık sık tartışıyor, ortak bir karara varmaya çalışıyorduk.
İçimizde en tecrübeli olan Hasan çavuş adında yaşlı bir arkadaş vardı. Hasan çavuş, partiye katılmadan önce peşmergelik yapmıştı ve askerlik konusunda yarım yamalak da olsa bilgisi vardı. Tecrübeli olduğu için belli bir etkinliği vardı. “Önce halka propaganda yapacağız. Böylece gençler bize katılacak” dedi.
Hasan çavuşun dediği gibi köylere gidiyor, propaganda yapıyorduk. Katılanlar oluyordu olmasına ya birkaç gün içinde kaçıyorlardı. Onları yanımızda tutamıyorduk. Bunun nedenleri üzerinde, tarzımız üzerinde düşünüyorduk. Hatalarımızı giderdikçe kaçışlar olmadı. Hatta o dönem partiye katılanların çoğu bu gün komuta düzeyindedir.
Hasan Botan’ın bir köyüne gitmiştik. Amacımız savaşçı almaktı. Bir evde genç bir erkek, kız kardeşinin elbiselerini giyip yatağa uzanmış. Buna benzer örnekler yaşadığımız için yatakta yatanın genç bir erkek olduğunu tahmin ettik. Yatağa yaklaştım. Kadın telâşla araya girdi. “hastadır” dedi. “Doktorumuz var biz bakabiliriz” dedim. Kadın hayır anlamında kafasını sallayınca “Sizin için savaşıyoruz. Bir hastaya mı bakamayacağız?” deyince, aradan çekildi. Yorganı kaldırdığımda genç ayağa kalktı.
“Hastamızın derdini anladık” dedim. Öyle sanıyorum ki o genç kısa bir süre sonra Gerilla saflarına katıldı.
ŞERİF GOYİ
Ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerinin tümünde şehitler olmuştur. Şehitler davaya bağlılığın, inancın sembolü olarak, her zaman bu yolda yürüyen insanlar için şiar olmuşlardır. Büyük devrimler büyük bedellerle gerçekleşir. Yakınımızda gelişen Kürdistan devrimi özgürlük ve bağımsızlık için binlerce şehit vermiş ve vermeye de halen devam ediyor. Yine Türkiye'de verilen devrim mücadelesinin şehitleri binlercedir. Şehitler devrimi hücrelerine kadar yaşayan ve bu uğurda yaşamlarını vermekten çekinmeyen insanlık abideleridir. Birleştiricidir. Bugün çeşitli örgütlere ayrılmış olan Türkiye sosyalist hareketini de birleştirecek olan şehitlerdir. Çünkü Onlar ortak değerlerimizdir. Hepsi devrim için, halklarımızın geleceği için şehit düştüler.
Gün geçtikçe geleceği yaratma mücadelesini güçlendiren hareketimiz şehitleriyle büyüyor. Kürdistan özgürlük mücadelesi saflarında ilk şehitlerini veren hareketimiz Mezopotamya ve Anadolu halklarının mücadele kardeşliğini Anadolu'ya taşırmanın ifadesidir. Kürdistan'dan Anadolu'ya doğru başlatılan özgürlük yürüyüşünün başarısı Dursunlar, Çiğdemler, Ümranlar, Aliler, Erkanlar, Cengizler ve Barışların eyleminde somutlaşmıştır. Bu yürüyüş komutanımız Tarık yoldaşla Karadeniz dağlarında devam etmektedir. Tarık yoldaş, 26 Ocak günü Tokat kırsalında, sömürgeci-faşist TC güçleriyle girdiği çatışmada Birleşik Halk Kuvvetleri ve ARGK'nin iki savaşçısıyla birlikte şehit düşmüştür. DHP Karadeniz Kır Gerilla Birliği'nin komutanı olan Tarık yoldaş Birleşik Halk Kuvvetleri'nin savaşçısıdır.
Halklarımızın savaş gücü Birleşik Halk Kuvvetleri'nin içinde yer alan savaşçılarımız halklarımızın devrimci birliğini mücadeleleriyle yaratmaktadır. Karadeniz'de "egemen Türklük" çukurunda bitirilmek istenen halklarımızı ayaklandırma ve emekle buluşturma çizgimiz Tarıklarla, Bagok ve Adnan Şeker yoldaşlarla ete kemiğe bürünüyor ve Anadolu halklarına taşırılıyor.
Tarık arkadaş, Tokat'ın Zile ilçesinde doğmuştur. Çerkez halkındandır. Devrimcilikle tanışması kısa süreli değildir. Türkiye'de yaşamın ve mücadelenin zorunluluğunu görerek devrimde karar kılmıştır. Bunu da geleneksel sol içinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Onun kararlılık düzeyi geleneksel sol çizginin devrime öncülük edemeyeceğini görmesini beraberinde getirmiştir. Fakat nerede, nasıl bir mücadele verecek, arayışlarını nasıl somutlaştıracak, kiminle mücadele verecek, bunlar kafasında net değildir. Şu nettir; mücadele etmekteki kararlılığı ve artık bunun geleneksel sol içinde olamayacağı. '90'lı yıllarla birlikte büyüyen Kürdistan devriminin Türkiye'yi etkisi altına alması Tarık arkadaşta da yansımasını bulmuştur. Ancak hem devlet ideolojisi altında şekillenen kişiliği, hem de geleneksel solun sosyal-şoven barikatı bu devrimsel gelişmenin anlaşılması önünde ciddi bir engeldir. Tarık arkadaşa, böyle çelişkiler yumağı içinden sağlam bir çıkışı yaptıran kişiliğindeki güçlü arayışlar ve devrimcilik yapmadaki kararlılığı oldu. Tüm bulanıklığa rağmen Kürdistan devriminin bir ışık olduğunu görmüş ve takip etmiştir. Tarık arkadaşı bu ışığa çeken nedenler güçlüdür. Arayışlarındaki güçlülük kaynağını buradan alıyor. O, Türkiye'deki her türlü imha ve inkarı yaşayan azınlık halklarındandır. Bu nedenle devletle, sistemle bağları güçlü değildir. Tam tersine tarihsel olarak kin ve öfkesi çok güçlüdür. Kemalizm O'nun kişiliğinde yer edinememiştir. Yalnız yüzeyde bir yama olarak kalmış, bir çırpıda sökülüp atılacak konumdadır. Yine bir emekçi olması nedeniyle de sistem içinde konumlanmamıştır. Sınıfsal olarak da bağları kopuktur.
Tarık arkadaşın arayışlarındaki toplumsallık da buradan geliyor. Yoksa düzen içinde kendini yaşatacak, bireysel kurtuluşunu gerçekleştirecek her türlü olanağa sahipti. Ekonomik olarak ciddi sorunları yoktu, evli ve bir çocuk babasıydı. Yine teknik ressamlık yapmaktaydı. Bunlara rağmen, O, dünyasını yalnız kendisiyle sınırlandırmak istemiyordu. Özellikle arayışlarındaki nitelik, manevi değerlere bağlılıkta somutlaşmıştı.
Bir ışık olarak gördüğü Kürdistan devrimi ve onun öncülüğüne yönelimi ve sonraki süreci, o dönem birlikte olduğu yoldaştan dinleyelim:
"1992'de bulunduğumuz alana gelen ve 'Ben savaşmak için geldim!' diyen zayıf ince, kalkık burunlu, düzgün yüz hatlarına sahip, olgun-oturaklı görünümlü biri girdi içeri. Bir maceracı mı? Olabilir. İnançlı, kararlı biri mi? Olabilir. Ya da farklı amaçları, arayışları mı var? O da olabilir. Başlangıçta yanıt verilmesi zor bir soru. Bir grafiker, bir dalgıç, bir ressam, bir toplum bilimci. Tokatlı bir Çerkes ve Doğa adında bir kızı var. Böyle başlıyor devrim içindeki yürüyüşü. Bir devre eğitimden sonra gerillaya; dağlara yöneliyor."
Toprakta ısrar, yaşamda ısrardır; yaşamda ısrar, umutta ısrardır. ARGK içerisinde çok sevilen bir yoldaş. Yürüyüşünün Anadolu'da egemenlerden bağımsız, gerçek bir halk yaratılışı olacağının inancı ve bilinciyle dolu. Amacı konusunda bu kadar net oluşu bulunduğu her ortamda da bir netliğe yol açıyor. Yaşamdaki duruşu sarsılmaz, yorulmaz, usanmaz bir duruş. Bu netliği yüreği pas tutanlarda bile saygı uyandırıyor. DHP amblemi çizmek amacıyla, Anadolu'daki uygarlıkların sembollerini, Anadolu'daki halkların yaratılmak istenen sosyalist birliklerini çizer gibi hassas, coşkulu, mutlu gülüşüyle nasıl çizdiğini anımsıyoruz. Küçük bir parça kurşun kalem, kim bilir kaç zamandır yanında taşıdığı, artık sararan küçük not defterinin sayfaları, elinde taşı, sopası ile savaşan kardelen beyazlığı ile yaşama doğmaya çalışan halkların kavga resimlerini çiziyor. Gururla bakıyor ürününe. Birçok değeri, tarihi gerçeği o kadar küçük bir alana, bu kadar ince bir uyumla çizmek, insanlık bahçesinin özlemini vazgeçilmez tutku olarak yaşayanların işidir ancak! Bu tutkuydu O'nu anlamlı ve güzel kılan! Sert yüz hatları, sorumluluk duygularının yüze yansıması olsa gerek... Aman tanımaz bir sınıf savaşçısı...Yapımız içerisinde en eleştirel yoldaşlardan biri. İnsan psikolojisi ve bilincinin derinliğinin, anlayışına sahip. Ciddi bir yoğunluk yakalama gücü, mütevazı ve sevgi dolu oluşunun sonucu. Doğaya bakışı hep askeri... Eylemli bakıyor. Sıradan bir bakışı hiç kabul etmiyor, öfkeleniyor! "İnanamıyorum, nasıl böyle sıradan bakılıyor dağlara!" diyerek bunu dile getiriyor. "Tarık yoldaş, artık biz de askeri çalışmalara, eylemlere yönelsek!" dediğimizde yüreğinde duyduğuna inandığımız sevinci gözlerindeki ışıktan hissediyoruz. Bütün çirkinliklere rağmen, yüreğin bir insanı kurtaracak güzellikte olmalıdır" diyor adeta... Yaşı 36'ydı. Zaten zayıf olan bünyesi günlerdir süren açlık, yorgunluk, uykusuzluk sonucu iyice zayıflamıştı. Çok net sayılan kaburga kemiklerini espri konusu yapıyordu sık sık. Tam bir proleter emekçiliğiyle işliyordu yaşamı... "Bu arkadaş hiç yorulmaz mı?" diye sorardık birbirimize. Günlerce yağmurun, karın altında gerçekleşen yürüyüşlerden sonra en büyük özverileri gerektiren görevlere koşan yine Tarık yoldaş oluyordu. Bir hafta boyunca bir manga yapımı yeri açmak için buzları kırışı, karları küreyişi, üzerindeki buzları temizleyerek odunları tutuşturma çabası, soğuktan moraran ellerimizle O'na hayran hayran bakışımız, bugüne daha sıcak sarılışımızı getiriyor. İçimizde, yoldaşlar arasında adeta emekte birlik noktası... Tartışmalardaki ilginç tespitleri, yine azimli, coşkulu katılımı da öyle.... Çerkezlerdeki atiklik, kıvraklık, çeviklik her davranışına yansıyor... Son derece kıvrak... Bir metre mesafede düşmanın elinden kurtuluşunu anlatırken bir Çerkes raksçının birden, bir metre havaya sıçrayışı geliyordu gözlerimizin önüne...
Amaçta ısrarı, Tokat'ta şehit düşmesiyle çok yüce bir anlam buluyor. Tarık yoldaşın. Kendine sunulan olanakları, verilen emeği pratiğe tüm gücüyle ve gecikmeden geçirmişti. Besta, Beytüşşebap, Metina, Gare, Haftanin ve Zap gibi birçok alanda girdiği çatışmalarda ve karakol baskınlarında yer alarak ve havan topunu en iyi şekilde kullanarak düşmanın korkulu rüyası olmuştur. Tarık yoldaşın devrime, savaşa bağlılığının en önemli göstergelerinden birisi de silahına bağlılığı ve kullanmadaki titizliği idi. Silahına bakımında da örnek gösterilen bir arkadaştı.
Amaçta ısrarı, Tokat'ta şehit düşmesiyle çok yüce bir anlam buluyor. Ve DHP gerillaları, Kürdistan'dan Anadolu dağlarına adım adım, tek tek sırayla, kesinlikle Anadolu halklarının yüreğinde yeşermek üzere toprağa serpiliyorlar. Ve Özgürlük hareketi önderliğinin geliştirdiği bilimsel sosyalist doğrular, halklarımızın kardeşlik duygularının en somut ifadesi olan şehitlerimizle Türkiyelileşiyor.
Karadeniz hırçın kabaracaktır.
Toroslar'da karanfiller koklanacaktır.
Tarih hep yerinde durmayacaktır.
Öfkemiz Ege'de şahlanacaktır.
Botan, Garzan, Sivas, Tokat ve daha niceleri... Bu, bir 'kurtuluş çizgisi.' Kendi toprağından, havasından, suyundan doğrularak, soluyarak, içerek büyümenin gerçekleşmesi...
Geleceği yaratan Tarıklarımız toprağa düştü... Azim, inanç, umut olarak... Beyler! Yürekte kalkan yumruğun darbesi ağır ağır, ama kesin ve bir kez daha söylüyoruz; kesin sonuç alacak. Doğa kızı zafer, kavgalı adımlarla geliyor... Güçlü adım, Tarık yoldaşlarla sürecek. Sana söz, sana yemin, sana ant olsun ki Tarık yoldaş, halklara dayatılan ihaneti gözlerinden öğrendiğimiz sonuç alıcı intikam duygularınla; insana ihaneti, yasamdaki yaratıcı emeğinle; bilime ihaneti, büyük düşünüşünle; özcesi, seni öncü olarak yaşatarak yeneceğiz. Çiğdemle Botan'dan el ele tutuşarak Tokat'ta sürdürdüğünüz halayı, coşkunuzu, yeniden buluşma mutluluğunuzu anlamaya, paylaşmaya çalışıyoruz. Anadolu'nun dağları da kadınlı-erkekli halaylarla özgürlüğü yaşıyor.
Kod adı: Tarık
Adı, soyadı: Süreyya Ceyhun CEBECİ
Doğum yeri ve tarihi: Zile-Tokat 7 Ocak 1959
Mücadeleye katılım tarihi: 1992
Şahadet tarihi ve yeri: 26 Ocak 1997, Tokat, Karadeniz
Verdiğin sözü gerçekleştirmenin onuru önünde saygıyla eğiliyoruz.
Mücadele arkadaşları
“HPG saflarına katıldıktan sonra… Ben de Şehit Engin Sincer arkadaşın ismini aldım. Bu da PKK içinde hiçbir zaman silahın yerde kalmayacağı anlamına geliyor. Bu davada her zaman bayrağımızı bir yere kadar taşıyan şehit yoldaşlarımızın takipçileri olarak alacak ve daha ileriye götürecek olanlar vardır. Bu yolda olduğumdan gurur duyuyorum.
Benim için savaş sadece savaş değildir. Özellikle PKK içinde savaş çok yönlüdür. Yani kişiliğinle savaş yürütüyorsun, doğaya karşı, insanın üzerinde olumsuz etkiye karşı savaşıyorsun, düşmana karşı savaşıyorsun ve bu düşman da sıradan bir düşman değildir. Sadece bir sisteme bağlayamayız. Biraz da evrenseldir. Emperyalisttir, kapitalisttir; çok yönlü bir düşmandır. İçinden kopup geldiğin toplumun geriliklerine karşı savaş yürütüyorsun. Gelişiminin önünde engel olabilecek, örgüt için engel olan kişilik özelliklerinle karşı savaşıyorsun. Yani savaş çok yönlüdür.
Benim için gerilla bir bahar gibidir. Bir “Newroz” gibidir diyebilirim. Yani bir diriliştir. Gerilla isyandır. İnsanlığı bozan şeylere karşı bir başkaldırıdır.
Toplum içinde her insan toplumun özelliklerinden nasibini alıyor. Toplumun sana empoze ettiği, insanlık yararına iyi olmayan, insanlığı gerileten, onursuz bırakan şeylerin bilincine varmak ve buna karşı bir mücadeleye girmektir. En onurlu şey de budur. Biz gerilla olarak Kürt olabiliriz, Kürdistan’da savaşımızı yürütüyor olabiliriz, fakat özü itibariyle insanlık içindir; tüm ezilen halklar için bir mücadele yürütüyoruz. Biz Kürdistan gerillalarını sadece Kürdistan coğrafyasıyla sınırlandıramayız. Kürdistan gerillası evrenseldir diyebilirim.
Bu bağlamda bendeki gelişme, yani tek başıma olmadığımı hissediyorum ve kendimle sınırlı değilim. Yani üzerime düşen sorumluluk biraz beni aşıyor. Yani böyle bir bilinçlenmeye ulaşmışım. İnsanda evrenselleşme geliştirdiğini söyleyebilirim.
Herkesin hayalinde, her Kürt’ün hayalindeki gibi benim de hayalim aynı çerçevede olduğunu söyleyebilirim. Yani, Önderliği görmektir. Sadece Önderliği görmek, fiziki olarak görmek değil de, zaten Önderliği yaşıyoruz. Her gerilla en zor koşullarda Önderlik için yaşıyor, fakat her yönde Önderliği yaşamak; duyguda, düşüncede ve fiziki olarak Önderliği yaşamaktır hayalim.
Dediğim gibi, doğduğum ve PKK’nin ilk silahlı eylemin başlatıldığı yer olan Eruhluyum. 4 yıldır katılmışım. Bu 4 yıl içinde örgüte yaptığım önerilerim Botan sahası içindi. Botan denildiğinde Agit arkadaş aklımıza gelir; Kürt halkının komutanı. Önerim, isteğim Botan’dır. Gideceğim yer de Botan’dır. Savaşın yoğun olduğu yerdir; savaşın merkezi Botan’dır. Ben de savaşın kalbinde yer almak istiyor ve bana düşen rolü oynamak istiyorum.
Sonuç olarak, savaştan bahsetmiştim. Kürt insanında savaşkan özellik vardır. Her insanda savaş özelliği vardır. Bazen bu savaşkan damarlar çalışmayabilir, ama bilinçlenme olduğunda bu damar temel damar oluyor. Yapılan baskı ve zulme karşı cevap olmak için bir savaş yürütülüyor. Bir de insanın ilgisini çeken bir başka şey Kürt gerillası, Kürt insanı yaşamak için canını veriyor; bu ilginçtir. Yani onurlu bir yaşam için, onursuz yaşamı ayaklar altına alan ve insanın kaybettiği, geri gelmeyecek şeyi olan canıdır. Onurlu bir yaşam için, Kürt gerillası canını çok rahat, coşkulu, halay çekerek vermeye hazırdır. Bu benim için bir hedeftir. Eğer ben bu mücadele zincirinde bir halka olacaksam, coşkulu bir şekilde üzerime düşen sorumluluk ve göreve hazırım. Her Kürt gerillası gibi ben de bu amacımı yerine getireceğim. Ve her ne kadar yaşamanın yolu şahadetten geçse de, biz yaşayacağız.
Böylesi kritik bir süreçte kuzey sahalarının çok sayıda arkadaşa ihtiyacı var. Benimde Botan'a gitmeye ‘yaşamsal boyutta’ ihtiyacım var. Örgütteki ilk ve tek önerim doğal olarak bu yöndedir. Botan'a gitme hakkımı kullanmak istiyorum. … Önderliğe, davamıza sonuna kadar bağlıyım ve kararlıyım. Yeter ki kuzeyde şervanlık görevi verilsin, ‘her isteneni’ yapmaya hazırım. Botan'ın herhangi bir yerinde savaşma hayallerime aç’ım. Bunun gerçekleşmesine gerçekten ihtiyacım var. Önderliğimiz ‘anlamak adalettir’ diyor. Sizinde beni anlayışla karşılayıp bana bu fırsatı vereceğinize inanıyor, saygılarımı arz ediyorum.
Şehit Erdal Tolhildan-Emin Sevilgen yoldaşın dilinden…