Seviyorum toprağımı ve tüm halkımı; bir meşale olmak istiyorum.
Bir sevda şehidi olmak…sessiz çığlığımı duyurmak istiyorum.
Her dağa, taşa isyan mührümü basmak, düşmanıma sormak istiyorum; çocuğunun odasına girerken, onu uyuduğu zaman izlerken, ateşe verdiği bedenler aklına geliyor mu diye? Oynanılan oyunları görmek çok mu zor diye? Neden beş kuruşa karşılık satılmayı kabul ediyorlar? Neden kolaya kaçmak tek adres oluyor diye? Anlamıyorum ihaneti, içime sığdıramıyorum. Her geçen gün Azrail ile olan dansım daha çok hızlanıyor. Kahpe kurşunlara daha çok gülüyorum.
Bir gün bu bedenim kalleş pusu kurşunu altına yatarsa, bilsin ki düşman, kurşun ağlar bedenimde “umuda kurşun oldum” diye. Bedenim alevler ile buluşursa, düşmanın bir kibritiyle, bilsin ki düşman bir özgürlük ateşini de kendisi yakmış, ama göremeyecek kadar kör olmuş. Bedenimde yükselen ateş diyecek düşmana “ben özgürlük ateşiyim, çaktığın her kibritte şehitler kervanına götürdüğüm bir selam elçisiyim, senin ise acı gerçeğinim, ama sen bunu göremeyecek kadar körsün. Görmek isteyenden daha kötü kör yoktur.”
Sen de onlardansın. Yanan her gerillanın bedeninden sayısız gerilla doğar.
Selam olsun şehitler kervanına. Ülkesini seven, dağını-taşını, toprağını-suyunu, ağacını seven. Bir sevda şehidi daha katılır bu kervana.
Oynamak isteyen düşmana oyuncak olmayan, söylenilen son sözün devamı olan, kendi halkının gururu olan gerillam. Kahramanlık çizgisinde başı dik ilerleyen can yoldaşım. Dostuna, yoldaşına, koşulsuzca, şartsızca belini dayayan arkadaşım. “ Heval” kelimesini kutsal kılan gerillam. Sen ki elini güneşe uzatan ateşsin. Yaşamın kıvılcımını keşfedenin savaşçısısın. Sen günü farklı kılansın. Bugünü dünden anlamlı kılansın. Geceye akan yıldızımsın. Her gerillanın en büyük anı, en büyülü günü-gecesi, eylem ve savaş anıdır. Güneşin doğmadığı gecelerde vampirler pusu kurar. Seni kanınla suladığın toprağından kıskanırlar. Sen bu halkın onuru, gururu, cesareti, yarını, umudusun. Sen bu toprağın sevda şehidisin. Gökyüzüne hançer gibi uzanan dağların tacısın. Var oldukça gerilla, anıldıkça şehitler doğacaktır.
Kızıl güneş doğacak, düşecek vampirler birbirine, olacak ilk kurban ihanetçiler. İhanetin damgasını bir gölge gibi taşımak onur mu verir, gurur mu duyulur?
İhanetçisin hiçbir zaman yarını belli olmaz. Kara lekeyi adının üzerine mühürleyip, kendini düşmanın bir lokmasına satan, paralı fahişeliği kabul edip, iradesiz kölelik senedini imzalayan ihanetçinin asla yarını belli olmaz.
KÜRDİSTAN
Mezopotamya topraklarının yabancısı değilim. Kardeşlik toprak paylaşımıyla gelir. Özgürlüğün aşığıyım. Bedenim özgürlük ateşiyle yanıyor. Dünya kalmaz bir renge, kalmaz tek bir dile.
Bedenimiz dağlarda. Aşkımızı özgürlük kervanında, acımızı Amed zindanlarında bıraktık. Sevdiklerimizi ve şehitleri asla unutmadık ve unutmayacağız.
Beşîrî Ovası’nda şehit düşen ve bedenleri ateşe verilen Şehit Serhildan, Şehit Ruken Rojhilat, Şehit Bayram, Şehit Laşer ve Şehit Lezgîn arkadaşlar olmak üzere, Silvan eyleminde şehit düşen Şehit Agît, Şehit Hogir, Şehit Pîro, Şehit Amed ve Şehit Rohat arkadaşların anısına
Jiyan Axîn
Jiyan heval, Karakoçon'a bağlı Komık köyünde orta halli bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası Bingöl'de gece bekçilik yaptığı ve ağabeyleri orta öğretimlerini Bingöl'de sürdürdükleri için evlerini Bingöl'e taşımış ve jiyan heval yaşamını burada devam ettirmiştir. Yalnızca babasının çalışması durumlarını zorluyordu. Yazları köye gidip birkaç inekten sağladıkları sütten kış için peynir, çökelek gibi ürünleri elde ediyorlardı. Yedi sekiz yaşlarından sonra yazlarını köyde geçirmeye başladı. Ağabeylerinin biri hastalıktan ölmüştü. Büyük ağabeyi İstanbul'da hem çalışıyor hem de öğrenimini sürdürüyordu. M.Hayri Durmuş heval Ankara'da Hacettepe Tıp Fakültesine başlamış, mücadele ile bağlarını kurmuştu. Bir ablası evlenmiş şehit Hüseyin Durmuş heval öğrenimini görüyor, bir yandan da aile ekonomisine katkıda bulunmak için çalışıyordu. Jiyan hevalin küçük iki kız kardeşi daha vardı. Yaşam ona ağır sorumluluklara yüklüyordu.
Ulusal kurtuluş mücadelesinin gelişimi ile birlikte Jiyan hevalin ailesi artık bir örgüt ailesine dönüşmüştü. Arkadaşlar sık sık gelip Jiyan hevallerin ailesinde kalıyorlardı. Jiyan heval arkadaşların ihtiyaçlarını karşılar bir taraftan da okurdu. 1976'da Hayri arkadaş Suruç'ta tutuklanıp Diyarbakır'a götürüldüğünde ortaokul birinci sınıfa başlayacaktı. Bundan çok etkilenir. 1977'nin sonunda Hüseyin heval yakalanır. Aile sorunlarını çözmeye ve daha fazla okumaya incelemeye yönelir. 1978'de Jiyan heval, artık çevresine devrimci düşünceleri yayamaya çalışır, okulda saygı duyulur.
Okulda başarılıdır, hırslıdır. Düşmüş, düşürülmüş yaşama öfkelidir. Hüseyin heval liseyi bitirmiş, profesyonel olarak faaliyet yürütmeye başlar. Fakat ailesi onu mücadeleden koparmak için evlendirir. Jiyan heval yengesini de mücadeleye çekmek için uğraş verir ve boşanır. Daha sonra aile yurt dışına çıkarak onu da evlendirmek ister. O, ise - ben yurt dışına çıkmam, evlenmek isteyen ülkeye dönsün, der ve bu sözlerin gereklerini de yerine getirir.
Herkesin mücadeleden kaçtığı karanlık cunta yıllarında o düşünceleri etrafına yaymaya çalışır. Hayri heval düşman zindanında, Hüseyin heval ise kırsalda şehittir artık. Cunta döneminde kendisi de zindana düşer. Elazığ cezaevinde üç yıla yakın tutuklu kalır ve en ağır işkenceleri görür. Ama direnir, kararlılığından taviz vermez. Zindanda gönderdiği mektuplar ile düşmanı teşhir eder.
Jiyan heval 1983'te bırakıldığında mücadeleye katılma düşüncesini pekiştirir. Ailesi zindanda sürekli kendisine yardımcı olmuştur. Bu kez ailesi ile çatışarak değil, onları ikna ederek mücadeleye yöneltir. Bu dönemde ülkedeki keşif grupları silahlı propaganda birlikleri ile ilişkiye geçerek, kırsalda belli bir süre kalır. Daha sonra Önderlik sahasına geçti. Bir iki devre Önderlik sahasında eğitimini tamamladıktan sonra Küçük Güney'de propaganda ve örgütsel faaliyetlere katıldı. 1987'ye kadar burda kaldı. 1987'den 1988 ilkbaharına kadar yeniden Önderlik sahasında kaldı. Eğitimde başarılı arkadaşlardandı. Daha sonra jiyan heval 1990'ların sonlarına kadar çeşitli örgütsel faaliyetlerde bulundu. Daha sonra metropollerde çalışırken 1991'de İzmir'de yeniden tutuklandı ve bir yıl zindanda kaldı. Daha sonra Önderlik sahasına gitti 1992'de. Eğitimden sonra Dersim eyaletinde görev aldı. Burayı tanıdığından buraya mücadele katmada büyük rol oynadı.
Ağustos 1995 tarihinde düşmanın düzenlediği bir operasyon sırasında gerilla grubuyla birlikte direniş gösterir. Bulundukları mağra düşman tarafından sarılır. Jiyan yoldaş, şehit yoldaşları, büyük öncüsü olan M. Hayri Durmuş ve Hüseyin Durmuş'un anılarına olan bağlılığına mücadeleye olan inancına ve Önderliğe verdiği söze layık olma yemini eder. Düşmanın tüm teslim ol çağrılarını reddeder. Ve büyük yaşam ve onur savaşçısı olarak son bombasını yüreğinde patlatarak, özgürlük bayrağını yoldaşlarına devreder. Teslim olmak yoktur bunu PKK direnişçilerinden öğrenmiştir. Ve Jiyan heval öğrendiklerini yaşamsal kılmıştı hep. Bukez de böyle oldu. Yaşamı yüreğinde yaratarak bizlere sunan Jiyan hevalin bayrağını devralıyor ve bu özgürlük maratonunu başarıyla bitireceğimize söz veriyoruz. Şahadetiniz önünde saygıyla eğiliyoruz.
Adı Soyadı: Yıldız DURMUŞ
Kod Adı: Jiyan
Mücadeleye katılış tarihi ve yeri:
Doğum yeri ve tarihi: Komık ( yeni köy) köyü Karakoçan 1963
Şahadet tarihi ve yeri: Ağustos 1995 Çakaran Vadisi-Dersim.....
Mücadele Arkadaşları Adına Rozerin

"Tanık olun
Tanık olun bunlara!
Ey Ülkem tanık ol!
İhanet bulaşmış yanını temizliyor çocukların
Zulüm kalesinin üstüne yürüyorlar ömürleriyle..."
Binlerce yılın acılarıyla, umutlarıyla, sevinçleriyle, özlemleriyle yoğrulmuş topraklar yeni doğuşlara tanıklık ediyor... Tohumun toprağa ilk düşüşü ile yaşamın doğum sancılarını her yönüyle ama büyük bir umutla yaşayan bu topraklar, bağırlarına saplanan ihanetin bıçağını canlarıyla söküp atan evlatlarına tanık oldu, oluyor.Gerçek yalın ve keskindir. Gerçek karşısında çırılçıplak olmak, maskelerden arınmak, sadeliğin görkemiyle gerçekle buluşmak insana has bir olgudur.
Tarih gerçeğin arayışçılarıyla, onu yaratmanın sevdalısı olanlarla, insan olmaktan kopuşun en düşkün düzeylerinde dolaşanlara çok tanıklık etmiştir.Hele bu tanıklık Ortadoğu gibi yitirişleri en ağır bedellerle yaşayan bir coğrafyada olunca gerçeğin savaşçısı olmak da, gerçeğin karşısında düşkünce yaşamak isteyenler de en üst noktalarda örneklerini sergilerler insanlığa...
Zaman artık insanla buluşuyor Ortadoğu'da, Kürdistan'da... Efendilerin, tanrılarındı zaman. Kürdistan'dan başladı ilk adımlar. Zamanı insana geri vermenin yürüyüşü başladı. İlk insanın taşı eline ilk alışındaki, toprağı ve doğanın her canlanışını anlatılmaz bir güçle yaşadığı savaşıma bir kez daha tanıklık etti tarih. Nefes nefese yürütülen, santim santim yaratılan yaşamı, halklar zamanını gördü tarih. Gerçekleri yer altına itmek isteyenlerle yerüstünün savaşına tanıklık etti.
Bu öyle bir savaştı ki, hiçbir şeye benzemiyordu. Çünkü zulüm kalelerinin sahiplerinin "ben seni pis çamurdan yarattım" diyerek aşağıladığı insanın acısı hiçbir şeye benzemiyordu. "O halde" dedi insan "acımla benliğimi ezmek isteyenlere, kendi acımla kendimi yarattığımı göstermeliyim."
'Birazdan sessizlik yarılacak
Aydın bir geleceğin gürültüsü kopacak' *
"Beritan" adı, acının güce, yaşam kararlılığına büyük bir savaşla dönüştürüldüğü Kürdistan topraklarında bağımsızlığı ve özgürlüğü destansı bir direnişle yaratanları simgeler. "Beritan" adı, binlerce yıldır her şeyin aleyhine olduğu, "günahkar" kılınarak başı hep önde ve eğik tutulan kadının yaşam özleminin gerçekleşmesini temsil eder. Doğru yaşamanın, yaşamın karar, irade ve uygulama gücü olmanın bağımsız kişilikten geçtiğinin en somut kişilik örneği olan Beritan adı, bu toprakların binlerce yıldır tanıklık ettiği ihanete, köleliğe ve kadını yaşamın kaynağı olmaktan uzaklaştıran sisteme karşı "insan tavrının" da adı olmuştur.
Ekim 1992 tarihinde 40 güne yakın süren, Kürdistan Özgürlük Savaşçıları ile dünya gericiliği arasında yaşanan bağımsız çizgi ile sömürgeciliğe teslimiyetin çizgisi arasında yürütülen "Güney Savaşı" birçok çizginin de savaşımına tanıklık etti. Bu, büyük bir özgürlük ve insanlık hareketi olan PKK'ye akın halinde yönelen, binlerce yıldır umudunu, yaşam gücünü içinde saklı tutan ve bu gücüyle PKK'ye katılan binlerce kadının yaşama katılım kararlılığıyla, kadını ölüm sessizliği içerisinde tutan, ona "sen yaşamda bir sığıntısın" diyerek temelde insanın özgürlük umutlarına saldıran çizgi arasında bir savaşımdı. Bu, "kadın yaşamın yüküdür, bir şey yapamaz" diyen gerici çizgi ile "yaşamı savaşarak kazanacağım" diyen ve kadının özgürleşmesiyle bağımsız duruşun yaratılacağının temsilcisi olanlar arasında yaşanan bir savaştı. Özgürlük çizgisi ile teslimiyet çizgisinin savaşımıydı...
Beritan (Gülnaz Karataş) bu savaşımda en başta, komutan olarak yerini aldı. Onun komutanlığı, kadının yaşamın yaratıcısı olma kararlılığında, inancında gizlidir. Kürdistan Özgürlük Hareketi'ne katılımıyla, sözüyle, eylemiyle bunu kanıtlamıştır. Ekim '92'de tüm dünya gericilerinin, yine kadının gücüne, onun yaşam ve savaşım kararlılığına inanmayan yapıların karşısına büyük bir kişilik, ruh ve inanç örgütlülüğüyle çıkan Beritan yoldaşın duruşu, pratiği Kürt kadını açısından, özellikle örgütlülükle özgürlüğü yaratma yolunda ilerleyen Kürt kadını açısından bir dönüm noktası olmuştur. Kürt ilkel milliyetçi ve işbirlikçi güçlerin, egemenlikli sistemin temsilcileri olarak direniş ve özgürlük çizgimize açık saldırıları başlattıkları Ekim 1992 savaşımında şahadetiyla savaşın gidişatını değiştiren Beritan yoldaş Kürt kadınının özgürlük savaşımındaki örgütlülüğünün, askerileşmesinin, siyasileşmesinin de güç kaynağını ifade etmektedir.
Kadının özgürlük saflarına büyük bir yoğunlukla aktığı, yine Kuzey Kürdistan devrimi ile Güney Kürdistan devriminin buluştuğu bir aşamada egemenlikli sistemin teslimiyet, parçalama dayatmalarına karşı duruşta en tutarlı, en kararlı tavrı pratiğiyle gösteren Beritan yoldaş, Kadın Özgürlük Hareketi'nin de temel ilkelerinin pratikteki öncüsü olmuştur. Kadının, özgürlük, bağımsızlık karşısında tutarlılığı, inanç ve irade sahibi olması ile tüm dünya gericiliğine, erkek egemenlikli sistemin topyekün saldırılarına karşı geçit vermez bir güç olacağını kanıtlamıştır. O, kadının yeni yaşamın en sağlam yaratıcılarından biri olduğunu, bunun için bağımsız kişiliğin şart olduğunu, ancak bu kişiliğin doğru ve özgür kararlar vererek tarihi değiştirebileceğini göstermiştir. Kadın özgürlük tarihinin oluşturulduğu bir dönemde "Özgürlük örgütlülükten geçer" belirlemesinin bir komutanı olarak savaşta, yaşamda yerini alan Beritan yoldaşın, yaşama olan sevdası, sevdasını ülkesiyle, özgürlük savaşımıyla birleştirmesi; gericiliğe, teslimiyet çizgisinin kişiliklerine olan öfkesi, "teslim ol, sana bir şey yapmayacağız" diyen köleci sistemin temsilcilerine karşı sergilediği tutum Kadın Özgürlük Hareketi kadar Kürdistan özgürlük ve demokrasi mücadelesinin esas aldığı bir yaşam ilkesini ifade etmektedir.
Şehit düştüğü 25 Ekim sabahına şu sözlerle başlar: "Önderliğe layık oluncaya kadar savaşacağım, ihanetten hesap soracağız ve mevzilerimizi bırakmayacağız." Bu sözler Kadın Özgürlük Hareketi kadar özgürlük mücadelesi veren halklar açısından da takip edilecek bir çizginin ifadesi olmaktadır. Beritan çizgisi, bu tutumun devam ettirilmesiyle anlaşılabilecek bir güce sahiptir. Beritan çizgisi kadının ve halkların çizgisi olmaktadır.
Beritan'ın sesi, özgürlüğün ve bağımsızlığın sesi Geliyê Azadi'de hala yankılanmaktadır. O ses, büyük bir kadın ordusu oldu. O ses bugün Ortadoğu topraklarında doğan, bu topraklara ilk can veren kadının gücünü dünyaya taşıran kadın partisi oldu. O ses, teslimiyete karşı direnişin, kadının her zorluk karşısında özgürlükte ısrarının temsilcisi olarak yankılanmaktadır.
"Savaşan Özgürleşir, Özgürleşen Güzelleşir, Güzelleşen Sevilir" belirlemesinin takipçileri olan binlerce genç kız dağlarda Beritan adını haykırıyorlar. Dayatılan teslim ol çağrısına, kendini uçurumdan atarak cevap veren Beritan'ı kendi dilinden anlamak, Onun temsil ettiği yolda gerçeğin eylemcisi olmaktan geçmektedir.
Beritan adı şimdi binlerce genç kızın adı. Beritan'ın adı, savunduğu, düşmanında bile saygı yarattığı çizgiyle, eylemiyle yaşatılacak.
Analar kızlarıyla senin düştüğün toprağa yüz sürüyorlar. Sende derman, sende yaşam arıyorlar. Sen şimdi özgürlüğün, ihanete teslim olmamanın kaynağısın. Şimdi sana ulaşma zamanı... Şimdi seninle, yolunla buluşma zamanı... Şimdi seni anlama zamanı...
Bu topraklar sana, sevdana, direnişine, kadın güzelliğine tanıklık etti. Tarih, bu ülkenin ihanete bulaşan yanının seninle, senin ömrünle tertemiz kılındığına tanık... Sessizliğin yarıldığına, aydın bir geleceğin gürültüsünün senin uçurumlardan yankılanan özgürlük çığlığınla koptuğuna tanık...
Ey savaşan, savaştıkça özgürleşen, özgürleştikçe güzelleşen ve sevilen yiğit komutan. Bu tarih, bu topraklar seninle tanık oluyor özgürlüğe, iradenin ve inancın zaferine...
Weşanên Jina Serbilind
İnsanda düşünme ve anlama yetisi geliştiğinde etrafında gelişen olay ve olguları tanıma ve onları adlandırmaya başladı. Kimi zaman yaşam için yararlı ve gerekli gördükleri varlıkları kutsamaya ve tapmaya da gidebildi. Güneş, su, rüzgar, dağ, ağaç ve değişik hayvanlar konulu nice efsaneler, şiirler, öyküler söylenmiş, yazılmış. Hatta bazen bir kabileyi, bölgeyi ve halkı sembolize eden konumdadırlar.
Mesela Kürdistan denilince belki akla ilk gelen şeylerin arasında dağlar vardır. Uçsuz bucaksız, göklere uzanmış, haşin ve asi dağlar. Tabii bunların arasında da tarihi geçmişi ve insanlığa atfettiği yaratımlarıyla Zagros dağları, Kürt halkının gönlünde ayrı ve çok özel bir yeri vardır.
Zagros bir anlamıyla yani asilik, direniş, yaratıcılık, isyan, mücadele ve özgürlük. Halkının kanlı talanlardan korunmak için Zagros dağlarını en iyi sığınak belleyerek ona güvenmiş, haksızlıklara karşı başkaldırıda hep cesaretli ve yürekli olmuştur.
Zagros dağları yenilgiyi, yıkılmayı, çaresizliği, hele hele teslimiyeti asla kabul edemeyecek denli mağrur ve yiğittir. Zagrosun özlü, saf sütünden beslenmiş olan halkımız da onun içindir ki yılların sömürü, istismar ve talan harabeleri içinden tekrardan dirilip, mücadeleye baş koydu. Böylece Zagros dağları da sayısız özgürlükçünün kanıyla beslenip, direniş tohumunu daha fazla toprağın döl yatağına atmıştır.
Nasıl ki Zagrosun zirvesinde asırların biriktirdiği karlara rağmen, her yıl berfin çiçekleri açılıyorsa, dört tarafı tel örgülerle çevrelenmiş Kürdistan toprağında, genç kadın ve erkekler özgür yaşamı yeşertmek için mücadelelerini yükseltiyorlar. Onların arasında da Zagros yürekli savaşçılar vardır ki Çarçella ve Cilonun soyluluğuyla yaşama bakarlar. Doğu diyarından Zagros yoldaş bunlardan biriydi. İlik görenlere, coşkusu, heyecanı, alçak gönüllülüğü, dürüstlüğü, sabırsızlığı, fedakarlığı ve direnişçiliğiyle hem etkiler hem bir şeyleri, bir yerleri hatırlatırdı. Bu özelliklerin çağrıştırdığı şeyin ne olduğunu uzun süre merak ettik. Bu asilik, yaşama sevinci, başarı hırsı, direniş ve mücadele azmi nereden kaynağını alıyor olabilir ki?
Bu yıl Zagros dağlarını görme fırsatım oldu. Sislerle örtülmüş Zagrosun zirveleri, güneşin doğudan doğuşuyla, birer birer anlatmaya başladı, bağrında yaşanan direniş, kahramanlık destanlarını. Bana bu destanlar bildik geliyordu. Uzun düşünmeye ve hafızamı kurcalamama gerek yoktu. Çünkü Zagros yüreklilerden birini tanıyordum. Onlar yaşamın her anında zirvede yaşamayı biliyorlar. Sıradan, değersiz, özellikle tutsak yaşamı asla kabul etmemeleri Zagrosun özgürlükçü ruhundan esinleniyordu. Bundan dolayı Zagros Tolhıldan yoldaş’da yaşamayı hızlı yaşamayı hızlı olduğu kadar özlü ve anlam yüklü kılınmasını bilenlerdendi. En karanlık ve kuytu gecelerde rotasını şaşırmadan ihanet ve geriliğin dev dalgalarına yenilmeden özgürlük sahiline doğru yelkenleri hep açık ve güçlü tuttu. Adıyla bütünleşmişti adeta. Bu yüzden nasıl ki Zagros dağları gerillanın sevgilisiyse, Zagros yoldaşta arkadaşların gönlünde taht kurmuş, sevgilerini kazanmıştı.
Zagrosun direniş, asalet, kahramanlık sesi, onun yaşamında yankılandı ve her şeyiyle bu gerçekliği dile getirir gibiydi. Bu yüzden diyorum ki o gerçekten Zagrosça yaşadı, sevdi, sevildi ve sevilecek. Zagros yoldaşın şahadeti, Çarçella, Ciloda bir berfin çiçeğinin daha açılması, gökyüzünün pırıl pırıl bir yıldıza daha kavuşması oldu. Biz arda kalanlara düşen ise başarı ve yarattıkları mirası korumak, ona değer katmak ve şehitlerimizi böylece sonsuz yaşatmaktır.
Zagros yürekli Zagros yoldaş birlikte özgür Çarçellada başarı türküsünü söylemek umuduyla diyorum....
Mücadele arkadaşları
PKK ve şahadet kadar iç içe geçmiş bir olgu söz konusu değil. Bunu Parti Önderliğimiz "PKK bir şehitler partisidir" belirlemesiyle en özlü bir biçimde dile getirmektedir. PKK kadar şehidi bol olan, şehitlere ve onların ideallerine bağlı, yine şahadetlerle yaşamı yaratan bir hareketi özgürlük mücadeleleri tarihinde sanırım görmek mümkün değildir. Her bir şahadet önemli sorgulamaları getirmiş ve kendisiyle yeni süreçleri açığa çıkarmıştır. Aynı zamanda şehitlerin omuzlara yüklediği her bir sorumluluk önemli cevaplarla da karşılanmıştır. Kürdistan coğrafyasının her bir karış toprağı şehit kanıyla sulanmış ve şehit verilmedik bir karış toprak kalmamıştır desek sanırım abartmış olmayız. Bu şahadetler özgürlük mücadelesinde yer alan her bireyi etkilemiş, mücadele çizgisini, onun eylem tarzını ve kişilik temsilini somutlaştırmıştır. Ben bu şahadetlerden bende en fazla etki yaratanlardan birini anlatmak istiyorum. Sanıyorum şehitler haftasında ordumuzun kurucularından Agit arkadaşın şahadet yıldönümünü yaşadığımız Mart ayında verilebilecek bir yanıt da ordumuzda etkili olan kadın komutanlardan birini değerlendirmek olabilir. Bahsedeceğim arkadaş Komutan Azime oluyor.
Belki de Azime arkadaşın en az kaldığı alanlardan biri şehit düştüğü alan olan Gare alanı. Fakat nedense Gare adı bende Zeynep, Nergiz, Helin ve Azime çağrışımını yapıyor sürekli. Her biri değişik zamanlarda şehit düşen bu arkadaşlar Gare'yi Gare yapan değerler toplamını ifade ediyor benim açımdan.
Azime arkadaş Serhat alanında yetişen ve yurtseverlikle, partiyle bu topraklarda tanışan bir yoldaş idi. Ailesinden katılım ve şahadetlerin yoğun olduğu Azime arkadaş mücadele ile olgunlaşan kadın militanlardan biriydi. Oldukça genç yaşlarda gerçekleşti katılımı. Kısa bir süre sonra da öğrenme hırsı, iddialı duruşu, girişkenliği, coşkusu, inisiyatif ve emekçilik gibi yönleriyle önemli bir gelişim kaydederek yöneticilik düzeyinde ordu çalışmalarında yer aldı. Güney Kürdistan alanında eğitim gördükten sonra '92 Güney Savaşı sonrası Zele alanında Karargah yönetimi düzeyinde yer aldı. Bu süreç sonunda bir grup kadın yoldaşla beraber Parti Önderlik sahasına geçişi gerçekleşti. Onunla ilk karşılaşmamız işte o kutsal mekanda BİLGE'nin huzurunda oldu. Kendisini bir kadın olarak oldukça derin sorgularken tanıdım. Kendisi olmaya ilk adımı da o sahada attı. Özgür bir kadın olarak kendisini yaratma çabası güçlüydü. Bu sahada pratik anlamda da sorumluluklar alarak kendisini yönetsel olarak güçlendirerek ülkeye yöneldiğinde yeniden ülkeyle ve silahla buluşmanın heyecanını taşıyordu. Özlemi hiçbir sınır tanımıyor ve adeta kaynağa koşarcasına bir sel gibi akıyordu.
Dönüşünde ağırlıklı olarak Metina, Zap, Zagros alanlarında çalışma yürüttü. Metina'dayken O'nu bağımsız kadın birliklerini oluşturmanın mücadelesini yürütürken hatırlıyorum. "Kendi başımıza eğitimlerimizi yapıyoruz, kendi erzaklarımızı taşıyarak üslenme koşullarımızı sağlıyoruz da neden kendi başımıza hareket ederek güvenliğimizi sağlayamayalım ve de savaşamayalım ki! Bizi en fazla geliştirecek olan da bu değil mi?" diyordun hiddetle. Ulaştığımız aşamada belki önemli tecrübeler kazanıldı ve kadın ordulaşarak ve bugün ulaştığı Partileşme düzeyiyle iradi bir güç olduğunu kanıtladı. Fakat bu kazanımlar kuşkusuz çok kolay ve kendiliğinden gerçekleşmedi. Her bir yoldaş attıkları adımlarla bu denizi oluşturan damlalar oldular ve bu da büyük emeklerle gerçekleşti. Bir yandan kadının geçmişten ve geleneklerden kaynağını alan, tarihine yabancılığıyla beslenen gerilik ve alışkanlıklarının gücü, diğer yandan egemen zihniyetin feodal ya da inceltilmiş küçük burjuva ağlarının gücü kadının iradeleşmesine zemin sunmuyordu. Bu açıdan bağımsız bir kadın birliğinin yaratılması da nice bedeller ve savaşımlarla gerçekleşti.
Zaman zaman O'nu eğitim verirken hatırlıyorum mavi derin gözleriyle. Ya da elinde kocaman bir balta, dizlerine kadar kara batmış ve pembeleşmiş yüzünde hiç eksilmeyen gülüşüyle savaşçılarına örnek olan emekçiliğiyle odun kesmeye giderken...
İşte orada bir manga yeri yapıyor, yeleğini ve raxtını çıkarmış, manganın üzerine naylonu yerleştirmeye çalışırken hafifçe bir türkü tutturmuş...
Ama en çok da elinde radyosu yol yürüyüşünde, başında siyah beyaz kefiyesiyle yürüyemeyen yoldaşının da silahını omuzlamış bir halde takımının başında hatırlıyorum. Kah radyoyu dinliyor, kah geride kalan yürüyemeyen arkadaşların yanına giderek onlara moral veriyor. Bakın diyor, noktaya ulaştık, şu tepenin arkasında...
Ama bir tablo O'nu hatırladığımda hiç hatırımdan çıkmıyor. Ateşe olan tutkusunu anımsıyorum. Ateş yakmak büyük bir maharettir gerillada, hele dumansız ateş yakabilmek! Ateş ne kadar hayatiyse, duman bir o kadar tehlikeli. Ama en güzeli de ateşin çıtırtılarını dinleyerek ve yalazların dansını seyrederek yapılan koyu gece sohbetleri. Seninle o kadar çok sohbet geliştirdik ki köz başında. Kah kadını tartıştık, özgürleşme tutkumuzu, sevgiyi, dostluğu, emeği, kah adaleti ya da yarım kalmışlıklara duyulan öfkeyi...Yeni insan ve yeni yaşamın yaratıcısı Büyük mimar Başkan Apo ise tartışmalarımızın hiç değişmeyen ekseni oldu. O'na duyduğumuz özlem, O'na verdiğimiz sözler, başarısız pratiklerimizin ezikliğini başarıya çevirerek O'na layık olmanın, O'nun 'Yoldaşı' olmanın iddiası hiç eksilmedi sohbetlerimizde. Hatırlıyor musun bir gece "Ne kadar acı anlaşılmamak" diyordun. Zamanında yeterince güçlü Önderliğimizi anlayamadığımıza hayıflanırken nasıl daha derin kavrayarak kavradıklarımızı pratikleştirebileceğimizin projelerini yapıyorduk. Aslını sorarsan yeterince senin de anlaşılamayışının ezikliğini yaşadığımı duyumsuyorum şimdi de.
Bir de hatırlıyor musun, kıpkırmızı bir güneş batışı sonrasında Bergare'de bir dağın yamacında elmalı bir köyde olan noktanızda nöbete gitmiştin. Senden sonraki nöbetçi gelmediği için bir hayli geç ve üşüyerek gelmiştin ateşin başına. Cebinde karın altından topladığın kütür kütür kırmızı elmaları çıkarıp atmıştın köze. Sonra ateşi seyrederken ateşi özgür kadına benzettiğini söylemiştin. Kırmızı renk sende özgürlüğü çağrıştırıyordu. O sırada elmalar közün altında patlamış ve nefis bir elma kokusuyla kaplanmıştı ortalık. Ve uyuyan arkadaşlar bile dayanamayarak kalkmış ve sohbetimize katılmışlardı. Bir arkadaş ıslak bir dal parçasını ateşe atınca birden ortalık duman dolmuştu. O zaman peki bunu neye benzetiyorsun demiştim. Onu da köle kadına benzettiğini söylemiştin. Güzel ve anlamlı bir benzetmeydi. Dün bir eğitim yerinde seni anlatmak için neleri yazabileceğimi düşünüp yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken arkadaşların soğuktan dans ederek yaktıkları ateşe takıldı gözlerim. Artık duman çıkarmayan ateş yakmayı öğrendi kadınlarımız. Ateşlerimiz parıl parıl yandı bu Newroz'da. Arınma, temizlenme ve kendi olma mücadelesinde bir yılı daha geride bıraktık ve ateşle yıkandık.
Yine seni ateşe dalan mavi buğulu bakışlarınla bir halk türküsünü söylerken hatırlıyorum. Dostum dostum deyişin geliyor aklıma tüm sıcaklığınla.
Biliyor musun, şehit düşen her yoldaş için yazı yazdığımda hep yarım bıraktığımı düşünüyorum. Sanki bir şeyler eksik kalacak, yeterince anlatamayacağım kaygısıyla çoğu zaman yazmamak ağır basıyor. İşte yine o yarımlığı hissediyorum. Seni en son görüşüm hatırımda. Batı Gare'de başlayan operasyon ve karlı bir kış günü. İkimiz de ayrı birliklerdeydik. Sabahtan akşama kadar yoğun çatışmalar yaşadık. İşbirlikçiler bir yandan, diğer yandan TC'nin ağır hava saldırıları. Yanlışlıkla kendi işbirlikçilerini vurduklarında nasıl da kahkahalarla gülmüştük. Hava karardığında tuttuğumuz tepeleri bıraktığımızda sizin grubunuzla karşılaştık. Bizim birliğimiz Bergare'ye doğru geçiş yapacaktı ama sizin birliğinizin o gece orada kalacağına dair bir söylenti vardı. Bağlantılar kurulmaya çalışılırken daha sonra görüşeceğimizi öğrendik. Yolda bir grup güle oynaya gelirken sesini tanıdım. Nasıl da sıcak bir karşılaşmaydı? Tartışacağın bir şeyler olduğunu söylerken nereden bilebilirdim ki o en son görüşmemizmiş. Zaten görüşeceğiz o zaman tartışırız diyerek önden giden gruba yetişmeye çalıştım. Kendimizi karla kaplı bir boğazdan aşağıya bıraktık. Oldukça sessiz hareket ederek, yakınımızda yanan ateşlerden gizlenmeye çalışarak sabaha karşı hava aydınlanırken noktamıza ulaştık. Gün ağardığında çatışmalar devam ediyordu. Biz bir yandan kendi tepemizde çatışırken, kobralar bir gece önce geçtiğimiz noktaları dövüyorlardı. Cihazı dinlemeye çalışsak da bir bilgi alamadık. Bir yandan "ya onlarsa" diyor, diğer yandan da sizin o gece Batı Gare'de kalacağınızın rahatlığıyla buna ihtimal vermiyorduk. Gece geç saatlerde gelen bir haber çatışmalarda bir kayıp vermememize, hatta silah kaldırıp bir işbirlikçiyi esir almamıza rağmen morallerimizi yerle bir etti. Birliğiniz gece geç saatlerde bir boğazdan kendisini bırakmış ve sabaha doğru KDP'liler tarafından fark edilmiştiniz. Çatışmalar başlamış, kimi arkadaşlar kopmuş, kimileri çatışmalarda kimileri de soğuktan donarak şehit düşmüştü. Düşman daha sonraki günde geri çekildiğinde bizler karşı sırtta sizlerin şehit düştüğünüz dağ silsilesini seyrediyorduk. Ölüm gibi soğuktu. İlk arama grubuyla gitmek istediğimi söylediğimde bazı tartışmalar olsa da kendimi dayatarak köye ulaştığımda birliğinizden sağ kurtulan arkadaşlara takıldı gözlerim, ne tuhaf... Onlar da senin seyretmekten çok hoşlandığın ateşin yalazlarını seyrederek yitirdiklerini düşünüyorlardı. Bir yandan seni arıyor ve olamaz diyor, diğer yandan arkadaşların kurtuluşuna seviniyor ama sormaya cesaret edemiyorken birlik komutanınız "Azime'yi koruyamadık, kaybettik" dedi. İnanmak istemedim. Çünkü günler sonra da gruptan kopan arkadaşlar ulaşıyorlardı noktaya. Karda kiminin ayakları, kimilerinin elleri donmuştu. Belki diyordum geleceksin. Sonra arkadaşların cenazelerini aramaya gittik. Göz gözü görmez fırtınalı bir gündü. Gök delinmiş gibi kar yağıyordu. Sonunda bir arkadaşın yaralandığı ve sana "git kendini kurtar" dediğini ama senin "olmaz" diyerek O'nun yanında kaldığını ve beraber çatıştığınızı oturduğun, sırtını yasladığın ağacın dibinde vurularak şehit düştüğünü gören arkadaşların anlatımlarından öğrendim.
Sonra bahar geldi Gare'ye. Ve o güzel bedenin aylar sonra sırtın hala o ağaca dayalı, şutüğün çatışma öncesinden bağladığın titizlikle sarılı bir biçimde karların altından güneşle kucaklaştı. Vahşi hayvanlar bile o güzelliğine kıyamamışlardı. Fazla kalmamana rağmen sevmiştin Gare'yi. Ve sonsuzluğu o kutsal topraklarda karşıladın. Bir Babil kalesi vardı. Dünya harikası bir yerdi. Üzümlerini hele karın altından çıkarıp yemeyi ne de severdin. "Kleopatra Babil'in üzümlerinden yapılan şaraplarla banyo yapıyormuş ama yemesi daha güzel" derken gülümsüyordun. Şimdi bu topraklarda ölümsüzlükle kutsandın.
Defterlerini verdiler sonra bana. Toprak, güneş ve Önderlik üzerine yine kadın ve ateş üzerine olan tartışmalarımızı yazmıştın. Bense onları Bilge İnsan'a göndermeyi bir görev bildim. Ama sanırım onlar da hala kutsal Mezopotamya topraklarındalar bir operasyonun gazabı sonucunda.
Öğretici yanların çok güçlüydü. Şahadete ulaşırken de yoldaşlığı ve sahip çıkmayı öğrettin herkese. Seni sürekli ateşin ve yoldaşlığının ışığı ve sıcaklığıyla hatırlayacağım, sevgiyle kal...
Mücadele arkadaşları
On yıl üç ay aradan sonra, on yıl üç ay önceki çatışma alanına döndüm. Her birinden sadece bir defa geçtiğim yollarından, ikinci defa geçerek yürüdüm. Daha önce yürüdüğüm ve yürümediğim yollarından gittim. Şeşdarê’ de gerçekte bir yol yoktu. Yürüdüğüm yerlere ben yol adını verdim. Şeşdarê!
Şeşdarê!
Şeşdarê!
Sırtları sessiz ve yalnızdı. Yolları, patikaları gerillanın mekaplarıyla genişleyip toz duman olmamıştı. Xelil Sümbül, Seyfi ve Cudi Ş.Weyt’in bölükleri Haziran sıcağında eylem için gelmemişlerdi. Haziran sıcağı yerinde yoktu.
Ne kurşunla ayak bileği parçalanmış bir kadın gerillanın acısı çalıların arasında gizlenmişti ve ne de o acının, ihanetin ellerine düşerek daha da büyümemesi için gerillanın namlusunda patlayan kurşunların sesi ortalığı kaplamıştı.
Kobralar ölüm kusmuyordu. Ne obüsler, ne 57’lik toplar, ne 120’lik havanlar ne de tanklar Şeşdarê’yi ölümüne ve araklıksız vurmuyordu. Vurmamanın sessizliği kaplamıştı ortalığı.
Peşmergeler her tarafı sarmamış; Kleş, BCK, Karnas ve Roketatarlarla “iş başı” yapmamışlardı. Peşmergelerin, sahiplerine yaranmacı naraları duyulmuyordu ortalıkta.
Sırtın kayalıklarına boydan boya mevzilenerek yerleşmiş üç bölüğün en kahraman gerillalarını aradım. Takım komutanı Şervin, Manga Komutanı Agitê Garisi, Takım Komutanı Mazlum GAP, Manga Komutan yardımcısı Mazlum Avrupa (Halfeti), Takım Komutanı Sozdar, Xelil Sümbül, Seyfi… Ve daha nicesini aradım, aradım orada yoktular. Her biri ülkemin bir dağında, geçidinde, yolunda ve bir savaş meydanında savaşarak ya da arkadan kahpeler vurularak şehit olmuşlardı.
Şervin; Takım Komutanı, yoldaşlığın ruhu, kadın direnişi ve iradesinin yenilmez sembolü, eylemci, canlı, coşkulu ve Özgürlüğe tutkuyla bağlı.
Şervin, Zınar’ın kanıyla tepeden tırnağa boyanmamıştı. Şervin, kan kan Zınar kokmuyordu. Şervi’nin elbiselerine sinmiş Zınar kanının kokusu burnuma gelmedi.
Şervin; yağmur gibi yağan havan ve top atışları altında, sonra da kobralarla karşı karşıya kalarak parelenmiş yoldaşı Zınar’dan vazgeçmeyerek onu getirmiyordu. Ben sırtımda çantamla, silahımla; Mervan’ın kleşi ve Zana’nın karnasıyla Şervin’in yardımına koşmuyordum. Havanlar sağıma soluma önüme arkama düşüp hiddetle patlamıyorlardı.
Ayağından kurşun alarak yaralanmış ve hiç tanımadığım bir gerilla merakla ve endişeli bakışlarım altında tanımadığım başka bir gerilla tarafından çıplak tepeden cesurca geçmediler.
Her zamanki gibi, diğer bölüğün komutanı Seyfi arkadaş kurşun yağmuru, kobra, havan ve top atışlarına aldırış etmeden, Kleş, BKC ve roketlere karşı siper almadan apaçık sırtın üzerinde dimdik ayakta durarak savaşı koordine etmiyordu. Ben endişelenip yalvarırcasına “Heval Seyfi, Heval Seyfi kendini eğ, bu tarafa, yanımıza gel vurulacaksın” diyemedim.
Oraya kurşunlar yağmıyordu. Havanlar düşmüyor, kobralar vurmuyordu.
Orada Seyfi yoktu…!
Orda, hemen beş metre yamaçta; tank atışıyla sol bacağı diz altından kopan, sağ ayağı kırılan, el parmaklarının çoğu kesilen alnından küçük bir şarapnel parçasının delerek içeri girdiği Zınar’ın iniltileri yükselmiyordu. Dizimde Zınar’ı başı yoktu.
Başı dizimde ve iniltiler içindeki Zınar gözlerimin içine bakarak “Eze biçim na? Demediği için ben de içim kan ağlarken, “De aybe lo, parçeki biçük li te ketiyê gir gira teye weki zarokan” deyip acı bir gülümseyiş vermedim ona. “Kolinge min, linge min nine”diyen Zınar’a halen derisi kopmamış kesik ayağını şalvarının paçası içerisinden yukarı kaldırarak sırt üstü yatan ve başı dizimin üstünde duran Zınar’a göstererek acı içkin bir gülümseyişle; “Ha linge te! Diyemedim. Ve sonra eğilip Zınar’ın alnını ilk ve son defa öpmedim.
Yamacı kılçıklı otlar kaplamıştı. Dizim orada yoktu. Dizimde Zınar yoktu.
Orada acemi bir sedye ve sedyenin üzerinde kısa boyuna rağmen 80–90 varan kilosuyla esmer tenli genç Zınar yoktu. Bu nedenle, daracık sedyenin bir sağından bir solundan kayıp düşmüyordu. Yanımda bütün elbiseleri Zınar’ın kanıyla boyanmış Şervin yoktu. Bu nedenle Deriye Davetiye’nin tam karşısında görüntü vere vere sedyeyi yeniden hazırlayıp Zınar’ı ona bağlayamadık. Oradan 25–30 metre uzaklaşmamışken 5–6 havan yerimize isabet edip orayı dumana- toza boğmadı.
Ve Zınar, oracıkta son nefesini vermiyordu. Ben ilk kez bir şahadete tanık olmuyordum. Gözümdeki yaşlar kurumuyordu. Kani ve Hozan, kandan ve “ölü”den çekinerek bizden uzaklaşıp, gitmiyorlardı. Ben ve Şervin Zınar’la baş başa kalmıyorduk.
Şervin ve ben kasatura ve silah şişi ile bir ağacın altında el acele mezar eşmedi. Orada Şervin yoktu, oradan hiç kimse yoktu.
Yüz yirmi üç ay sonra, hiç unutmadığım ağacın altına gittiğimde Zınar’ın mezarı belirgin değildi. Ağacın altı düzeltilerek, büyük ihtimalle yatma yeri olarak kullanılmıştı. Orada Zınar’ın yattığından habersiz.
Mezarı biraz eşeledik. Toprak çok sertleşmişti. Daha sonra şehitliğe götürebilmek üzere işaretleyip bıraktık.
Orada Zınar vardı. Seyfi, Xelil vardı, Mazlum, Sozdar, Cudi vardı.
Orada Şervin vardı.
Ben yoktum orada
Bir Haziran sıcağı yoktu.
Zerdeşt Dersimi
Haftanin- Şeşdarê
ERDAL-ENGİN SİNCER- YOLDAŞIN ANISINA
ÇOCUKLUK ARKADAŞIM, GENÇLİK DOSTUM VE MİLİTANLIK YOLDAŞIM
Erdalsız üçüncü yılımızı geride bırakıyoruz. Erdalsız geçen bu üç yılda anlatılacak o kadar çok şey var ki. Birkaç sözle dile gelmeyecek kadar fazla.
Erdal’a ilişkin çok yazıldı, çok çizildi. Ve daha çok yazılacak ve çizilecektir de.
Erdal bir yaşam öyküsün ötesinde bir fenomendir. O yaşatılacak bir olgu değil o ancak yaşanınca anlaşılacak bir gerçekliktir. Bu bakımdan Erdal’ı ele alırken onun yaşam öyküsünden yola çıkarak onun bize verdiği mesajları doğru okumaktır. Hiç şüphesizdir ki Erdal’ı anlatırken onun farklı yaşam duruşunun yanı sıra onun kişisel özellikleri de dile getirmek gerekecektir.
Erdal’ın çocukluk ve gençlikte arkadaşı olarak onu anlatmak birazda bana düşüyor sanırım. Bugüne kadar niçin yazmadın diye sorulabilir. Haklı bir sorudur. Ancak insan olgusu öyle renkli bir yaratıktır ki anlaşılamayacak kadar renkli!
Yazmadım daha doğrusu yazamadım. Her kalemi ele alışımda kalem yürümez oldu ve bende yazmadım. Benim duygularımı kaleme alacak bir kaleme sahip olmayışımın yanı sıra birazda bilinçlice Erdal’la olan anılarımın bana ait olmasını bencilce kendime tuttum. Ve belki şimdi de yazamayacağım. Ancak Yoldaşlarımla paylaştığım Erdal’ca yaşama denemelerim oldu. Onu ne kadar başardım o da ayrı bir gerçekliktir.
Yazıya giriş yapmadan bazı görüşlerimi dile getirerek başlamak sanırım gerekiyor. Birçok arkadaş, dost, akraba Erdal’a yakın olduğunu söylüyor. İlginçtir ama birçok kopan birey ve bugünlerde ayrı duruş sahibi olan aile ve akraba fertleri de aynı iddiayı taşıyorlar. Çok tuhaftır ancak anlaşılması gereken bir gerçekliktir.
Erdal’la küçük yaştan tanışıyoruz. Aynı yörenin çocukları olmanın yanı sıra ailelerimiz yakın dostluk için de yaşıyorlardı ve halen de bu böyle sürüyor. Nereden gelir bilmem ama ilginç olan Erdal arkadaşın aile kökleri ile bizim aile eskiden beri dostlar. Böyle olunca yaşama açılım geliştiğinde doğalında tanışı verdik ve arkadaş olduk.
Bu tanışma salt sivil yaşamla sınırlı kalmadı. Çocukluk yılları, gençlik yılları derken militanlığa adım attığımızda da bu devam etti. Sorun kimin kimin için geldiğinin ötesinde ortakça paylaşılan düşünceler uğruna ve dostluk uğruna militanlıkta buluşmaydı gerçekleşen. Yaşça büyük oluşumdan kaynaklı olmalıdır ki ben erken özgürlük hareketi saflarına geldim. Bir de Erdal geçirdiği ağır trafik kazasında dolayı komalık durumu uzunca yaşadığı için geç gelmesi doğaldır belki de. Bu geç geliş öyle yılları alan bir geç kalış değil elbette. Bu birkaç ayı alan bir gecikmeydi. Mayıs yâda Haziran 90’da Erdal katılı vermişti bile. Ben ise 89 un sonlarında gelmiştim.
O erken gelseydi ben peşinden fazla gecikmeden gelecektim. Kaldı ki ben militanlığa adım atma niyetimi ilk ona belirtmiştim. Ve sözleşmiştik. Saflara da buluşacaktık. Tuhaftır ancak bazı olgular vardır ki olup bitenler karşısında etraftaki insanlar olup bitenleri erkenden görürler. Bunun için de henüz dinamik gençler iken birçok dost yâda arkadaş bizim adım adım özgürlük hareketine katılacağımızı seziyorlardı.
Nede olsa Pazarcıklıydık. Oralarda-yani Avrupa da- büyümüştük. Gençlik yıllarımız Avrupa da geçiyordu. Birde o dönemlerde okul okuyanlar da çok azdı. Yâda hiç yoktu. Her ikimizde okul okuduğumuzdan doğalından dikkat çekiyordu. Birde çok aktif cephe çalışması diye tabir edilen siyasal çalışmada yer alışımız yeterince dikkat çekiyordu. Düşünün öyle bir ortam ki herkes ülkeden kaçarak Avrupa ya çıkarken bizim gibi oralarda büyümüş gençlerin özgürlük hareketine gönül vermesi ve bunun da ötesinde özgürlük dağlarına gidebileceğimizin mesajını vermesi yeterince etkiliyordu ve saygı uyandırıyordu. Biraz da çılgınca geliyordu insanlara. Ne de olsa herkes yönünü Avrupa’ya çevirmişti. Biz ise terk edilmiş topraklara, yani yönümüzü ülkeye çoktan çevirmiştik. Önderliğimizin sonra da yapılan kimi tartışmada Pazarcıklılara ‘ülkesini kolay terk eden insan’ tanımlaması dikkate alındığında söylenmek istenen rahatça anlaşılırdır.
Şunu da yazımın başında dile getirmek yanlış olmayacaktır. Ben bazı insanların doğuştan PKK’lı olduğuna giderek inanan bir insanım. Belki eskilerde buna fazla anlam vermezdim. Ancak giderek bende bu kanı gelişiyor. Örneğin bir şehit VİYAN SORAN yoldaşın doğuştan bir militan, şehit ŞİLANLARIN (Kobani ve Urfalı olan) arkadaşların PKK’lı, Konyalı şehit ŞOREŞ’in yine NUCAN NURHAK arkadaşın militan doğduğuna inanıyorum.
Hani, İslamiyet’te derler ya her çocuk dört yaşanı kadar biraz da Müslüman’dır. Ben her insanın doğuş itibariyle biraz PKK’li olduğuna inanan biriyim. Ve birçok insanın-PKK ile buluşmuş olmasalar da-PKK’li olarak yaşadıklarına inanıyorum. PKK’li olmak adalete gönül vermek, baskıya karşı başkaldırış, boyun eğmeye tahammülsüzlük, maddiyata ret, ilişkilerde daha özgürlükçü, halk ve toplum uğruna canını çekinmeden koymak, mütevazılık, sade yaşama ve zirvelerde seyir etmek ise o zaman bazı insanların ruhlarında bunları görmek mümkündür.
İşte PKK’lilik biraz yukarıda dile getirilenler ise Erdal arkadaş doğuştan bir PKK’lidir. O yaşamıyla henüz genç bir delikanlıyken kendisini herkesin gönlüne nakış etmişti. Onu tarif etmek çok zor oluyor. O tarif edilemiyor. O ancak yaşanılır. Yâda onunla ancak yaşanılır. Başkası biraz zordur desem abartı olmaz.
Birde ben onunla bire bir yaşamamış olsam onun dini olgu ve olaylarda tabir edilen meleklerden bir tanesi olduğuna inanacaktım. Ve yer yer öyle olduğuna olan inancımı koruduğumu ve bir gün karşıma tekrardan çıkacağı umudunu hep diri tuttum ve tutuyorum da. Farklı yorumlansa da ben onun bir gün ansızın karşıma dikileceğini bilerek yaşıyorum. Bir yoldaşa ‘ benim İsfahan’ım Erdal’dır’ demiştim, ancak şahadetiyle her şeyim oldu.
O öyle biriydi ki ailenin tereddütsüz üzerinde anlaştığı tek kişiydi. O çevrede yardım severliğiyle bilinen bu anlamda da herkesin yardımına ihtiyaç duyduğu güleç yüzlü güleç yüzlü olduğu kadar bir arkadaşın deyimiyle ‘şeker’ di. Bir melekti. O nerede bir eylem varsa ve o eylem yâda etkinlikte fedakârlık isteniyorsa o orada hazır bulunan birisiydi. Herkes ona saygı ve sevgi besliyordu. Çünkü onun yaklaşımlarında sevgi ve saygı ilkesel yaklaşımlardı.
Çok sonraları öğrendim bir anısını. O son Avrupa ya gidişinde bir çocuğun olan kardeşimle telefon açıyor. Daha küçük olan çocuk benimle Erdal arkadaşın asıl isimlerini taşıyor. Ve küçük enginin ‘dondurmamı yoğurt mu sevdiğini’ soruyor. Verilen cevap; ‘dondurmadır’. İkinci sorusu ise ‘zekimi akıllımı’ oluşudur. Verilen cevap ‘akıllı’ oluşudur. Bunun üzerine Erdal’ın söylediği ‘ Kasım kaybetmiş bu çocuk bana çekmiş’ der. Gerçekten Erdal küçük yaşanı rağmen oldukça aklını kullanan ve zekâsıyla buluşturan bir kişilikti. Özcesi duyguları mantığının sesini duyan bir gençti. Böyle olunca her ortamda en doğru kararı veren bir karaktere sahipti. Sonra da savaş içerisinde, diplomaside, eğitimlerde, gerillacılıkta, insan ilişkilerinde, kadın ilişkilerlinde hep en kabul gören çözümü ortaya sergileyen bir kişiliğe sahip oluşunu hepimiz görecektik.
Daha da ilginç olan ise henüz genç olmasına rağmen ulusal ilişkilere çok erken girmesidir. Yine enternasyonal ilişkilerde başarılı olmasıdır. Hâlbuki öyle bir yörede büyüdük ki çoğu zaman aile çıkarlar, aşiretsel bağlar oldukça etkiliyor. Ailenin konuşmadığı bir ilişkiyle tüm fertler hatta tüm akraba çevresi uyar. Anlayacağınız oldukça dar ve geri ilişkiler bu toplumda ki bireyleri tutsak alır. Ancak Erdal daha genç iken bunları ret eden birisidir. Bir nevi ailenin bu geri yanlarını ret ediştir bu. Birde militanlığa adım biraz da aile içi geriliklere ve toplumda yaşanan geriliklere tavır alma değil midir?
Okul yaşamında sınır tanımadan çalışan ve çalıştıkça başaran bir genç olması elbette biraz da insanların gönlünde taht kurmaya yol açıyordu. Ben bir iki saatlik çalışmayla sınıfın en iyi imtihanını verdiğine şahit bir kişiyim. Bu sonrada göreceğimiz gibi alman hoca ve dostların da dikkatini çeken bir olgu olacaktır. Yine spor yaşamı bir o kadar görkemlidir. Sonra da gerillada futbol oynarken hayranlık uyandıran bir kişi olacaktır. Ama nereden bilinecek ki Erdal aylarca kalça ve kemik ezilmesinden dolayı komadan kalmış ve hatta platinler takılı olarak dağlara çıkmış. Kim ve nasıl bilinecek ki?
Bu Erdal’dır. En büyük zorluklar karşısında şikâyet etmeden yaşamaya alışmış bu militanın acılarını yüreğine basarak yaşadığını nereden bilecekler ki! Sonradan gerillada bazı yoldaşları çok tesadüfen banyo ederken vücudundaki yaraları ve bıçak izlerini görecekler. O zaman biraz anlayacaklar sergilenen iradeyi.
Tekrardan geçmişe dönecek olursam. Okul yıllarında iken bir folklor grubumuz vardı. Bir de bu folklor grubu öncesi bir arkadaş grubumuz vardı. On arkadaş civarında. Sonraları bu grubun bazı üyeleri bizi takip edip geldiler. Bazıları ise bireysel yaşam arayışlarına girdiler. Söyleyecek bir şey bulamıyor insan. Sonuçta her insan kendi eylemlerine karşı sorumludur derler ya. Birazda böyledir herkes kendi eyleminde sorumludur ancak insan sonuçta duygusal bir yaratık. Paylaştığı insanları yanında görmek ister.
Bu grubun hiç rakipsiz tek ortak paydası Erdal’dı. O grubu gülüydü desem yanlış olmaz. O güleçli ve mütevazı duruşuyla herkesin kalbindeki sesti. Şimdi de böyle olduğuna inanıyorum. Çünkü onunla paylaşan bir insanın böyle olmaması düşünülemez.
Hatırlıyorum birçok etkinliğe grup olarak gidiyorduk. Yıl 86 yâda 87 yıllarıydı Almanların düzenledikleri etkinliklere Kürt gençleri olarak katılıyorduk. Demokratik Ulusal Mücadeleyi tanıtıyorduk. Bunu yaparken ulusal değerleri tanıtmamız da elbette kaçınılmaz oluyordu. Grubumuzun diğer bir özelliği ise hepsinin orada büyümüş ve okul okumasıydı. Öyle olunca her etkinlik bir gövde gösterisine dönüşüyordu. Tabi bu etkinliklerin ağırlıkta ki konuşmacımız Erdal’dı. O zamanlar ismi Hayri idi. Biz henüz çalışmaya başlar başlamaz bize bir nevi iradelerimiz dışında ailelerce bize takılan isimleri ret ettik. Ve her birimiz kendimizin beğendi isimleri aldık. O zaman Erdal arkadaşa Hayri ismi uygun görüldü oda o ismi oldukça beğendi. Bu isim aynı zamanda büyük devrimci ve örgütçü militan Hayri durmuşun ismiydi. 1992 yılında Başkan ismini Erdal diye değiştirecekti. Çünkü O, 1987 ağustosunda şehit düşmüş olan Mustafa Yöndem arkadaşın koduydu. Büyük şehit Erdal parti tarihimizde Eruh baskını diye bilinen Agit arkadaşın komutasında gerçekleştirilmiş olan eylemin kol komutanıydı da. Ve aynı zaman da 86 yılında PKK Merkez Komite üyesi olmuştu. Büyük Erdal, küçük Erdal’ın teyzesinin oğluydu. Bundandır ki önderlik Hayri arkadaşın canlılığını önceden Erdal arkadaştan görmüş olmalıdır ki ismini Erdal diye değiştirmişti.
Yine alanda bilindiği gibi 87 yılının Ekim’inde Gençlik Örgütü olan YXK kuruldu. Sonra da ismi 1991 de YCK olarak değiştirilecekti. Hayri arkadaş henüz çok genç olmasına karşın gençlik konferansında gençlik yönetimine alınacaktı. Hem de en çok oy alan biri olarak!
Erdal’ın bir özelliği girdiği her ortamla çok hızlı bir şekilde buluşmasıydı. O bir nevi herkesle en iyi uyumu yakalamasını bilen birisi olarak hep el üstünde tutulan kişiydi. Burada uzlaşma yoktu. Yani bizim kendi gençlik halimizle ilkelerimiz vardı ve bu ilkeleri biraz da özgürlük hareketinde almıştık. İlişkilenmemiz bu ilkeler temelinde eleştirisel oluyordu. Bizde eleştiriyorduk ancak bizim kiler yer yer tepkilerle karşılaşırken Erdal arkadaşın eleştirileri kabul görüyordu. Üslup ta uyum vardı. Üslupta çekicilik vardı. Bir de anlatım tarzında kavratma vardı. Bugünlerde birçok arkadaş eleştirirken, yâda radikal tavır takınırken bakıyoruz kabul görmüyor. Çünkü kavratma yoktur yâda üslupta o çekicilik ve mütevazılık yoktur da ondan.
Yine Erdal derken aklıma hep deli dolu yaşam geliyor. Yaşamın güzelleştirmesi geliyor. Yaşamın espriyle donatılarak renklendirilmesi geliyor. Öyle zaman zaman olup ta zaman zaman turşu küpüne dönüşmüş yüz hatları yok. Hep ve her ortamda güler yüzlülükle beraber tatlı ve neşelendiren ince espri vardır. Bu Erdal’ı daha güzel kıldığı gibi onu vazgeçilmez kılıyordu. Şunu açıkça belirteyim. Erdal bir ortama girmiş ise ve o ortam da kalmışsa ona insanların saygı duyması ve bağlanmamasını düşünemiyorum ben. Bu gittiği her yerde böyledir. Gerilla, diplomasi ve halk çalışmalarında bu böyledir.
Erdal birazda yukarıda dile getirdiğim gibi şekerdi. Birde minyon tipliydi. Yaşı dolgun olmasına karşın herkes onu biraz küçük bilirdi. Çok sevecen olduğu için herkes ona sarılırdı. Bir keresinde kendi grubumuzla geziyorduk -düşünün Avrupa da büyümüş bir grup ne sigarası var ne içkisi tersine siyasal ilişkinin en kutsalı ve sertine adım atmış gençler olarak-. Bir şehit arkadaşın kız kardeşi bize yakınlık ve de akraba olduğu için bizimle geliyordu. Durup durduğu yerde Erdal’a sarılarak ‘benimle evlenir misin’ diyerek öpmeye başladı. Kendince genç ve çocuk yaşta olan birisiyle şakalaşıyordu. Şehit Erdal hiç istifini bozmadan gülerek yürümeye devam ediyordu. O Erdal ı çocuk bilsin. Ancak ben Erdal’ın genç bayandan yaşça büyük olduğunu biliyordum tabi. Bir müddet sonra ‘C.sen Hayri’nin kaç yaşında olduğunu biliyor musun’ dedikten sonra, Hayri’nin ondan büyük olduğunu söyler söylemez elini Erdal’dan çekmeye başlasa da karşı da duran Erdal’dır. Bırakır mı? ‘dur evleneceğiz’ diyerek bayan arkadaşa sarıldı. İşte Erdal budur. Hiç kimseyi bozmadan ve incitmeden kendi diliyle eleştirisini yaparken dahi şeker olmasını bilen bir PKK’li.
Yıl 1988, aylarda Kasım, günlerde on dokuzu, bir Cumartesi. Biz folklor ekibi olarak Stuttgart’a parti yıldönümünün ön hazırlıkları için gideceğiz. O dönemlerde bir merkezi gece olacak. Yine bir iki kez provalara gidip gelmişiz. Ve bu son prova olacak. Folklor grubumuzun adı ‘Koma Serkeftin’ idi. Biz Frankfurt’ta arkadaşların yanında çıkarken bize bir şeyler almamız için para verilmişti. Ben grubun sorumlusu olduğum için doğalında bana verilmişti. Araba da ön koltukta oturuyordum. Pizza almaya gidip döndüğümde Erdal yerimi kapmıştı bile. Ve söylediği sözler şunlardı ’bana payını da verirsen arkaya geçerim’. Nerede vereceğim. Arkaya oturdum. Ve ona payını vermeyeceğini söyleyerek birbirimize takıldık. Arabayla hızlı bir suratla otoyolunda ilerlerken arabamızın tekerleği patladı. Düşünün bir, dört gidişli bir otobanda tekerlek patlıyor ve siz son suratla takla atıyorsunuz. Olan oldu. Biz yuvarlını verdik. Erdal bu olay sonrası aylarca komada kaldı. Olayın şokunu yaşarken Erdal arabada mahzur kalmıştı. Sadece iniltilerini duyuyordum. Üzerine kapanarak kendiliğinden ağlamışım. Benim haberim yok. Sonraları ben hastaneden çıktıktan sonra Erdal’ı ziyaret ettiğimde bana alay ederek ve birazda gülerek ‘ neden ağlıyordun’ diyerek komada dahi gülmesini bilen bir militandı. Ve bu karakteri devrim sürecinde daha pekişerek gelişecekti.
İnsanlar çok ilginçtir. Hani bugünlerde söyleyeceklerim belki unutulmuştur. Ancak söylemekten yarar vardır. Yukarıda dile getirmiştim. Biraz mücadeleyle tanışmış insanlar bizim dağlara doğru gideceğimizin hesabını yapıyorlardı. Tabi ailelerimizde bunu yapmış olmalıdırlar ki bizim ilişkimizi sınırlandırmak için çeşitli yollara başvurdular. Benim ailem bir nevi Erdal’ın ağır durumunda beni sorumlu tutuklarını ima ederek Erdal’dan uzaklaştırmaya çalışırken, Erdal arkadaşın ailesi de ona daha komadayken araba alarak uzaklaştırmanın yoluna gitmişlerdi. Ama ne yazar ki ve hangi bağ güçlü yoldaşlık ve dostlukların önünde kendisini tutabilmiş ki! İlişkimiz çok daha fazla güçlenerek gelişti. Bunun üzerine ailelere bu gerçekliği kabul etmek zorunda kaldılar.
Söylemek istediğim Erdal’ı kimsenin kendi güdümüne alamayacağıdır. Erdal hiçbir zaman doğru görmediğine tabi olmayan bir kişilikti. Örneğin PKK’nin 7.Kongresi’nde Oso diye tabir ettiğimiz Osman’ın kadın arkadaşlara karşı hakarete varan yaklaşımları Erdal arkadaşı rahatsız ettiğinden Osman’ın toplantı divanından ayrılması gerektiğini söyler ve divandan çıkarılması için öneride bulunur. Bunun üzerine Erdal’ın üzerine başta ton ton olmak üzere kimi diğer arkadaşlar da gider. Ancak şu bilinmez. Erdal kendisine zorla dayatılan herhangi bir şey kabul etmeyen bir kişilik olarak, arkadaşların söylediklerine katılmayıp Erdal yoldaşın sözünü geri alması gerektiğini belirten bir yoldaşı da platformda inmesi gerektiğini de ekleyerek söylediklerini savunur.
Özcesi Erdal boyun eğmeye asla tahammül göstermeyen bir kişilik olarak hep onurlu kalmasını bilmiştir. Bu PKK saflarında daha belirginleşerek öne çıkmıştır. Çünkü PKK’lilik bir nevi her türden geri ve hükmetmeye yaklaşımına karşı bir başkaldırı hareketidir aynı zamanda.
Erdal’ı yukarıda dile getirdiğim gibi anımsamak ancak ve ancak onu yaşamakla mümkündür. Onu anmak olsa olsa onun çizdiği yolun bir yolcusu olarak olabilir. Gerillada ki yaşamına fazla girmek istemiyorum. Yaşamının bu kısmı işlenmiştir. Kaldı ki daha güzel anlatacak o kadar arkadaş var ki! Daha o fırsatı yakalamamış çok sayıda değerli halk evladı bu fırsatı yakalar yakalamaz genişçe yazacaklardır. Ona inanıyorum.
ERDAL ARKADAŞIN KİMİ ÖZELİĞİNİ SIRALAMAK MÜMKÜNDÜR;
Erdal birey kimliğini en bariz yaşayan ve bireyleştikçe etrafına da bunu hissettiren bir insandı. O her zaman nerede ve nasıl bir fedakârlık gerekli görülmüş ise ona var olan bir militan olarak hep önde yer almasını bilmiştir.
Akıl ve zekânın seçkin bir kullanıcısı olarak gerilla da ortaya koyduğu planlamalarla ve en az kayıpla bunu sürekli göstermiştir. Örneğin Gabar’da ortaya koyduğu gerilla pratiği bunu iyi bir örnektir. Avrupa da diplomasi deki yeni açılım ve ilişkilen biçimi de aynı yaratıcılığın eseridir.
Erdal şartlar ne olursa olsun sorunları çözen bir karakteri vardı. Gabar gibi zorlu bir alanda, Cudi gibi kuşatılmış bir sahada ve Mardin gibi adeta silinmiş bir alanı canlandırılmasını bilen ve bunu yaparken de hiçte tereddüde girmeden yapan bir kişilik kendi içindeki dinginlik ve ruhsal olarak yaşadığı üstünlük yatıyor. O kendine son derece güvenen bir birey olarak adeta zorluklara karşı göğüs açarak iradesini gösteriyordu. O gerçekten özgüvenin bir nevi sembolü gibi bir militan duruşa sahipti.
Ulusal kimliğe hiç zorlanmadan adeta tüm parçalanmışlığı kendi içinde yaşayarak buna karşı duruşun bir simgesi olarak güney batılı olmasına rağmen mükemmel bir Botan Kürtçesi ile bunu çok fazla göstermiştir.
Yoldaşların arasında yetkiye dayanmadan ancak yetkinliği ve etkili militanlığı esas alan bir kişi olarak bugünlerde yeni değerler dizisi diye tabir ettiğimiz hiyerarşi ve tahakküme karşı bir duruşu hep yaşamış ve yaşatmıştır.
En belirgin yaklaşımı kadına olan eşitlikçi ve özgürlükçü yaklaşımıdır. 7 Kongre de yaşanan, kadını inciten ve rencide eden yaklaşımlar-çok sonraları ortaya çıkan Osman çeteciliği bu pratiklerini kadın ve önderlik karşıtı olarak değerlendirerek tüm kadın arkadaşlardan özür dilemesi- özünde bu gerçekliği dile getirilmesidir. Erdal arkadaş henüz kongrede tavrını çok net kadın arkadaşların lehine koyarak sergilenen erkeksi ve feodal yaklaşımları önderlik karşıtı olarak değerlendirmiş ve karşı durmuştur. Bu tutumunu sonradan birçok kişi- Erdal’a olan özel ilişkimden dolayı- ‘senin arkadaşın örgüte karşı çıkıyor’ diyerek sözde benim Erdal’ı eleştirmemi beklemişlerdi. Tabi nafile ben Erdal’ı tanıyan bir birey olarak ‘onun hiçbir zaman önderlik karşıtı bir tutuma girmeyeceğini ve aksine her şart altında savunacağını’ söylediğimde aynı güvensiz yaklaşımlar bize de yöneltilmişti. Ancak PKK tarihi aynı zamanda adalete ulaşmanın tarihi olduğu için gerçekler fazla sürmeden tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. Hani önderlik ‘ gerçekler çıplak olmayı sever’ diyor ya. Aynen öyle gerçekler kendi yolunu bularak er yâda geç açığa çıkar.
Kişilik özelliği olarak mutlaka çözümleyici bir kişiliğe sahip olan Erdal mütevazı yaklaşımlarıyla bu sorunları çözen tarzından dolayı da daha başarılı olmasını hep bilmiştir. O hiçbir zaman kişisel sorunları örgütsel sorunların önüne almadığı için tartışma platformu hep siyasal tutmuştur. Böyle olunca da sorunların çözüm dili siyasal olmuştur. Siyasal dilde her sorunun çözüme er yâda geç bulunur yâda bulunmuştur.
Yaşama bakışı çok farklı olan Erdal arkadaş, bir taraftan boş geçirilmesine izin vermezdi. Hani denilmişti ya ‘ HAKI VERİLMİŞ BİR YAŞAM’,aynen öyle. Anlaşılması gereken muazzam bir disipline sahip oluşuydu. Yine tarzı ve temposu yüksek olan Erdal yoldaş, yaşama daha ince bakan bu bağlamda da en incelikli yaklaşımları sergilemekten geri durmayan birisiydi. Yaşamda oldukça esprisel duruşu ve adeta her şart altında gülmesini ve güldürmesini bilen, bunu yaptıkça yüzlerine yansıyan gülüşüyle herkese gülücük saçan ve bu gülücükleriyle adeta tüm insanlığı yüzüne takan bir militan olarak, haklı olarak sonrada kimi insan onun herkese yetecek kadar gülücük sahibi olduğunu söylemişlerdir.
Bu gülücüklerine, tebessümüne, mütevazılığine, yaratıcılığına, akıl ve zekâsına birde cıvıl cıvıl olan adeta cıva gibi akan kişiliğini eklerseniz ortaya çıkan tablo; ulaşılması ve yaşanılması gereken bir kişilik çıkar. O yerinde durmayan, çağlayan gibi akan, aktif olmanın ötesinde hyper olan bir insan olarak hep yükseklerde seyir etmiştir. Ve hep böyle de kalacaktır.
Yazımı sonlarken söylenecek çok şeyin kaldığını da eklemek istiyorum.
‘ERDAL ANILMAZ O ANCAK YAŞANILIR’ derken kastım yukarıda dile getirilenlerdir. Gerçekten Erdal’ı anmak değil onu yaşamak hem de doludizgin yaşamak ancak ona yakışır. O ancak onun gibi yaşandıkça kabul eder insanı. Tersini asla kabul etmezdi ve etmezde. Bu günlerde duyuyoruz kimisi Erdal’a çok bağlı olduğunu söylüyor ancak duruşuyla oldukça ona terste durabiliyor.
Bu olmaz!
Erdal’la arkadaşlık onun gibi Golgatha tepesine çarmıhını Kudüs’ten sırtlayarak yukarıya tırmanmakla olur. Çarmıha gerdirilirken dahi gülümsemesinden bir şey yitirmeden ‘tanrım çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar, af et onları’ demesini söyleye bilmekle ancak Erdal’la arkadaş olunur. Aksisi ona tersliği ifade eder.
Şartlarımızda Golgatha’ya çıkmak devrimin tüm yüklerini –tüm sorunlara rağmen-taşımakla olur. Devrimle sonuna kadar yürümekle olur. Tüm zorluklara, inançsızlıklara, saldırılara, bireysel rahatsızlık ve hastalıklara, ayrı görüş ve duruşlara rağmen önderlik çizgisinde daha fazla kenetlenerek yürümekle Erdal’ın arkadaşı, dostu, akrabası ve yoldaşı olunabilir.
Başka da asla!
Erdal’ın çocukluk arkadaşı, gençlik dostu ve militanlık yoldaşı olarak hep bunları kendime esas alacağım. Hangi şart altında olursam olayım onun gibi hep coşkulu kalacağıma ve bu coşkumu önderliğimizin bize aşıladığı karar ve inançla örerek mutlaka ama mutlaka onun iyi bir yoldaşı olacağıma söz verirken onun gibi ve onunla yaşayacağıma dair olan bağlılık sözümü tekrarlıyorum.
Değerli Yoldaşım
YAŞAMAK SENİ
Rüzgârların esintisinde
Nehirlerin çağlayışında
Güneşin ışınlarının tenime sıcak dokunuşunda
Çiseleyen yağmur taneciklerinin yüzümü sıyırışında
Çocukların saf gülüşlerinde
Anaların dokunaklı çığlıklarında
Sevdam diye bildiğim kadınların gözyaşlarında
Ay’ın şavkını toprağa vurduğu
Her anda hep yaşayacağım seni.
17 AĞUSTOS 2006
Kasım ENGİN
Sari İbrahim yoldaşla ilk kez 1993 yılının bir mayıs ayında karşılaşmıştım. O yıllar benim için mücadele tarihimin en zorlu anlarıydı. Ruhen ve fizikmen, tümden zorlandığım yıllardı. Tam da böylesine bir ortamda Sarı İbrahim yoldaş Sabri (Şıxo Dirlik) yoldaşla birlikte Güney Batı eyaletine müdahale düzeyinde gelmişlerdi.
Yaşadığımız zorluklar, yaşanan Terzi Cemal pratiğiydi. Partiyi ciddi olarak zorlayan böylesine bir pratik herkese ağır gelmekteydi. Çoğu arkadaş Terzi Cemal pratiğinin nasıl yaşandığını bile anlamadan ciddi tahribatlara yol açmış ve partiye ciddi zararlar veren bir süreç yaşanmıştı.
İşte tamda böylesine bir anda Sarı İbrahim yoldaş, Sabri yoldaşla birlikte eyalete gelmişlerdi.
Sabri arkadaş uzun yıllar zindanda kalan bir yoldaş olarak gerilla pratiklerinde çok kalmamış bir yoldaştı. 1980’lerde partimizin ilk gerilla pratiklerinde yer almış ancak dağda hastalanınca yaşanan bir çatışmada düşmanın eline esir düşmüştü. Zindanda her zaman direnişin ön cephesinde yer alan biri olarak, 1989 yılında TC zindanlardan çıkınca eve gitmeden ilk elden dağların yolunu tutarak Engizeklere çıkmıştı. Parti önderliğimiz onu önce Lübnan’a yanına almış ardından Avrupa’ya çalışmalar yürütmek için göndermişti. Güney Batı’da yaşanan tasfiyeci ajan pratiklerden dolayı Güney Batı’ya müdahale için Avrupa’dan önderlik sahasına, ardından da yeniden Engizeklerin yoluna koyulmuştu.
Evet Sabri arkadaş, bu kısa anlatımlardan da rahatlıkla anlaşılacağı gibi mücadeleye oldukça bağlı, ideolojik olarak donanımlı ve de dirayetliydi. Ancak dediğimiz gibi gerillayı, gerilla savaşının düzeyini bizzat pratiklerde yaşamamıştı.
Bunun için önderlik Sabri arkadaşı tamamlamak için pratiklerde askeri sorumlu olarak İbrahim yoldaşı vermişti. Ve aslında Güney Batı eyalet çalışmalarında aktif rol alması gereken Sarı İbrahim yoldaştı. Ve o bunu bilerek ve bu bilinçle ilk günden başlayarak çalışmalara katılmıştı.
Sari İbrahim yoldaşla işte böylesine bir ortamda tanışmıştım. Kendimiz birkaç yıldır gerilladaydık ancak gerillayı, kendim açımdan söyleyecek olursam çok bilmiyorduk. İş yapmak isteyen, koşturan, koşuşturan sürekli bir hamal pratiği içerisinde olsak da gerillayı sadece teoride biraz öğrenmiştik. Pratik gerçekliğin dili sadece teoriyle yürümüyordu. Kötü olan ise bu durumu İbrahim arkadaş eyalete gelene kadar da anlamamıştık.
İbrahim yoldaş eyalete gelir gelmez ilk yaptığı iş tüm deşifre olan güzergahların kullanımını yasaklamak olmuştu. Önderlik de aynı minvalde eskiden kullanılmış olan güzergahları, eski ilişkileri, hatları, alanları, noktaları kullanmamamızı belirtmişti. İbrahim yoldaş ilk günden başlayarak bu talimatı harfiyen uygulamaya koyulmuştu. Yine bulunduğumuz noktayı -hangi nokta olursa olsun -ilk elden bizzat kendisi kontrol edip, noktanın manevraya, çatışmaya, pusu atmaya uygun olup olmadığına bakıyordu. Ve birkaç kez örneğin noktayı çatışmaya uygun görmediği için gece yarası noktayı terk etmemiz yönünde talimat vermişti. Noktayı terk ettirip, saatlerce bizi yürütmüş ve başka yerlere götürmüştür. Eğer noktayı beğenmiş ise, o zaman mutlak çepeçevre mevzi yapardı. İşleri tesadüflere bırakmadan sağlama alırdı.
Bizim alışmadığımız birçok hususu gündeme koyarak herkesi harekete geçiriyordu. Örneğin daha önce Engizek'lerde arkadaşlar kalmışlardı. Ancak kalanlar içerisinde birkaç tane arkadaş sadece Engizek'leri biliyordu. İbrahim arkadaşın yaptığı başka bir ilk gerilla çalışması herkesin Engizek'leri öğrenmesini sağlamaktı. Özel araziyi ve coğrafyayı tanımak için grup grup yoldaşları harekete geçiriyordu. Bu ise bizim alışmadığımız bir durumdu. Buna İbrahim arkadaş “hızlı gerillalaşma” diyordu. Evet İbrahim arkadaşın gelişiyle birlikte hızla gerillanın abc’lerini öğrenmeye başlamıştık. Araziyi tanıdıkça kendimize güvenimiz artmıştı, mevziilerimizi güçlendirdikçe kendimize güvenimiz artmıştı. Eskiden gelen düşmanla; hiçbir hazırlık yapmadan, manevra yapmadan, doğru çatışma anını ve yerini tespit etmeden çatışmaya giriyorduk. Buna birde “başka çare yok” diye kılıfta bulmuştuk. Ancak İbrahim arkadaş öncelikli olarak kolay kolay bir gerilla olarak düşmanın istediği yerde, istediği anda ve istediği coğrafya da çatışmaya girmiyordu. İmkanlar varsa manevra yaparak çatışmadan kendisini uzak tutuyordu. Ama eğer imkanlar manevraya el vermiyorsa daha önceden hazırlattığı mevziilere girerek kıran kırana çatışıyordu. Örneğin 6 Temmuz 1993’te İçme ilçe merkezine yapılan bir eylemden sonra gücünü alıp Koçdağı'na çıkmıştı. Düşman İçme ilçe merkezinde vurulan Ekinözü yüzbaşısının intikamı almak için geniş bir operasyon başlatmıştı. Ve düşman Koçdağı’nda İbrahim arkadaşların bulunduğu noktaya geldiğinde ise öyle bir çatışma ile karşılanmış ki, adeta yer yerinden oynamış. O çatışmada 25 asker ile 8 korucu vurulmuştu. Bununla birlikte bir üsteğmen olmak üzere iki asker de esir alınmıştı. Çatışmayı başından sonuna kadar koordine eden İbrahim arkadaştı. Daracık sahada adeta her bir yoldaşa talimatlar yağdırarak çatıştıran, mevzilendiren, yönlendiren, kollayan ve koruyan tarzını o zaman görmüştüm. Çatışmanın tam içerisinde adeta bir küçük karargah kurarak tüm çatışmayı yönlendirmesi harikaydı. Doğrusu söyleyecek olursam o günden itibaren İbrahim yoldaşa sonsuz bir güven duymaya başlamıştım.
Koçdağı’ndaki çatışmadan sonra önce Engizeklere ardından da Kuzey Nurhaklara doğru yol almıştık. Ve Kuzey Nurhak yolculuğumuzun öncüsü, yaşarken efsaneleşen Xorto yoldaşımızdı. O zaten Kuzey Nurhaklıydı ve araziyi iyi tanıyordu.
İbrahim yoldaşla esas ilişkimin gelişmesi bu Kuzey Nurhak yolculuğunda olmuştu. Yaklaşık bir ay düşman operasyonlarının içerisinde birlikte kalmıştık. Birçok çatışma yaşanmış ve sonunda önderlik İbrahim yoldaşın Doğu Karargahını örgütlemesi için Adıyaman’a gitmesini istemişti. Ve ben bir görev dönüşü geldiğimde İbrahim yoldaş gitmişti. O Adıyaman’a biz ise Sabri yoldaşın komutasında yeniden Engizeklere dönmüştük.
Kişi olarak oldukça insan canlısı, yaşam tecrübesiyle adeta bir yol gösterendi. İlişkilerinde sıcaklık çok fazla öndeydi. Yoldaşa değer verişi görmeye değerdi. Hele bir de gerillacılığını insan gıptayla izliyordu.
Sabri yoldaş eyalet komutanıydı ancak ben öyle anlamıştım ki önderlik Sabri arkadaşı İbrahim yoldaşa emanet etmişti. Ve İbrahim yoldaş bir gün Sabri yoldaşa karşı saygıdan kusur işlememişti. Sabri yoldaşa karşı oldukça saygılı, ona karşı duyarlı ve onu çok sevdiğini her zaman hissettirdiğini birçok kereler kendim görmüşümdür.
İbrahim yoldaş kısa bir süre önce eyalete gelmiş ama bu kısa zaman dilimine çok şey sığdırmıştı. Öncelikli olarak eyalette bir ruh yaratmıştı. Ve hatta bu ruh biraz da kendine aşırı güvenen bir konuma gelmişti. Bunun ise savaş ortamında her zaman iyi olan bir durum olmadığını bilmekteyiz. Kendine aşırı güvenenler düşmanı küçümser, yeterince duyarlı yaklaşmayarak gerekli tedbiri almaz, bunun için de yer yer üstünkörü yaklaşımlara girebilirler.
Nitekim bu olmuş ve bir 29 Temmuz 1993 günü Şahin Kayalarında Şıho Dirlik yani Sabri yoldaşın komutasında seçkin birliğimiz çatışmaya girmişti. İlk gün düşmana ciddi darbeler indirilmişti. Fakat bunun ardından düşman termalli tanklarını ve kimyasal silahlarını kullanarak 18 arkadaş şehit düşürmüştü. İçlerinde çok değerli pırlanta gençler ve komutanlarımız vardı. Eyalet komutanı olarak Sabri arkadaş, takım komutanı olarak Zınar, Pılıng ve nice güzel yoldaş TC devletinin bu vahşi saldırısı sonucu şehitler kervanına katılacaklardı. Düşman ilk defa bu çatışmada termal kameralı tanklarını kullanmıştı.
Ben bu şahadetler ardından Binbobağlara gönderilmiştim. İbrahim yoldaş ise Önderlik tarafından Adıyaman’dan çekilerek eyaletin başına getirilmişti. İbrahim yoldaşla 1993 yılının sonbaharına kadar görüşemedim. Onunla karşılaştığımda Engizek'lerde sonbaharın son aylarıydı ve karlar yağmıştı. O yüksek mi yükse karlı Engizek çukurunda kalabalık bir yoldaş gurubuyla kalıyordu. Bir karış sakalla tam Şirin dedelere benzemişti. Hele birde onsuz yaşayamadığı ateşin başında onu görecektiniz. O ateşi o kadar çok severdi ki adeta ateşle İbrahim yoldaş bir olmuşlardır. Her sabah keşif faaliyeti sonrası ateşini yakarak, kefiyesi başında hafif sarkık, iki eli ateşe doğru açık, yer yer de ayağa kalkarak sırtını ateşin ısıtıcı gücüne vererek gerilla tecrübelerini aktarma yok mu? işte bu İbrahim yoldaşla her zaman anılacak olan bir andı. İbrahim yoldaş ve ateş. Muhteşem bir uyumdu. Evet, Şirin dedemizdi. Halbuki yaşça ancak otuzlarındaydı. Üslenme sürecinde bir kişi kaçmıştı. Bu kaçan kişi de tüm Engizek'leri çok iyi bilen biriydi. Bu onlar için ciddi bir zorluk yaratmıştı. Tartıştık, kalmamı istiyordu, ancak önderlik bizi istemişti. Ben, Gazi yoldaşla birlikte Engizek'lerden inerek önderlik sahasına doğru yola çıktık.
1994 kışında düşman kaçan hain kişiden dolayı Engizeklere operasyon üzerine operasyon yapıyordu. Cihazlarda dinliyorduk, arkadaşlar adeta sürekli çatışmalarda ve metrelerce karın içerisinde manevra üzerine manevra yapıyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kış operasyonlarında İbrahim arkadaşın dışında başka biri olsaydı kolay kolay sağ kurtulamazlardı. Engizekler gibi uçsuz buçaksız, metrelerce kar yağan bir alanda sağlanan temas sonrası manevra etmek güç bir iştir. Hele bir de düşmanla birlikte bizatihi Engizek'lerde büyüyerek katılan, her tarafı avucunun içi gibi bilen bir ihanetçi kaçmışsa, neredeyse kurtulmak ya da kışı sağ atlatmak zor bir iştir.
Ancak orada efsanevi gerilla komutanımız Sarı İbrahim yoldaş vardı. Ve o tüm zorluklara rağmen o kışı, onlarca kez girdikleri çatışmalara rağmen sağlam atlatmışlardı.
O dönemlerde İbrahim yoldaşa ilişkin yeni şeyler duymuş olsam da onu, uzun bir süre görememiştim. Geri çekilme yıllarında yani 2000’li yılların başlarında İbrahim yoldaşla Kandil alanında karşılaştık. Ve yılların özlemini birlikte kaldığımız aynı kampta gidermeye çalışmıştık.
2000’li yıllarda başlayarak önceleri Kandil’de aynı cephede, daha sonra Irak’ta, yine daha sonra yeniden dağda ya birlikte çalıştık ya da birbirine yakın alanlarda kalarak ilişki içerisinde olduk.
Bu kadar uzun yıllar birlikte kaldığım bir yoldaşımı anlatmak kolay görünse de, ben ne şimdi bunun ne kadar zor olduğunu pratik olarak yaşıyorum. Hele bu yoldaş size gerillacılığı öğretmişse, hele bu yoldaş –mücadele saflarında her zaman kabul görmeyen, ret edilen, dışlanan-abiliği size yapmışsa bu yoldaşı gerçekten anlatmak zor bir iştir.
İbrahim yoldaş gördüğüm ilk günden başlayarak değer verdiğim bir yoldaş olmuştur. Ve o da ilk günden başlayarak bana bir küçüğü olarak yaklaşmış ve hep korumaya çalışmıştır. Ve doğrusu İbrahim yoldaşın bu koruyucu yaklaşımlarına hiçbir gün dahi itiraz etmemişimdir. Gönüllü kabul etmişimdir. Ve şahadetine kadar da bu yaklaşımları devam etmiştir.
Hatırlıyorum İbrahim yoldaş şehit düştüğünde, İbrahim yoldaşın şahadet olayını yürüten soruşturma komisyonu onun Şutik’ini onunla olan ilişkimden dolayı bana göndermişlerdi. Ve o şutiki üzerimde taşırken ona her dokunuşumda her zaman İbrahim yoldaşı anımsamışımdır.
Şimdi böyle bir yoldaş nasıl anlatılacak diye hep kendime sormuşumdur? Çokta kolay olmadığını bilerek bu güne kadar bundan uzak durdum.
İbrahim yoldaşı mücadele içerisinde her zaman en iyi gerillalar arasında andığımı söylemek istiyorum. Onunla hem yeni bir gerillayken kalan, hem de eski ve tecrübe edinmiş bir gerilla olarak birlikte yaşayan biri olarak, onun tam bir gerilla duyarlılığıyla son nefesine kadar yaşadığına tanık olan biriyim.
Dağda adeta bir gözü hep açık olan, bazen sanki hiç uyumayan, bir dakika bile tedbiri elden bırakmayan, yaşam kurallarında titiz ve disiplinli bir gerilla olarak benim açımdan her zaman eğiticiydi.
Gerçekten de herhalde İbrahim yoldaş derken ilk akla gelen onun etrafında bulunan yoldaşlara, yoldaşça öğütlerle eğitici kültürüydü. Onunla kalan kesinlikle her davranışında bir ders alırdı. Yeni olmamamıza rağmen benim için o her zaman öyle bir yoldaş olmuştur.
Başka diğer bir belirgin özelliği ise, yoldaşlığa karşı çok duyarlı olmasıydı. Onun bir gün yoldaşlığı zedeleyen bir davranışı görülmemiştir. Öyle ki, o nerede bulunursa bulunsun her zaman öncelikli olarak gençliğin çekim merkezi olmuştur. O güzel dili, o güzel gülen gözleri ve o güzel gülüşüyle kesinlikle her zaman herkesin yüreğinde yer edinen bir yoldaş olmasını bilen biri olarak yoldaşlığın sembolü bir yoldaştı.
Belirgin başka bir yönü ise sorunların çözümüne dönük izlediği yöntemdi. Bir gün sivri bir dil kullanmamıştır. Olgunca, yapıcı bir tarzda, ikna ederek, dinleyerek, teferruatlı sorunları kavrayarak çözmeyi esas alırdı. Bir sorunu çözerken kesip atmazdı. On yılların gerilla tecrübesiyle ince eler sık dokur ona göre bir karara giderdi. Bu ise yer yer yanlış anlaşılmıştır. İbrahim yoldaşın uzlaştığını düşünenler olmuştur. Ancak onunla kalan biri olarak uzlaştığı kanaati yerine, var olan sorunu genişçe anlamlandırarak, sorunu çözerek incitmeden en doğru çözüm yolunu bulduğu kanaatinin daha doğru olduğunu söyleyebilirim.
Söylenenlerin doğruluğunu 2003 ve 2004 yılında geliştirilen ihanetçi işbirlikçi bozguncu eğilime ve tasfiyeciliğine karşı gösterdiği tutum örnektir. O tasfiyeci bozguncu eğilim kendisini örgütlerken Suriye’de yeni tedaviden dönmüştü. İlk günden başlayarak çetelerin yanına kayan bazı yoldaşları örgüt tarafına çekmek için uğraşmış ve bunun için büyük çabalar sarf etmişti. Saflar netleşince hiç tereddütsüz mücadelenin en zorlu bir sürecinde örgüt karargahının başına geçerek çeteciliğe karşı tavrını net ortaya koymuştur.
Hatırlıyorum bir gün çeteci eğilimin başını çeken Osman’ın, örgüt yönetimimize dil uzatması karşısında rest çekerek tavır almış daha ileri gidince Osman’ı çıkmasını sağlamıştır. Bu yüzden çeteci ekip dağa geldikten sonra İbrahim arkadaşı istenmeyen adam’lardan biri olarak ilan etmişlerdi. Bu ise İbrahim yoldaşın tasfiyeciliğe karşı duruşunu net gözler önüne sermiştir. Benzer bir duruşu Dr. Ali tasfiyeciliğine karşı da göstererek tavrını sergilemiştir.
Özcesi İbrahim yoldaş kendi yoldaşlarına karşı eğer bir sorunu eğitim sorunu olarak görmüşse iknayı, tartışmayı, anlamayı, empati beslemeyi esas alırken, yok eğer karşısındakinin duruşunu tasfiyecilik olarak algılamışsa bir dakika bile yanında durmayarak tümden ideolojik bir mücadele içerisine girmiştir. Ve bu tutumu onun adeta en belirgin karakterlerinden biri olarak her zaman örgütü koruma refleksi olarak kalmıştır.
İbrahim yoldaş derken herhalde en başta belki de söylenmesi gereken söz onun zorlu süreçlerin zorlu gerillası olmasıdır. Nerede zorluk varsa İbrahim yoldaş oradadır. Nerede en az imkan varsa İbrahim yoldaş oradadır. Nerede düşman varsa İbrahim yoldaş oradadır. Ve nerede bir kavga varsa İbrahim yoldaş tam da o kavganın ortasındadır. O asla ama asla kendisine rahatı aramamıştır.
Deniliyor ki; bir gerilla olarak Kürdistan’ı en çok dolaşan yoldaşımız, komutanımız ve gerillamız İbrahim yoldaştır. Botan, Zagros, Güney, Küçük Güney, Serhat, Dersim, Garzan, Amed, Mardin, Erzurum, Dersim, Koçgiri, Güney Batı, Amanos ve belki de burada sayamadığımız nice yerler…
En zor yerlerde, en az imkanla, en az yoldaş sayısıyla, her zaman en ileride, en önde bir gerilla olarak da anılacaktır İbrahim yoldaş. Yaşarken ona birçok yoldaş “yaşayan efsane gerilla” demiştir. Bu cümleyi bende aynen kullanmışımdır. Ve öyle olduğuna bugün de inanıyorum.
En zor alanların en önde yürüyeni olarak sadece gerilla çalışmalarına katılmamıştır. Örneğin Irak’ta çeteciliğe karşı mücadeleye, en ön cephede görev alarak katılmıştır. En zorlu siyasal süreçte karargahın başına geçerek katılmıştır. Ve de en zorlu süreçte hiçbir tereddüt göstermeden HPG’ye geçerek, en zorlu olan Öz savunma ve istihbarat çalışmalarının başına geçmiştir.
Evet İbrahim yoldaş tanınmak isteniyorsa onun zorluklara karşı gösterdiği direniş, irade ve kararlılık görülmelidir.
Evet İbrahim yoldaş tanınmak isteniyorsa onun gerilla sevdası ve gerillayı en ileri düzeyde yaşaması görülmelidir.
Evet İbrahim yoldaş tanınmak isteniyorsa onun yoldaşlığa olan bağlılığı, yoldaşlığa karşı gösterdiği engin ve derin sevgi ve saygı görülmelidir.
Evet İbrahim yoldaş tanınmak isteniyorsa onun partiye ve önderliğe bağlılığı ve de onu göz bebeği gibi koruması ve bunun için hiçbir mücadelede çekinmediği görülmelidir.
Evet İbrahim yoldaş tanınmak isteniyorsa tüm hastalıklarına rağmen inadına dağlara olan sevdası görülmelidir.
Evet İbrahim yoldaş tanınmak isteniyorsa onun her hareketiyle vermek istediği mesaj, her davranışıyla eğitici kişiliği görülmelidir.
Evet İbrahim yoldaş tanınmak isteniyorsa onun güleçliği, mütevaziliği, sevecenliği ve de insan sevdası görülmelidir ve bu sevda için bir dakika, bir an, bir yerde durmadığı görülerek ona bağlı yaşanması bilinmelidir.
Birey olarak ilk tanıdığım günden başlayarak şahadetine kadar benim için özel bir yeri olduğunu belirtmek istiyorum. Ve onun bu özel yerinden dolayı da olsa, devrim çalışmalarından hiçbir gün geri durmayarak aynen İbrahim yoldaş gibi inadına halkımızın davasına bağlı kalarak, onun tarzında mücadele edeceğime söz veriyorum.
Efsanevi komutanımız ve efsanevi gerillamız İbrahim yoldaş ölümsüzdür!
Kasım Engin
Yine bir yıldız kaydı Amanoslarda. Güneybatıda 3 Apocu yürek yine hakikatın yolcusuydular. Elbette şehitlerimizin anılarını anlatmak, onları hissederek yaşamayı gerektirir. Özgürlük mücadelesinde Apoculuğun mirasını ve soyağacının gerçek temsilcileridirler. Şehitler yüreğimizde kapanmayan bir yaradır, hep yaşatılıp anlatılacaktır. Kahramanlıkları, destanları bir halkın özgürlük tarihini yazacaktır. Kendi özgürlük tarihleri elbette çok değerlidir. Nasıl ki anaların zılgıt ve tilili seslerinde tarihin gizemi nurları, duyguların derinliklerinde hissediliyorsa, şehitlerimiz için de, siz kabrinizde rahat uyuyun, sizin yolunuzda milyonlar bayrağı dalgalandırıyor. Baharda Pazarcık’ta bir karanfil olup tüm halkımızın yüreklerinde, ruhunda yeşerdiniz.
Şimdi nasıl anlatabilmeli Mazlum yoldaşı; kendisi Şırnak Qilebanlı Şexan köyünden ve Maxmur’a koçber olmuşlar. Öncesi okul yıllarında Adana’da bir süre kalmış ve maratonculuğuyla Akdeniz sahillerinde, Amanoslarda, hakikat yoluna başlamıştı. Önderlik esareti ile Maxmur’daki birçok yoldaş gibi, o da 1999 yılında gerilla saflarına katılıp fedai güçlerde kendini Apocu ruh ve bilinçle donattı. Fedailik PKK’nin yaşayan özüdür. İşte o yaşamında bunu her zaman temsil etmiştir. Sade ve doğal bir yapıya sahipti. Yoldaşça sevgi ve saygısıyla, her zaman hakikatın yanında yer alan, gerçek fedailiği ruhuna, yaşamına yansıtan, bunu an be an işleyen bir yoldaştı.
Emekçiliği ve fedakârlığı, çalışkanlığı, becerikliliği ile tanınan, herkesin birlikte kalmak istediği bir yoldaştı. Kendisi 2005’te Amanoslara geldiğinde, tanıştığım ve birlikte kalığımız, Mazlum Goyi arkadaşın kültürel ve entelektüel bilinci ve birikimi ile hepimizi etkilemiş ve kısa sürede birçok konuda kendisine danıştığımız Çağdaş Goyi Mazlum yoldaşımız olmuştu. Her zaman Apocu militanlık ölçülerinde netliği ile birlikte mütevazılığı ve sadeliği ile tanınır, inancı, kararlılığı ve cesareti ile hepimize örnek olurdu. En zor görevler için her zaman hazır olan ve sürekli kendisini en zora öneren öncü bir Apocu ruha sahipti Mazlum yoldaş.
2007 yılının sonbaharında bir grupla birlikte Güneybatı’ya gitmek üzere yola çıkmıştı. O grupta yönetim ve komutanlık görevi almıştı. Araziye hâkimiyeti ve savaşın birçok alanında uzmanlık derecesinde hâkimiyetini geliştirmeyi esas alan komple bir yoldaş olarak bu görevi yüklenerek yola çıkmışlardı.
Mazlum yoldaş yaşam içerisindeki oturaklı ve olgun duruşuyla birlikte yaşamdaki neşesi, coşkusu ve şakalarıyla tüm yoldaşlarının neşe ve moral kaynağı olmayı da biliyordu. Özü ve sözü bir, mücadele duruşunu kendisi için esas alan Mazlum yoldaş, eline geçen her fırsatta kendini geliştirmenin yol ve yöntemini, ortamını yaratıyor, kitap okuyor, zihniyet ve vicdan devrimi görevleri karşısında sürekli kendisini sorgulamayı esas alıyor, Apoculuğu tüm ruhu, yüreği ve beyniyle özümsemeyi esas alıyor, bunun fedaisi olmayı kendisinin temel görevi olarak görüyordu. Yaşamın her alanında kendisini var etmeyi bilen Mazlum yoldaş, kendi kendisine söylediği şarkılarla hepimize moral veriyor, bir savaş oyunu olan satrançta geliştirdiği taktiklerle hepimizi şaşırtan bir rakip oluyordu.
Yaşam ve mücadele içerisinde böylesi güçlü bir duruşu olan Mazlum yoldaş, düşmana olan kin ve intikam duygularını en güçlü bir biçimde ortaya koyabilmek için en ufak fırsatları bile değerlendirmeyi esas alırken, ele geçen fırsatlarda hep en önde yer almayı esas alan gerçek bir Botan kahramanının bize nasıl olması gerektiğini her an gösteriyordu. Onu her zaman Agit duruşu ve fedailiği ile anarak, şehitlerimize bağlılığımızın sözünü bir kez daha yineliyoruz.
Yine kısa süreli de olsa birlikte kaldığımız Sabri arkadaş, 2007 yılının yaz aylarında Amanoslara gelmiş, yolda birçok pusu ve çatışmalardan geçtikten sonra, Botan’da başlattığı, yıllarca Gabar’da perçinlediği gerilla pratiğini, gördüğü eğitimlerle de bütünleştirerek ideolojik-askeri bir birikim temelinde yıllarca hasretini çektiği Güneybatı’ya ulaşma arzusu, coşkusu ile dolu olarak gelmişti Amanoslara. Avrupa’dan katılmış olan Sabri arkadaş için, yıllarca özlemini çektiği Güneybatı’ya gitmek, Engizeklerin havasını bir kez daha solumak önü alınamaz bir özlemdi. Mütevazı ve sade duruşu ile yıllarını verdiği özgürlük mücadesindeki Apoculuk ve PKK’liliği yaşamaya ve yaşatmaya çalışan bir yoldaştı.
Kendisi Engizeklerde Şahin köyünde şehit düşen Şexo Dirlik (Sabri) arkadaşın ismini almıştı. O mekânların hepsini dolaşıp Tolhıldan eyaletinde gerillacılık yaparak halkı kazanmayı, oradaki kitleye özgürlük mücadelesini, hakikat yolunu daha fazla gösterme ve benimsetmeye giden Pirlerin, dedelerin torunuydu. İşte hak yolunda hakikat savaşçısı Sabri yoldaş, fedakârlığı ve mütevazılığı ile halk üzerinde etkide bulunarak büyük bir çaba sergilemişti. Yıllardır başkaları bu alanda tekrar gerillayı, Apoculuğun ruhunu taşımıştı. Sabri yoldaş, umutlarını, hayallerini, çocukluğunu geçirdiği kutsal vatan topraklarında ölümsüzleşirken, binlerce Sabri’nin onun takipçisi olacağını, Mazlumlardan, Şehit Cemallere de nasıl takipçiliğini yaptıklarını görkemli halk serhıldanlarıyla gördük.
Amed’in, Pasur’un yiğit evladı Şehit Cemal’in takipçileri olarak yola çıkıp da, fedaice bu kahramanlık destanında yer almanın onuru ve şerefi ile yaşadılar ve yaşatılacaklar. Çünkü onlar hakikat yolunda, güneşin ve ateşin çocuklarıydılar. Mezopotamya’nın her köşesinde, dağında, ovalarında varoldular ve özgürlük ateşini, Zağroslardan alarak, binlerce takipçisi bu hakikat yolunda, zafer yürüyüşünde yer alacaklardır. Bizler bu anıya ve mücadeleye, devrimi gerçekleştirerek özgür Önderlik ve özgür bir halk ile Amed meydanlarında, tohlıldanda, Engizek ve Nurhaklar’da, Tilkidere, Çiyaye Bezare, Çiyaye Sipiye kadar hep bağlılık sözümüzü haykıracağız. Şehitlerimize bağlılık onları anlamak, anlatmak, yaşatmak, hissetmek ve Apocu soyağacı ve mirasına Apocu ruhla bağlılığımızın sözünü bir kez daha veriyoruz.
Mücadele Yoldaşları anısına
Sefkan Gedik
Uzun kış süreci bitmişti. Baharla yeşeren dünya ve Kürdistan üzerinde kol gezen emperyalizmin kirli nefesi havayı kirletiyor, etrafına pislikler saçıyordu. Emperyalizmin uşağı TC, Kürdistan'da gencecik fidanları kırmak için tüm gücünü en vahşi yöntemlerle kullanıyor, herkesi kendine alet etmek istiyordu.
1994 baharı geçen baharlara hiç benzemiyordu. Köylerden dumanlar kalkıyor, etrafa keskin yanık kokusu yayılıyordu. Bir yandan köyler boşaltılıyor, halk işkencelerden geçiriliyor, diğer yandan düşman koruculaştırmayı yaygınlaştırıyor, ajanlık ağını genişletiyordu ihanet... Ancak karşısında yılmadan çalışan, seve seve canını verebilecek gerilla vardı. Eylemler ve çatışmalar birbirini izliyordu.
Yine Karez dağında hareketlilik görülüyor, birileri gidiyor bir başka grup geliyordu. Yorgundu. Ancak hedefleri, PKK'nin verdiği azim ve irade, yorgunluktan eser bırakmıyordu. Boşaltılan, yakılan yıkılan köyler, şehit edilen masum insanlar; cevap bekliyordu. Kol gezen, yaygınlaşan iç ihanet tarihi dönemecini yine yaşıyordu. Ne pahasına olursa olsun durdurulmalıydı.
Grup toplanmış, çantaları sırtında, silahları ellerinde heyecanla bir şeyler bekliyorlardı. İnce uzun boylu Şerif arkadaş elinde bir defterle grubun önüne geçti. Yarım saatten kısa süren konuşmasında;
- Düşmanın dayattığı koruculuk ve ihanet yaygınlaşıyor, darbelenip, çökertilmesi gerekiyor... diyordu.
Ardından eyleme katılacak gruplarda yerini alan arkadaşların isimlerini okuyor, yerlerini belirliyordu. Eyleme katılmayan bazı arkadaşlar biraz sıkılmış görünüyor. Ancak eyleme katılan arkadaşlara yardım ediyor, eksiklerini tamamlıyorlardı. Kısa süren hazırlıklardan sonra tüm arkadaşlar halaya tutuşuyor, türkülerle eylemi selamlıyordu.
Eylemin ilk grupları yerlerini almak için biraz erken gruptan ayrılmış, sırta doğru yola koyulmuşlardı. Ardından tüm arkadaşlar çantalarını sırtlamış, konaklama yerinde gereken kamuflajlar yapıldıktan sonra yola koyulmuşlardı. Güneşin batmasıyla tüm gruplar yerlerini almış, sessizlik içinde telsizden gelecek olan;
- Zaman tamam, harekete geçin, başarılar... komutunu bekliyordu. Ve beklenen an gelmişti. Köyün biraz dışında olan ilk mevzilerdeki korucularla çatışma başladı. Sanki yaşam durmuş, kimse nefes almıyordu. Çok kısa bir sürede üç mevzi kaldırılmış, köye ulaşılmıştı. Bağırtılar, küfürler ve silah sesleri, telsizlerin sesleri karışıyordu birbirine. Her taraftan kurşunlar yağıyordu. Korucuların mevzi haline getirdikleri evlerden alevler yükseliyordu. Arkadaşlar köyü ele geçirecek gibi gözüküyordu.
Vadi köylerindeki korucular ve düşmana ait askeri birlikler harekete geçmiş, arkadaşları kuşatmaya almaya çalışıyorlardı. Düşmanın havanları rastgele alanı dövüyor, atılan ışıldaklar ile arkadaşların yeri tespit edilmeye çalışılıyordu. Bu arada köyde kleş sesleri ile roketatar sesi birbirine karışıyordu.
Şiyar arkadaşın grubu, köyü tamamen düşürmek için aralıksız saldırıyor, geri dönmek istemiyordu. Düşman çok yaklaşmış, zaman ilerlemişti. Ancak ihanete karşı olan öfke, çok kabarıktı. Köyün ortalarına gelinmişti. Şiyar, Bager ve Welat arkadaşlar ilerliyorlardı. Yer altında kazılan kanal fark edilmemişti. Kurşunlar yağdı. Şiyar arkadaş yere düşmüştü. Bager ve Welat arkadaşlar mermilerin geldiği yere ateş ediyorlardı. Kendileri boşlukta kalmıştı. Çatışma yoğunlaşmış, Bager ve Welat heval çatışmanın içinde kalmışlardı. Karşılarındaki mevziyi susturmalarına rağmen, yanlardan gelen korucuları fark edememişlerdi. Şiyar arkadaşın şahadetine duygusal yaklaşmışlar ve ateşin içinde kalmışlardı, artık vücutlarına isabet eden kurşunları sanki hissetmiyorlardı.
Şerif arkadaş sabırsızlanıyordu. Artık geri çekilme zamanıydı. Şiyar arkadaşın şahadetine Bager ve Welat arkadaşlar da eklenince bu biraz zorunlu oluyordu.
Sabaha yakın tüm gruplar ilk buluşma noktasındaydı. Bazı arkadaşlar gecikmişti. Hedeflenen noktaya doğru yola çıkılmıştı. Geciken gruptan Brusk arkadaşın yaralı olduğu haberi geldi. Bunun üzerine büyük bir sorumlulukla Şerif arkadaş yanına iki-üç arkadaş alarak, ilk noktada bu arkadaşları beklemek için kaldı. Sabahla birlikte bu grup Şerif arkadaşın bulunduğu noktaya ulaşmıştı. Diğer grup ise konaklanan alanda mevzilenmiş, olası bir düşman yönelimini bekliyordu. Şerif arkadaş ve beraberindeki 11 arkadaş ise sırtın hemen altında bulunan vadiye inmiş, kayalıkların arasına çekilmişlerdi. Gündüz olduğundan artık hareket etmiyorlardı. Cihazla eylem hakkında karargaha bilgi verdi:
- Köy basıldı. İlk mevziler kaldırıldı. Köye girildi. Birkaç ev yakıldı. Birkaç tane koruculara ait silah getirildi... Ve üç arkadaşımız Şiyar arkadaş, Bager arkadaş, Welat arkadaş şehit düştü. Brusk arkadaş da yaralıdır.
Bilgilendirme kısa ve özlü olmuştu. Asıl bilgilendirme sonraya bırakılmıştı.
Güneş yükselmiş, öğlen sıcağı bastırıyordu. Saat ilerliyordu. Herhangi bir düşman hareketliliği görülmüyordu. Isının etkisi ve geçen günün yorgunluğu rehavet ve gevşemeye yol açıyordu.
Konaklama alanında mevzilenen arkadaşlar da artık hazırlıklar için birkaç arkadaşı noktaya göndereceklerdi. Ancak karşı sırtlarda görülen hareketlilik dikkat çekiyordu. Düşman büyük bir kuvvetle sırttaydı. Önde korucular... Arazi taraması yapıyor, arkadaşları bulmaya çalışıyorlardı Şerif arkadaş ve grubunu görmüşlerdi.
Tüm uğraşlara rağmen, Şerif arkadaşla bağlantı kurulamıyordu. Düşman dört koldan önde korucular arkadaşlara doğru geliyordu. Birden vadiyi kurşun uğultuları sardı. Düşmana karşılık veriliyor, çatışılıyordu. Bir süre sonra silah sesleri sustu, derken düşman geri çekildi. Ne olduğu hakkında bilgi alınamıyor, yetersiz kalınıyordu. Tüm arkadaşları sıkıntı basmıştı. Durum ne pahasına olursa olsun öğrenilmeliydi. Birkaç arkadaş durumu anlamak üzere olayın olduğu noktaya yöneldiler, olay yerine ulaştıklarında şoka uğramışlardı.
Düşman çemberinde kalan arkadaşlar son kurşunlarına kadar direnmeyi, bu anı düşmana pahalıya mal etmeyi istemişlerdi. Ancak yerlerinin uygun olmayışı şahadetlerine yol açmıştı.
Düşman gerçek yüzünü gösteriyordu. Vahşetini arkadaşların cesedini bozarak ortaya koyuyor, insaniyetten mahrumiyetini ispatlıyordu.
Şerif heval, 1990 yılında saflara katılmıştır. Belirli bir süre İstanbul'da cephe çalışmalarını yürüttükten sonra, düşman tarafından deşifre edilir. Ve ulusal kurtuluş mücadelesine daha yararlı olmak için, "Artık bundan sonraki yaşamım ve mücadelemin yeri Kürdistan dağlarıdır" diyerek 1990'da İstanbul üzerinden Mahsum Korkmaz Akademisi'ne gider. Burada bir dönem eğitim gördükten sonra, ülkeye dönüş yapar. Gittiği ilk yer Çukurca alanıdır. Burada eğitimci olarak yönetimde yer alır.
Daha sonra 1993 yılında Garzan Eyaleti'ne takviye olarak gelmiştir. Kısa süre bölük komutanı görevini üstlenmiştir. Proleter kişiliği şahsında somutlaştıran, üslup ve hitapta etkileyici ve saygılıdır. Parti disiplini ve sorumluluğu ile çalışmalara yüklenen, atılımcı özellikleri ile herkesin beğenisini kazanmış, canlı ve ataktı. Parti ve yoldaşlarına, sonuna kadar bağlı olup, görevlerine büyük bir sorumlulukla yüklenirdi. Siyasi olarak, gelişkinliği sorunlara çözüm gücü oluyor, savaş pratiğinde tecrübesiz olmasına rağmen yaratıcı yaklaşımları O'nu başarılı kılıyordu. 1994'te bölge koordinatörü olmuştur. Buna rağmen alçakgönüllü ve mütevazı kişiliği ile ortamda ilgi topluyordu. 23 Temmuz 1994 tarihinde şehit düşmüştür. Şerif heval mücadelemizin ve savaşımızın her alanında bilgi, birikim ve tecrübesini aydın ve sosyalist kişiliğiyle gösterdi. Başta Parti Önderliği'ne, partiye, halka ve ülkesine bağlılığıyla çalışmalarını sürdürdü. Kararlılığı, fedakarlığı, bütünleşen inancı ve güveni O'nu başarılı ve üstün kıldı. Ayrıca partinin en büyük değeri olan şehitlere bağlılığı ve bu temelde bütün gücüyle ulusal kurtuluş mücadelemizdeki çalışkanlığı, yaratıcılığı, soğukkanlılığı ve kişilik olarak daima gelişmeyi isteyen, yine dönemin ve partinin militan kişiliğine ulaşmaya çabalayan ve gayret gösteren bir çalışma içerisindeydi.
Yoldaşlarına karşı daima saygıyı ve sevgiyi esas alarak, konuşma üslubuyla, hareket ve yaklaşım tarzıyla, yaşamıyla yoldaşları tarafından taktir edilirdi. Yoldaşlarıyla ilişkide kolektivizmi esas alarak, bir bütün olarak partinin istediği komutanlık özellikleriyle başarıyı, kazanmayı ve zaferi önüne hedef koydu. Böyle büyük bir çalışma temposu içerisindeydi ve bunun ürününü de böyle kısa bir zaman içerisinde birinci bölge koordinatörlüğüne gelmesiyle aldı.
Bizler de Şerif hevalin kısa süredeki bu büyük başarısını ve yaşamının bütün özelliklerini kişiliğimizde somutlaştırarak ve mücadeleyi bıraktığı yerden daha da yükselterek, genişleterek ve önümüzde bir ışık gibi canlandırarak, kararlı bir şekilde yürüyeceğimize söz veriyoruz.
Adı, soyadı: Osman KARATAŞ
Kod adı: Şiyar
Doğum yeri ve tarihi: Yaylalar köyü-Tatvan, 1972
Partiye katılış tarihi: Eylül 1991
Şahadet tarihi: 22 Temmuz 1994, Agor çete köyü baskınında-Hizan/ Bitlis
Adı, soyadı: Abdullah ERMİŞ
Kod adı: Şerif
Doğum yeri ve tarihi: Malazgirt, 1967
Mücadeleye katılış tarihi: 1990
Şahadet tarihi ve yeri: 23 Temmuz 1994, Agor-Hizan
Mücadele arkadaşları