Şehit dilinden...
İçimden birkaç yıldır hep şu geçiyor; acaba bu gün bu dağlarda yaşadıklarımızı, şehit düşen bunca kahraman yoldaşlarımızı gelecek kuşaklar bilecekler mi? Hatırlayacaklar mı? Unutacaklar mı? Ne kadar can yoldaşımızın hem de en güzel, en fedakâr, en kahraman halk çocukların bu topraklarda tek tek nasıl şehit düştüklerini bilecekler mi?
Geleceğe belgeler bırakma isteği her zamankinden daha fazla içimde büyüyen bir istek. Şehit düşen her yoldaşın arkasından bu duygu daha da kabarıyor yüreğimde. Ama yazamıyorum. Yazıya dökmek bir sanat mıdır, bir ustalık mıdır bilemem. Ama tanıdığım onlarca yüzlerce şehidin yaşamını, anılarını yazamadığım için hep içimde kahrolmuşumdur. 96’dan bu güne kadar bazen yazdım ama yazdıklarımı hep kendime sakladım. Avaşinde, Güneyde, en son beyaz dağda Murat’ımı, Erdal’ımı ne kadar yazmak istedim. Ama olmadı, beceremedim. Murat arkadaşın şahadetinin ardından tam sekiz yıl, evet tam koca sekiz yıl geçti. Sekiz yıl hep Murat’ın yokluğunun dayanılmaz özlemi, hasreti ve acısıyla gelip geçti.
“Abi bir gün Munzur dağlarına gideceğim” demiştim. Bir gün iş dönüşünün yorgunluğunda sonsuzluğa uzanan denizin mavi sularına bakarken “acele etme ufaklık, ben senden önce gideceğim Munzurlara” demiştin. Ve sekiz yıl önce Amed’te aramızdan ayrıldın.
Bir defacık olsun onu göremeden, doyasıya kucaklayamadan “abi bak yine eskisi gibi beraberiz, ülkemizin, yoldaşlarımızın içindeyiz, Munzur dağlarına birlikte gideceğiz abi” diyemeden 22 Kasım 1996’da şehitler kervanına katıldı.
Anılar, anılar, anılar ve çocukluğumuza, okul yıllarımıza dair birkaç fotoğraf. Bu güne kadar yüreğimde, hafızamda kalan ve son nefesime kadar kalacak olan acıyla, özlemle, hasretle bağlı kalacağım en güzel duygular. En değerli duygular. En değerli duygular ve en güzel yaşamlar, şehitlere dair olanlardır. Bir gün sorsalar bana en değerli eşya nedir bu dünyada senin için diye. Hiç durmaksızın şehit düşen yoldaşlarımızın, o güzel insanların, o iyi insanların birer fotoğrafıdır. Bir fotoğraf sende varsa yüreğin dünü, bugünü ve geleceği çok yalın, sade gösterir.
Şehidin yaşamı en temiz, en saf, en güzel, en özgür, en dürüst yaşamdır. Onun fotoğrafına bakar konuşursun yüreğinde, anılarında. Varsa içinde kirlenen bir şeyler utanırsın, pişman olursun o fotoğrafın huzurunda. Bazen de öylesine amansız engellerle, zorluklarla karşılaşırsın ki, ihanet çevrende kol gezer. Bakarsın fotoğrafa, kendi pis bedenini yaşatmak için ihanet edenlerden nefret edersin. Yeri ve zamanı gelmişse ölüm hoş geldin, sefa geldin!
“Ey şehit yoldaşım bekle ben de geleceğim yanınıza” dersin yüreğinde. Korkular, endişeler, kuşkular, bencillikler sökülür ve çelikleşir yürek. Düşman bildiklerin karşısında, şehidin yolunda onurlu ve korkusuzca savaşırsın. Bazen pratiğin karmaşasından zaman bulur da bakarsın fotoğraflara, Muratlar, Serfirazlar, Harunlar, Şahanlar, Şiyarlar, Seyfettinler, Avaşin şehitlerini, Şevgerleri ve daha sayamadığım yüzlerce can yoldaşın akla gelir. Acı yüreğine ve beynine iner. Tüm hücrelerini sarar. Boşluğa dalar gözlerin ve dalıp gidersin eski günlere.
Muratla çocukluğumuz, okul yıllarımız, emek kavgası verdiğimiz günlerimiz, mücadeleye, geleceğe dair birbirimizle yaptığımız konuşmalarımız hala hafızamda korur yerini. Onun saf, tertemiz yüreği, siması gözlerimin önüne gelir.
Avaşinde sakat, yarım yamalak bedenleriyle ihanetçilere karşı kahramanca direnerek şehit düşen genç Kadiri de unutamam elbet. Ve Dersim’de tanıdığım genç komutan Şevger Yoldaş, düşman karşısında korkusuz, soğukkanlı, yoldaşlarına, savaşçılarına her zaman güven veren Şevger yoldaş!
İnanmak istemezsin ama onlar artık aramızda değildir. Umutları, hayalleri, anıları, düşünceleri, berrak ve tertemiz yaşamları kalmıştır yaşayanlara. Ve bazen tutamazsın kendini gizli gizli ağlarsın. Ağlamak özlemdir. Onlara duyduğun sonsuz sevgidir. Acı düşmana karşı öfkeye dönüşür. Bir fotoğraf insana neler neler düşündürür. Bunu ancak yaşayan bedenin içindeki yürek bilir. Bizim için bir şehidin fotoğrafı bile en kutsal, en değerli varlığımızdır. Beni yıllarca ayakta tutan budur.
18-12-2003
Ş. Seyit RIZA
(SERDAR MORSÜMBÜL)
Tüm 8 Mart’ların Özgür Olması Yanında Tüm Günlerin de Özgür Olmasının İnancıyla ve Umuduyla Merhaba!
Bir 8 Mart’ı daha ardımızda bırakıyoruz. Bugünü yaşarken hala yaşadığımız çağın egemenliğini hissediyoruz. Toplumdaki kadınlar bu günü kutlarken bile ne kadar bu dünyada yok sayıldığını bir kez daha hissedip yaşıyor. Bu anlamlı günü bize armağan eden, yine değerli kadınlardır. Tarihte kadınlar emeğiyle, canlarını vererek egemenlikten bu günü kopardılar ve insanlığa armağan ettiler.
8 mart direnişin sembolüdür. Bu direnişle özgürlük ve bu bayram yaratıldı. Yaratılan 8 Mart geleneği sıradanlaştırılmamalı ve tüm kadınlara “bahar” coşkusuyla taşırılmalıdır. Emekle yaratılan bu gün bile kadına çok görülüyor. Kadın da bu günü doğasına göre doyasıya kutlayamıyor. Yine duygularına hapsediliyor. Yüreğinde saklı kalıyor. En acısı da birçok kadın bu günden haberdar değil. Bir kesim de haberdar olsa da küçük burjuva sınıf eğilimleri önde olduğu için bu günü kendine gerekli görmüyor. Bu günün direniş ruhuna göre kutlayan kadın yoldaşlarımız meydanlardaydı. Ve yılların öfkesini egemenlikli dünyaya kustular. Bir kez daha gösterdiler dünyaya, hiçbir baskı aracı kadını yıldıramaz.
8 Martın öncülüğünü bu çağda yapan Kürt kadınıdır. Kürt kadını özgürlüğe öncülük ediyor ve tüm kadınları çekiyor özgür yaşama. Bu 8 Martın en büyük anlamı da, Önderliği özgürleştirme temelindedir. Bunun için birçok kadın alanlardaydı. Ulusal kıyafetleriyle, Kürt kadınının asaletiyle, iradeli duruşuyla bu günü özgürleştiriyorlar.
Kutlamaları radyodan takip ediyoruz. Güvenlik nedeniyle gerilla televizyon kullanmıyor, doğal olarak biz de televizyon olmadan ancak radyodan takip edebiliyoruz. O görüntüleri görmeyi çok istiyoruz ama izleyemiyoruz. Genelde kutlamalar görkemli geçmiş ve düşmana, erkek egemenlikli zihniyete cevap verilmiş. Bu yıl atılacak her bir adım Önderliğin özgürlüğü içindir. Bunun için ne yapsak da azdır. Yalnızca Kürt kadınları da değil bu günün bilincine varan her kadın aynı acıları, aynı özlemleri çekiyor. Hiç tanımadığım bir kadın da olsun, gözlerine baktığımda neler hissettiğini anlar, hissederim. O kadın da beni anlar. Kadınlar birbirlerini anlarlar. Kadınların acıları, özlemleri ortaktır.
Erkek egemenliğinin hakim olduğu bir zihniyet, sistem içinde bu günün ne anlamı olabilir? Bir kadının neyi hissettiğinin, neyi yaşadığının ne anlamı olabilir bu gerçekliğin içinde? Bir kadının neler hissettiğini, değerini anlamadıkları için yaşam onlar için bir hiçten ibarettir. Ve kuru bir yaşamın sahibidirler. Kuru bir ağaç bile bu zihniyetten daha felsefik ve yaşam doludur. Düzenin eril yaşam tarzına, insanların kuruluklarına, yaşam karşısındaki soğukluklarına anlam veremiyorum. Aslında çözümlüyorum kimliklerinden dolayı kapalılar, yaşamın güzelliklerine, cinslerin rollerine rağmen tek düze bir tonda yaşam anlayışları var. Anlayışlı olup, olmama sorunu var. Çünkü onlar bizim gibi PKK kültüründen nasiplerini almamışlar. PKK kültüründe kendini yenilemeyen insan sonuna kadar egemenliğin etkisini yaşıyor. Yine köleliği yaşıyor ve yaşatıyor. PKK kültüründe pişen insanlar canlı ve çağdaş, kültürlü insanlardır. Yaşam karşısında duyarlı ve heyecanla yaşarlar hayatı.
PKK kültüründe 8 Mart çok farklı kutlanıyor. Ve bugünü kadın kendi rengiyle kutlayabilmesi için yaşam kadına bırakılıyor. Kadını hiçbir pratik çalışmaya da koymuyorlar. Bugün PKK’deki erkek arkadaşlar tüm pratik çalışmalarda yerini alıyorlar( mutfak, fırın, tepe, nizamiye vb). PKK’de 8 Mart kadın yüreğiyle kutlanır. Kültürlü olmayan bazı erkek arkadaşlar çıkarsa genelde geri olarak görülür ve eleştiri konusu olur. APOCU felsefede pişen insan bu geri davranışa, yaklaşıma girmiyor.
Bu kampta üç kadın yoldaşız ama günün anlamını adeta tüm kadın yoldaşlarımızı ve toplumdaki tüm kadınları da hissederek yaşıyoruz. Önderlik de verdiği mesajında 8 Martımızı kutladı. Bu kutlama hem bizi çok mutlu etti hem de çok duygulandık. Önderlik o dört duvar arasında yüreğini bize ulaştırıyor ve bizimle olduğunu hissettiriyor bir kez daha. Önderliğin bu kutlamasından sonra kalabalık bir kadın kutlaması içerisinde olamayışımız da önemli değil. Önderliğin sözleri karşısında heval Toprakla göz göze geliyoruz ve elimizi sıkıyoruz. Gözlerimizle birbirimizle konuştuk ve çok duygulandık. Tıpkı bizim gibi erkek arkadaşlar da Önderliği dinlerken oldukça düşünceli anlamaya çalışıyorlar. Hep birlikte alkışlıyoruz okumanın bitmesi ardından. Arkadaşlar da günümüzü kutladılar.
Ardından biz bayan arkadaşlar -üç kişi de olsak- kendi mangamız da toplanıyoruz. Yemekten sonra çerezlerimizi de çıkarıp, güne dair bir söyleşi yapıyoruz. Bir yandan çerez yerken bir yandan da içtenlikle sözler dökülüyor dudaklarımızdan. Kadınca paylaşıyoruz. Sohbetimizin konusu da Önderlik ve kadın yoldaşlarımızdır. Biz dün geceden başlamıştık birbirimizin 8 Martını kutlamaya. Dün akşam Toprak arkadaşla saatlerce dışarıda kaldık, dolunaya eşlik ettik. Şimdi de bu güzel anla dün geceyi tamamlıyoruz. Her birimiz kendi iç dünyamızda tüm kadınların 8 Martını kutladık. Sohbetin ardından benim bir şeyler yapmam lazım içimde bir yaramazlık yapma dürtüsü var. Toprak arkadaşa sataşıyorum. Her iki arkadaşı karşıma almışım onlarla savaşıyorum. Kol, kafa, ayaklarım havada, bir o yana bir bu yana savuruyorum. Her iki arkadaş da beni zapt etmeye çalışıyorlar, yapamıyorlar. Onların zayıf noktaları da gıdıklanmaları. Bunu bildiğim için beni yakalayacakları an onları gıdıklıyorum. Gıdıklamamla çığlıklar kopuyor ve beni bırakıyorlar. Ve yine devam ediyorum en sonunda üzerime çullanmışlar, beni bağlamak istiyorlar, ama yapamıyorlar, o kadar hareketliyim ki başaramıyorlar. Evet, belki çocukluğumuz geliyor aklımıza. Oldukça yorulduğumu anlayınca onlar beni yakalamadan ben “tamam artık barışalım” diye beyaz bayrağı kaldırıyorum. Ve bugüne dair birkaç kareyi ölümsüzleştirmek için resim çekiyoruz. Ve içimizde sesi güzel olan Toprak arkadaş olduğu için bize konser veriyor ve zevkle onu dinleyerek günümüzü noktalıyoruz. Özgün olarak hem anlamlı tartışmalarımızla, hem çocukça oyunlarımızla hem de türkülerimizle 8 Martımızı böyle kutluyoruz.
Bir baktık erkek arkadaşlar ellerinde saz mangamıza geldiler. Güne dair sohbetle başladı bu ziyaretimiz. 8 Mart nedeniyle her zamana göre daha mütevazı bir yaklaşımları vardı arkadaşların. Yaşadığımız dünyanın erkek egemenlikli yanlarını sorguluyoruz birlikte ve bu konuda erkek arkadaşların bize göre cinsiyetçi toplumdan daha fazla nasiplerini aldıkları için durumlarının daha zor olduğunda birleşerek, tebessümle geleceğin toplumunun nasılını da tartışıyoruz. Biraz sohbetten sonra saz çalmasını söylüyoruz Xemgin arkadaşa. Her hangi bir hazırlık yapılmasa da bu konuda yetenekli arkadaşlar öncülük ediyorlar şarkıların söylenmesine. En son şarkıyı söyleyen Toprak arkadaştı, hepimizin adına söyledi ve “bu şarkıyla 8 Mart vesilesiyle yarınlara olan umutlarımızı tüm kadınlarla paylaşıyoruz” diyerek şarkısını söyledi.
Bu 8 Martımızı böyle geçirdik. Bazı alanlarda kadın yoldaşların bir araya gelme, önemli etkinlikler hazırlayarak kutlama imkânları var. Bizim fiziki olarak böyle bir imkânımız olmasa da Kuzeyde bu günlerin değeri çok daha fazladır. Bu güne verdiğin değer yoldaşına verdiğin değerdir. Ve yine kadın özgürlük çizgisinde ne kadar derinleştiğinin ifadesidir de, bugünkü anlam gücün!
Sevgi ve Saygılarımla
Marya Umut
8-3-2009
(2010 yılında Garzan Eyaletinde Şehit düşen Marya Umut yoldaşın Günlüğünde yer alan 8 Mart yazısını, gerilla arkadaşları olarak Kürt kadınları başta olmak üzere tüm kadınlarla paylaşmak istedik.)


‘Fedailik PKK’nin özüdür.’
ÖnderAPO
Bir insan kolay kolay kimseye yoldaş kelimesini kullanamaz. Ama biz PKK’liler yoldaş kelimesini yaşamımızla bütünleştirmiştir. Ve birisine yoldaş kelimesini kullandığında ona karşı görevlerine yerine getirmek zorundadır. Belki birbirimizi çok eleştirdik ama sonuçta içimizde saklı gerçek kişilikleri ortaya çıkardık.
Evet, önemli olan örgütün Gerçeklerinin üzerinde dürüştçe yürümek. Hepimiz birer fedai adaylarıyız ve kendimizi her an her göreve hazır hale getirmeliyiz. Ve bu süreç bize bu yüzden verilmiştir. Önemli olan bu süreciyi değerlendirmektir. Sana karşı olan eleştirilerimi biliyorsun. Bu eleştiriler senin hazinendir. İşte eleştirilere iyi bakarsan senin yararınadır.
Bizde bireyin gelişimi örgütün gelişimidir. Örgüt sende bir gelecek gördüğü için seni bir eğitimden geçirdi. İşte bu eğitimin karşılığını alır.
Güzel yoldaş insanlar birbirine kızar ama hiçbir kızma olayı kalıcı değildir. Çünkü insanlar özlerinde kötü değildir.
İnsanların anlaşamaması onların arasındaki farklılıklardandır.
Bunların iyi görülmesi gerekir. Önemli olan farklılıkların örgüt çizgisinde birleştirerek doğru biçimde yürütülmesidir diyor sana başarılar diliyorum.
Mücadele Arkadaşları
Şehitlerimiz kutsaldır. Anılarını sürekli yüceltmek gerekir. Ben bu zor koşullarda onları düşünmek istemiyorum. Onlara sahip çıkılsın. Çok büyük değerlerdir. Kutsal insanlardır, anılarını kitaplaştırın. Kendi değerlerinize sahip çıkın, çok kutsaldırlar, yemeden-içmeden kendini adamak gerekiyor. Değerleri barış ve demokrasi değerlerine dönüştürmek gerekir.
Kalbinizi Onların Meşalesiyle Aydınlatmaya Devam Edin
Rêber Apo
Fransız tarihinde Janne D'arc adında bir kız vardır. İngilizlere karşı direnmiş, Fransa için ulusal temelde çok çalışmış ve hala büyüklüğünden bahsedilir. Fransa'nın ruhudur. Direnişin, bağımsızlığın, özgürlüğün ruhudur. Ve Fransa bu temeller üzerinde büyüyor.
Bizde bir değil, iki değil, üç değil, kendini sadece yakma değil, teslim olmamak için bombayı kendilerinde patlamış, kendini uçurumlardan atan yüzlerce genç kız ve erkeğimiz var. Anlayacaksınız! Anlamıyorsanız, yanımıza gelmeyeceksiniz!
Yakıyor kendini ve sürekli de diyor, "bu ateşi söndürmeyin." Bundan daha büyük cesaret olur mu? Bundan daha büyük fedakârlık olur mu? Ve bunu da en değerli bilinç ışıklarıyla, aydınlığıyla yapıyor. Kendisine ilişkin en ufacık bir çıkarı yok. Değerini biliyorum. Çok değerlidirler. Bunlar kutsal şehitlerimizdir. Olanak bulursam her birisi için bir kitap yazmayı düşünüyorum.
Şehitlerin anısına bağlıyız. Gereklerini ben de yerine getireceğim. Güneşi karartmayacağız. Ancak bu tür eylemler artık son bulmalıdır. Bunun yerine daha uzun vadeli, örgütlü bir duruş gereklidir. Güneşi her yerde yaşamsal kılmak için örgütlü duruş şarttır.
Benim için kendinizi yakacağınıza, beni anlamaya çalışın. Eğitin kendinizi. Hepinizin şiddetle tarihe, kültüre ihtiyacı var. İnsan bu halinden utanır. Sokağa bile çıkmaz. Ben bile elli yaşımı aşmışım, halen yaşamın onurunu kurtarmaya çalışıyorum.
Haksızlık yapmayın, örnek olun. Çıkarılacak sonuç budur. Bu da kendini yakmanın başka bir ifadesidir. Bunların sayısı onlarcadır. Bunlar büyük kişiliklerdir. Büyük kişilik, değer haline gelin; bu durumda dinlenir kişilikler olursunuz. Yakanların anısına bağlılığımız, demokrasi ve barışın kazanmasını sağlayacaktır.
Bu Düşüncelerimi Herkese Ulaştırın.
Onlar için en güzelini düşünüyorum. En başta Önderliksiz olamamanın acısıyla Önderliğin tehlikede olduğunu ve hatta biraz da aşırıya yorumlayarak, neredeyse Önderliksiz yaşam gibi bir tehlikenin kapıya dayandığını hissederek en değerli canlarını gerçekten kahramanca, bir ateş topu haline getirerek tarihi rolünü oynayanları büyük bir minnetle anıyorum. Komplolara karşı zindanın kahraman direniş şehitlerinin en soylu insanlık eylemleriyle bedenlerini yakarak ortaya koymaları tarihi önemdedir.
Bu vesileyle Mazlumların, Kemallerin, Hayrilerin, büyük şahadetlerimizin de halklarımızın özgürlük iktidarına, cumhuriyetine yol açacağına dair verilmiş sözümüz, içilmiş andımız vardır.
Şehitlerimiz kutsaldır. Anılarını sürekli yüceltmek gerekir. Ben bu zor koşullarda onları düşünmek istemiyorum. Onlara sahip çıkılsın. Çok büyük değerlerdir. Kutsal insanlardır, anılarını kitaplaştırın. Kendi değerlerinize sahip çıkın, çok kutsaldırlar, yemeden-içmeden kendini adamak gerekiyor. Değerleri barış ve demokrasi değerlerine dönüştürmek gerekir.
Bu savaş, bu azap, bu direnişler kimin içindi? Bu kadar şehit kanı, kendini yakanlar ne içindi? Bunu unutmamalıyız.
Onlar özgürlüğü yakalamışlardı. Kendilerini ifadenin yolu olarak bunu gördüler. Kendini yakanlar büyük kopuşun bu şekilde gerçekleşeceğini düşündüler. Ben öyle kendilerini yakmalarını istemiyorum. Kendini yakmalar sabırsızlığı, güç getirememeyi ifade eder. Korkunç acılar içerisinde kendinizi bitireceğinize, barış militanı olun. Barış ve demokrasi savaşını kazanın.
Kendinizi yakacağınıza, kendinizi mahvedeceğinize; böyle düşünüp sağlam yere basma, sağlam ilişkilere, sağlam bilince, sağlam dostlara, sağlam örgütlere sahip olma, şerefin, namusun tek izahıdır.
Bu aslında bir trajedidir.
Önünü almasak, belki de binlerce insan kendini yakacak. Bir hastalık gibi yayılacak.
Şimdi bu niye böyle oluyor? Kendini yakmak kadar dünyada zor bir eylem yoktur. Kendisini yakan insan bir orduyu yakabilir. Bu çok önemlidir. Kendini yakacak cesareti gösteren bir kişi eminim ki, biraz kendisini örgütlese, bir orduyu yakabilir.
Böylelerine sahip olmak bile sizin için yeterlidir.
Yeter ki unutmayın, kalbinizi onların meşalesiyle aydınlatmaya devam edin.

Halkımızın yaşadığı acılar her yüzyılda olduğu gibi, günümüzde de yaşatılmaya çalışılmakta ve bir kadermiş gibi halkımıza dayatılmaktadır. Karanlık tanrıları, yaşam dirençleri güçlü olan bu halkın yaşam tutkularını bitirmekten ve özgürlüğe en yakın olduğu anlarda yine tarihi darbelerini vurmaktan geri durmamışlardır. Çünkü Kürt halkı, tarihi direniş destanlarıyla tüm karanlık güçlerin korkulu rüyaları olmaktadır. Mezopatamya’daki mozaik, sistemin çökmüş tüm kalıntılarını açığa çıkarmakta, tüm kirli ve çirkin yüzlerini deşifre etmektedir. Bu mozaiğin öncü gücü, bugün, Kürt halkı ve onun dirilişini eylemselleştiren Kürt gençleri olmuştur. Önderliğin yaratmış olduğu yaşam felsefesi ve mücadele ruhuyla ruhlarını tazelemiş olan Kürt gençleri, geleceği kendi elleriyle yaratmanın olgunluğuna erişmiştir. 30 yıllık mücadele içerisinde karşımıza çıkan destansı kahramanlık eylemleri bunu ortaya koymuştur. Düşman bu gerçekliği bilmekte ve önünü almak için daha çok çaba sarf etmektedir.
Bagok arkadaş, böylesi bir gerçekliğin yaşanıldığı bir yer olan Mardin’den mücadeleye katılan bir arkadaştı. Karanlık tanrılarının Önderliğimizi esaret altına almasından sonra, karanlığa karşı aydınlık diyenlerin, yeniden dirilme diyalektiğinden filizlendi. Katılımını Ömeryan alanından yaptı. Yine oraya geri dönüp halkına dayatılan inkar ve imhaya karşı kendini bir kalkan yapmak istiyordu. Temel eğitimini Botan sahasında gördü. Geri çekilme sürecinde Kandil’e geçerek buradaki çalışmalarda da aktif rol oynadı. 2000 yılında YNK savaşında, işbirlikçiliğin ve ihanetin çirkin yüzünü gördü ve onunla savaştı. Halkına karşı geliştirilen yönelimlerin, Kürt işbirlikçilerinin elleriyle nasıl yürütüldüğünü gördü ve mücadele gerekçesinin çok geniş olduğunun farkına vardı. Mücadele artık onun için kaçınılmazdı. Kendini daha güçlü bir şekilde ortaya koyacağı alan olan Botan alanına kendisini önerdi. Mardin’e gidip bitirilmeye çalışılan bir halkın koruyucu duvarı olarak mücadele etmek istiyordu. Sadece Önderlik değil, Kürt halkı ve geleceği de esir alınmıştı. Büyük bir savaşçı olarak düşmanı bertaraf etmek ve halkına özgürlükler alanı yaratmak istiyordu.
Düzenlemesi Gabar’a yapılan Bagok yoldaş, bir süre orada kaldıktan sonra 2003’te Kerboran’a geçti. Yine 2003 Haziran’ında Mardin’in Ömeryan alanına geçti. Kısa zamanlar içerisinde halkıyla buluşma ve halkının bir neferi olma yolunda hızla ilerliyordu. Gider gitmez halkla büyük bir bağlılık geliştirmiş ve ilişkilerinde belli bir düzeyi yakalamıştı. Halk çalışmalarında öncü rolü elden bırakmamıştı. Bir işi başarıya ulaştırmak için büyük bir ısrar ve çaba gerekiyordu. Ve Bagok arkadaş gerekeni yaptı. Zaten ısrarcılığı, en çok göze çarpan bir özelliğiydi. Israrlı olmak başarıyı yakınlaştırmaktı. Ve başarıyordu da. Esprili yönüyle insanları coşkulandıran, mütevaziliğiyle insanlara öğreten bir arkadaştı. Bu özellikleriyle halkın gönlünde yerini almıştı. Kendisini kabul ettirmenin yollarını iyi biliyordu. Çünkü o doğallığı yakalamış bir arkadaştı. Kendini bu derecede katmak, insana, bir insanın yapabileceklerinin sınırlarının olmadığını gösteriyordu. Amacına tutku derecesinde bağlılık, onu erişilmez kılıyordu. Herkesin onu sevmesi, onun ulaşılması gerekilen büyük bir sevgiye sahip olduğunu gösteriyordu. O sevgiye ve bağlılığa ulaşmakta bize Bagok arkadaş kadar yakındır.
2004 Şubat ayında, bir zorunluluktan dolayı köye gitmek zorunda kalmıştı. Düşman; Önderliğimizin çıkışında, halkımızın her serhıldanında ve genç bedenlerin her halaya duruşunda pusuya yatmıştı. Düşman yine pusudaydı. Kimi hedef alacağını iyi biliyordu. Yürekleri coşturan, mücadelenin tecrübelerini sağlam bir şekilde yerine getiren bir savaşçıyı ele geçirmek istiyordu. Ulaşamayınca ihanetçileri devreye sokacaktı. Ve Nusaybin’e bağlı Xıreb köyünün merkezinde kurulan pusuda, Bagok arkadaş şehit düşürüldü. İşte şehit düştüğü andan bu yana yapamadıklarını bir sorumluluk olarak alıyor ve gelecekte Bagok yürekli yoldaşlara emanet ediyoruz.
Silah Arkadaşlar

Issız bir gecenin yollarında bir rastlantının selamıyla, sıcacık tokalaşmasıyla başlamıştı. Bir iki kelimelik de olsa, bir askerin iz bırakan söylemi, bir merakın kapısını aralamıştı. Günler günleri kovalamış, ardından silik bir beklenti, gölgelenmeye yüz tutmuş bir anı. Hatırlanması güç, Kandil’in uzayan yollarının ardından varılmıştı Şehit Ayhan’a. Kısa bir tanışmanın gerilla içindeki farklı havası. Kısacık kelimelere ömürler sığdırılmıştı. Uzun bir aradan sonra tekrar başlanır yarıda kalmış sohbete. Lanetli tarihin aydınlığa gebe olduğu 94’ün Eylül ayında ay yıldızlı bir gece, incelerek uzayan, bir yılan kıvraklığını andıran kıvrımlarla sert, asi ve yüksek kayaların arasından kendini bırakıyordu Ali boğazının derin vadisine.
Coşku selinin timsali bir yürüyüşün adımlarını var gücüyle atıyordu. Geceye karşı zaferini ilan eden gün, tüm aydınlığıyla beliriyordu Munzur’un sol yakasında. Çağlayan şelaleyi, kurumuş sarı otları, altın sarısı ceviz yapraklarını, asi kayaların manzarasını ve patikaları anlatıyordu. Bir yandan en zirvede, ufukta belli belirsiz görünen geyik manzarasına, coşturan asilikte dost canlısı vadiye, şırıl şırıl akan suyun akışına bakıyordu. Bir yandan da patikanın ortasından geçen karıncaların kara çizgisine basmamak için kıvrak bir adımla geriye tepmenin alçak gönüllülüğünü sergiliyordu. Ve görünen manzaraya son bakış oluyordu.
Bir yılını doldurmak üzereydi Dersim’de. Ardından Karadeniz’e geçmişti. Bir zamanlar üniversiteyi okuduğu yerde şimdi silahıyla ve yiğit yoldaşlarıyla geceyi gündüz ediyordu. Ailenin tek erkek çocuğu, umudu Tuncay; artık halkının umudu Rojhat olmuştu. Ülkenin devam eden nöbetçilerinden biri Rojhat. Ağaçların arasından kıvrılarak Ayhan arkadaşın yanına gelmişti. Fısıltılı bir tonla “yan taraftan düşman geçiyor” dedi. Ayhan arkadaş, büyük bir soğukkanlılık ve güvenle “manganı al, operasyonun arkasına geç” sonra, noktada buluşuruz demişti. Rojhat’ın derin anlama, kavrama yeteneği bu talimatı çoktan kavramış ve gereklerini düşünmüştü. Hızlı bir koşuşturmacanın ardından, dün geceye dönüyordu. Karanlığın çökmesiyle birlikte bombanın pimi çekilmiş, büyük bir kin ve zaferi umutlayan coşkuyla saldırıya katılmış, saniyelere bir ömür sığdırmıştı. Ağacın arkasından çıkan Rojhat, hızla ileriye atılmış, ne olduğunun şokunu yaşayan askerin üzerinden attığı mermiye rağmen silahını almıştı. Mangasını toplamış, hemen oradan ayrılmışlardı. Ayhan arkadaşın yanına varmadan önce Rojhat, Botan’a dönüp elindeki silahı ona uzatarak “bunu senin sayende aldık, yani senin emeğinin ürünüdür, al” dedi. Tüm grup bu mütevazi, hiçbir art niyeti içermeyen, sade davranış karşısında duygulanmış ve etkilenmişti. Ayhan arkadaşın yanına varınca aynı yaklaşımı sergilemişti. Bu durum, berrak bir yüreğin sade aynası oluyordu.
Munzur gibi hayat verirdi etrafına. O, Munzur gibi cömert davranmayı karakter etmişti. Dersim’de geçen yıllar bir gün gibi ardıllanmıştı. Yedi yıl dağlarında yaşadığı Dersim’e veda etme günü gelmişti. Takvim sayfaları Haziran ayının ortalarını gösteriyordu. Ali Haydar arkadaşın komutasındaki grup, Sülbüs-Ari boğazının zirvesinde birlikte sessizce geriye dönerek son bir bakış atıyordu uğruna kan ve can dökülen topraklara. Ali Haydar arkadaş gruba dönerek “en zorlu kopuşlar güçlü buluşlar gibidir” söylemini bir şiar gibi haykırmıştı. Derin bir iç çekişin ardından harekete geçmişlerdi. Bir ayı bulan yürüyüşün ardından Faraşin yaylasının kapısına varmışlardı. Serhat’ın boğazı geçildikten sonra kar iyice bastırıyordu. Başlayan tipi grubu beklemeye mecbur ediyordu. İki kişi kayanın etrafını ayaklarıyla biraz temizleyip sıkışık bir biçimde yerleşmişlerdi. Rojhat yine örnek bir davranışı sergilemekten geri kalmamıştı. Az ilerideki kaya kenarlarında topladığı heliz puşusuyla bir ateş yakmıştı. Helizler tutuşup güçlü ve anlık bir alev almış ve hemen bitmişlerdi. Hüseyin arkadaş Rojhat’a dönerek “bir alevlikte olsa güzel bir ateşti, içimizi ısıttı” derken ciddiyetinden kuşku yoktu. Örnek davranışlarıyla Rojhat arkadaş “önemli olan bir şeyler yapmaktır” diye karşılık vermişti. Kar git gide bastırıyordu. Ne olursa olsun gitmek zorunlu olunca Rojhat öne atılarak “şimdi sıra benim” deyip dizi geçen karla hızlı bir mücadeleye girmişti. Yürek, umut ve inançla Faraşin, Çiyaye Reş, Başkale zozanları, yanan ayaklara rağmen aşılmış, örgüte ulaşılmıştı. On beş günün ardından ilk haberi Kelareş karargahı ulaştırıyordu örgüte. Bayram havasıyla karşılanan grup ardından Kandil’e geçmişti Rojhat. İdeolojik eğitimi bittikten sonra Rojhat ve Hüseyin arkadaş, birlikte askeri akademiye gitmişlerdi. Akademide Rojhat arkadaş mütevazılığı, fedekarlığı, olgunluğuyla tüm arkadaşların dikkatini çekmişti. Akademideki devreden sonra Rojhat arkadaş büyük bir ısrarla tekrardan kendisini Dersim’e önermişti. 2003 yazında tekrardan Dersim alanına geçti Rojhat arkadaş büyük bir coşkuyla alanda faaliyetlerine başlamıştı. Hain bir komplo sonucu Rojhat arkadaş Pertek’te şehit düştü.
Kervan binlere, on binlere ulaştı....
Anın mücadelemize ışık tutacaktır.
Silah Arkadaşları
ŞEHIT BATTAL EVSAN
“O şehitler ki, gerçekten tarihimizde en soylu direnişi gösterdiler. Onlar ölünmesi gereken yerde öldüler. Bize nasıl savaşacağımızın ve nasıl teslim olamayacağımızın derslerini muazzam öğrettiler. Kendi bedenlerini tarihe ve halka armağan ettiler, Partiye sundular. Biz de onların anılarına, o şahadetleri doğuran yetmezlikleri yerle bir ederek, onları yaşama çevirerek, umutlarını amansız başarı nedeni yaparak karşılık verirsek, bu onlara iyi bağlı olduğumuzu gösterecektir.” (Rêber APO)
Şehitleri yazmak hiç kolay değil. Tam hakkını verememekten kaynaklı sanırım. Şehitlerin amaçlarını, umutlarını, ütopyalarını, acılarını, sevgilerini… doğru anlamak ve anlamlandırmak gerekir.
Aslında bizimkisi bu Hakikat Arayışçılarının “zaman dışına” çıkışlarının serüvenlerinin ne kadar anlam derinliğine vardığımızın, ne kadar gereklerini yerine getirip getirmediğimizin ahlaki ve vicdani sorgulanmasının yürek sancısıdır…
Hele bir de tarih yapıcılığın geleneğini özlerinde ve köklerinde emmeleri; doğanın ve onun parçası olan insanlığın değerlerini, umutlarını gerçekleştirerek sırtlarında taşımaları…
Hele kutsal direniş ve dirilişin ANA bakir topraklara kanlarıyla karışmaları ve özgürlük tohumu olarak ekilmeleri... Sevgiye, güzele, doğruya, iyiliğe ve dostluğa çiçeğe durmaları…
Hele kavgaya durmaları. Hakikat Arayışçılarıdır ya, kavgalarının özü bellidir: ANLAMLI VE ÖZGÜR YAŞAM, HEM DE AŞK TUTKUSUNDAN OLANINDAN…
Bir de ‘İLK’lerin içinde yerlerini almaları. Adeta gül ve çiçek bahçelerindeki renk cümbüşünde ahenge durmuş, tüm renkler içinde nergis edasında selvi boylu durmaları…
‘İLK’ler aslında ilk olanı yaratmanın, zorlukların üstesinden gelmenin, karanlıklara ışık olmanın adıdırlar. Aslında kendimizi bulmanın anlamı, en büyük erdemi, çabası ve özverisidirler…
Ş.Battal arkadaş ‘İLK’lerin içinde yerini alan nergislerdendir.
Battal arkadaş 1977’de Antep’te mücadeleyle tanışır. Emeğin ve yüreğin sesi, yüce insan HAKİ KARER arkadaştan ilk yeni yaşam derslerini almıştı.
Parti literatüründe Güney-Batı Eyaleti olarak geçen yer Kuzey Kürdistan ile Türkiye sınırında yer alır. İklim ve coğrafik olarak önemli özelliklere sahip olup, önemli tarihi bir geçmişe de sahiptir. Önderlik “doğal çevre ve tarihsel gelişmelerin, birey kişiliğinin oluşmasında belirli rol oynadığı, bilimsel bir tespittir” der. Yine bu bölge ve Ş. Battal arkadaşın doğup büyüdüğü mekân (Pazarcık) önemli yollara sahip olup adeta uygarlıkların beşiği ve geçişine tanıklık etmiştir.
Yine Önderlik “Komagene Krallığın da merkezidir. MÖ. 2000’lerde uygarlıkla tanıştığı kesindir. Daha önceki neolitik toplumun muhtemelen doğuşundan, günümüze kadar gelen 15.000 yıllık ömrünü yaşaması da güçlü bir olasılıktır. Asur, Med, Pers, Sasani, Helen, Komagene, Roma, Bizans, Arap- İslam ve Osmanlı-Türk uygarlığına tanık olmuştur. Yine alandaki tarihin diğer önemli bir özelliği, çeşitli etnik topluluklar, kavimlerin adeta geçiş kapısı niteliğinde olmasıdır. Saf bir etnik toplum ve kavim yoktur. Hepsinin karışmasında bir mozaiğin halen süren güçlü izleri hakimdir.” diyor.
Ş. Battal arkadaş mücadeleyle Antep’te tanışmış, Pazarcık ve Adıyaman’da mücadelesini sürdürmüştür. Bu mekânların ne kadar belirleyici ve stratejik önemde olduğunu, Önderliğin belirlemelerinden de çok iyi anlıyoruz. Adeta bir kavşak rolünü oynamaktadır. Her dört yöne de kapılarını açan bir konumdadır. Halklar mozaiğinin kültürel renk cümbüşünü görmek mümkündür. Verimli iklim ve topraklara sahiptir. Pazarcık ovası ve diğer birçok yerin verimlilikleri dillere destandır. Ş. Battal arkadaş böylesi çok önem arz eden bir bölgenin parçası olan Pazarcık’ın Musolar köyünde yoksul bir ailenin çocuğu olarak 1959’da dünyaya geldi.
Ş. Battal arkadaş çocukluk yıllarını köyde geçirir. Köyün doğa ile içiçeliğinin verdiği huzur, arkadaşta da bir doğallığı yaratmıştı. Çok genç yaşlarda, yaşamın zorlukları ve güzellikleriyle tanışır. Çocuk yaşında bile evin geçimine katkılarını fedakârca sundu. Kendini bu sorumluluktan hiçbir zaman geri çekmedi. Ailede sevilen, arkadaşları içinde ise erkenden özelliklerinden kaynaklı öne çıkan ve sevilip saygı duyulan bir arkadaştı. Olgunluğu, girişkenliği, işleri becermesi, sorumluluktan kaçmadan üslenmesi, arkadaş grubu içerisinde güvenilir bir duruş sergilemesi, belirgin bir şekilde hissedilir ve görülür. İlkokulu köyde okur, köydeki koşullar arkadaşta bir olgunluğu erkenden ortaya çıkartır. Öğreniminin kalanını ise Antep’te yapar. Liseyi burada bittirir. Antep’teki yılları artık olgunluğunun perçinlendiği ve yeni arayışlarının da filizlendiği yıllar olur.
Yaşadığı yıllarda 12 Mart faşist askeri cunta olmuş, Kıbrıs işgal edilmiş, sosyal ve siyasal gelişimler artık Antep ve birçok yerde de kendini hissettirir durumdadır.
Battal arkadaşın arayışlarının ilk anlam bulduğu mekân, Önderliğin tanımını yaptığı bölgedir. Burası birçok uygarlığa, kültüre beşiklik ve ANA’lık yapmıştır. Bu açıdan da zemin, böylesi yeni sosyal ve siyasal oluşumlara açıktır. Devrimci hareketler artık bu yeni oluşan zeminde varlıklarını hissettirmeye başladılar. (Ağırlıklı Türk solu ve kısmi Kürt solu olarak varlık göstermeye başladılar)
Battal arkadaşın kaldığı tarihi Antep şehrinde, halkların kendi emek ve çabalarıyla onursal yaşamı yeniden kurmanın soylu mücadelesini, şafak vaktinde güneşin karanlığı yırtmasıyla yaşamaya başladılar.
İlk tanıştığı Türkiye devrimcileri, yani Türkiye halkları adına mücadele edenlerdi. İlk bunları tanıdı. Yine bu yıllarda, ulusalcı, yani “Kürdistan” adını kullananları da -cılız da olsa- tanıdı. Emeğiyle kendini var eden Battal arkadaş, bu devrimci ve ulusalcı temelde mücadele eden örgütlerle organik bir bağ içinde olmadı. Fakat takip ediyor, tartışmalarına katılıp dinliyordu. Yine bu yıllarda temel bildiği kaynakları alıp okuyor ve anladığı kadarıyla da tartışmalara katılıyordu.
Bir süre sonra Battal arkadaş, yaşama ilk adım attığı köyde anlamlandırmaya çalıştığı yaşama, yeni çağdaş bir işlerlik kazandırır. Yaşam serüveni yolculuğuna ve kervanına APOCULAR diye adlandırılan -başta küçük ve kararlı olan- grupla devam eder. Adeta yeniden dünyaya gelmiş gibi kendini hisseder. İkinci doğuşu gibidir. APOCULAR Antep’te çok kısa bir sürede güçlenir ve taban bulurlar. Adeta Antep APOCULAR’ın kalesi olur.
Battal arkadaş ilk çağdaş yaşam derslerini çok değerli ve yüce yoldaşlarından alır. Haki, Kemal, Ş. Erdal (Mustafa Yöndem) arkadaşlardan… Önderliğin yaptığı Antep toplantısının sonucunu da canlı canlı yaşadı. Kısaca bu Hakikat Arayışçısı ilk derslerini kaynağından, Özgürlük Hareketinin yaratıcısı mimarlarından almıştı. Bu yüzden de çok şanslıdır. Tabii şanslılığının yanında, yükünün ve sorumluluğunun ne kadar ağırlaştığının da farkındadır. Hemen gençlik faaliyetlerinde yerini alır. Gençliğin vermiş olduğu tez canlılık, coşkulu ve emekçi yanlarıyla bütünleşince, erkenden ortama bir güven verir.
Battal arkadaş artık Kürt halkının tarihinin, kültürünün, toplumsal gerçekliğinin farkındadır. Bu halkın, insanlığın beşikliğini yapan MEZOPOTAMYA’NIN nelere maruz kaldığının farkına vardıkça, daha fazla çalışmalara katılır, kendini her şeyiyle adar. Kendisine verileni özlü bir şekilde anlamaya ve özümsemeye çalışır. Battal arkadaş, yitik ve avukatsız kalan bu halkın, bir an önce dili ve avukatı olmanın anlam derinliğini yaşamaya çalışır. Bunun yoğun çabası içerisine girer.
Tabii ki insanlık değerlerinin ilk maya bulması ve toplumsallaşmaya evirilmesi öyle kolay olmadı. APOCU Hareketin çıkışı ve gelişimi de öyle kolay bir seyir izlemedi, önünde bir sürü kara çalılar vardı. İşte o karaçalılardan biri de Haki Yoldaşın komployla şehit düşürülmesiydi. 1977’nin 18 Mayıs gününde işbirlikçi-ajan ve komplocu örgüt Beş parçacılar tarafından Haki KARER Yoldaş şehit düşürüldü.
İlk emek ve yaşamı, sevgi güzelliğini duygu ve düşüncesinde yeşerten, Emeğin ve Yücelliğin sarsılmaz abidesi yoldaşını, Haki KARER yoldaşını kaybeder. Telafisi çok zor olan kaybın yaratığı etki, tüm yoldaşları gibi Battal arkadaşı da sarar ve mücadele kararlılığını daha da perçinler. Artık bu şahadetten sonra tüm varlığıyla kendisini mücadeleye adar.
APOCU Hareket Kürdistan’ın sınır bölgesi dediğimiz (Türkiye-Kürdistan) mekânda örgütlenmeye başlamış ve daha sonra da tüm Kürdistan’a yayılmıştı. Bu yayılmada yine en büyük fedakârlılığı, özveriyi ve öngörüyü Önder APO yaptı. Önder APO ülke genelinde yaptığı gezilerle, özgürlük tohumunu halkın yüreğine ekmeye başlamıştı. Bu gezilerinin duraklarından birisi de Antep’ti.
Battal arkadaş artık doğup büyüdüğü mekândadır. Artık Pazarcık’ın birinci derecede sorumlusudur. Ta ki 6 Şubat 1981’de Türk sömürgeci güçlerle girdiği çatışmada ve şehit düştüğü ana kadar. Şehit düştüğünde daha yirmi iki yaşındadır.
Şehitleri yazmak, anmak, yaşamsallaştırmak elbette öyle kolay olmuyor. Denizler daha yirmi beşindeydi. Erdal Eren 17’sindeydi. Ve emek kervanında adlarını tarihe altın harflerle yazan nice genç bedenler, yüreklerini yumruk yaparak, tüm dünyaya bu kokuşmuş sistemin pisliklerini bir bir hakikattin duvarına vurdular…
Kolay olmadı, bu köhnemiş ve genç yüreklerin beyinleriyle beslenen bu çağdaş deccatların kurmuş olduğu sisteme karşı, çağdaş İbrahim’i Hareketini başlatmak. Ve çağdaş Kawa Mazlum Doğanı yaratmak. Tüm yaratımları Ana-Kadında somutlaşan çağdaş Ninhursakların özünde Zilan’ları yaratmak.
Pazarcık, Özgürlük Hareketiyle 1975-76 yılarında tanıştı. Pazarcık’taki halkımızın ağırlığı Alevi inancındadır. Geçmişte Suni ve Alevi mezhepleri arasında çatışmalar çok çıkmıştı. Yine her ne kadar ulusal bilinç zayıf da olsa, Kürt-Türk çatışması da çıkmıştı. Burada devrimcilik yapan çeşitli örgütler daha önce de vardı. Ağırlıklı olarak Alevi halkımızın içinde örgütlendiler. Geçmişleri öyle uzun değildi. Fakat halk arasında bir etkileri olmuştu.
Pazarcık’ta daha önce CHP’ye dayalı sosyal demokrat bir kimlik dayatılmak istendi. Bunun yanında da devrimci ve demokrat Alevi halkımızın devrimci oluşumlardan uzaklaştırmak için TBP’yi kurdular. Bu parti işlevini gördükten sonra kapatıldı. Tabii daha sonraları anlaşıldı ki bunlar ve bunların uzantıları bizzat devletten, sistemden besleniyorlar.
Özgürlük Hareketinin düşünceleri bu mekânda hemen taban buldu. Tabi öyle kolay da olmadı. Önceleri çok gizli sabırlı oldu. Örgütlenmesini ilçeye bağlı köylerde de aynı anda başlattı. Halkımızın büyük bir kesimi içinde örgütlülüğünü sağladı. APOCULAR’IN birçok özelliği diğer devrimci örgütlerden farklıydı. Adeta fırtına gibi esiyorlardı. Yılların yaratmış olduğu susuzlukla yarılmış toprağa adeta yağmur oldular. Düşünceleri bu zeminde, halkının yüreğinde ve beyninde, toprakla hemen buluştu. Mücadeleleri hep KAVGAYLA geçti. Nasıl da tartışırlardı! Bu tartışmaların başını birçok arkadaş çekerdi. Fakat Ş.BATTAL, Ş.MEHMET İNAN (Bürokrat ), Ş.BESEY ANUŞ, Ş. İSMET ÖMÜRCAN… Arkadaşlar çok farklı çekerdi.
APOCULAR alanda belirdiği andan itibaren, daha önce aralarında hep çatışma olan sol örgütler, APOCULAR karşısında bir olmaya başladılar. O dönemlere tanıklık edenler şunu çok iyi görürler: Önceleri sağ ve sol birbirleriyle amansız mücadele ederlerdi. Yine mezhep ve inançların çatışmaları vardı. İnsan bir taraftan bunları doğal görürdü. Çünkü orta yerde yeni-eski, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen vardı… Fakat daha sonra açığa çıktı ki hiç de böyle değildi. Haklı bir temelde Kürt-Kürdistan denilince hepsi bir oldular. Aralarında ayrı-gayrı kalmadı. Günümüzle karşılaştırıldığında insan geçmişte yaşanılanlara daha iyi anlam verebiliyor. APOCULAR kısa bir zaman sonra, karşısında başta Kürt işbirlikçileri olmak üzere devletin dışında sol ve sağı da gördü. Tarifi çok zor bir KAVGANIN içinde kendini buldu. Aslında APOCU GERÇEKLİKTE budur. Kavga ede ede kendini kökleştirmesini bildi.
Battal arkadaş bu ilçede ve ilçeye bağlı köylerde mücadeleye başladı. İlk derslerini ana kaynaktan almıştı ya. Burada önce halk ve halklar adına mücadele edenler gibi yapmıyordu. Önce örgüt nasıl kurulur ve nasıl yaratılırı belletiyordu. Yoldaşlığın kutsallığına büyük önem veriyordu ve halkın değerlerine (maddi ve manevi) bağlılığını hep yaşamsallaştırmanın çabası ve uğraşı içerisindeydi. İlk komün yaşamını kurdu ve ilk toplulukça işlerde çalışıp örgüte yardım etmenin adımlarını da attı. Sosyalizm ve ulusal gerçeklik temelinde gerçeklerin anlatılmasının amansız bir öğreticisi oldu. Sosyal-şoven ve faşistlere karşı mücadeleyi hem şiddet yoluyla ve hem de ideolojik yolla yürütmenin ilk öğretmenliğini yaptı. İlk kır–köy-şehir örgütlemesini geliştirmenin öğreticisiydi. Bu gencecik fidan boylu insan, bunları ve daha sayamayacağım ‘İlk’leri bu ANA topraklara, gelecek yarınlara tohum olarak ekti. Tıpkı alın terini topraklara akıtan ve mevsimi geldiğinde hasadın tadını bayram coşkusunda yaşayan çiftçinin edası gibi…
Battal arkadaş Pazarcık’ın ilk şehididir. Pazarcık’ın, kanını toprağa ilk akıtan PKKlisidir. Genç, dinamikti ve emeğiyle kendisini var etmişti. Dürüst, sade, olgundu ve sorumluluklarının bilincindeydi. Çok genç olmasına rağmen, dünyayı ve evreni o küçük yüreğinde tutmasını bilendi. Bundan kaynaklı da bu ağır yükün üstesinden geleceğinin bilincindeydi. Düşman, arkadaşın şahadetine bayram etmişti. Fakat bu sevinci uzun sürmedi. Kursağında kaldı. Düşman tarihi hep tekerrürden ibaret sanırdı. Hâlbuki biraz ders alsaydı tekerrür sanır mıydı? Ş.Battal ve ardıllarının yaratmış olduğu bu yeni halk gerçekliği, hiç de düşmanın sandığı gibi değildi. PKK tarihi ve kahramanlığı bunu açık olarak kanıtlamıştır.
12 Eylül faşist askeri cuntaya öyle sıradan yaklaşılmamalıdır. Türkiye halkları adına özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesi büyük bir sekteye uğratıldı. 12 Eylül karabasanı genelde Türkiye’yi, özelde Kürdistan’ı bir kara bulut gibi kaplamıştı. O dönemleri yaşayanlar anımsarlar. Düşman ve işbirlikçileri adeta devrimci avına çıkmış ve dost, demokrat, yurtsever halkın üzerinde terör estiriyorlardı. Bunlar eksikmiş gibi bir de yozlaşmayı, maddi ve manevi değerlerden uzaklaşmayı geliştirmek için bin bir çeşit hile ve oyuna başvuruyordu.
Önce Maraş katliamı ve daha sonra 12 Eylül faşist askeri cuntanın amansız baskı, işkence, katliamları, halkı yerlerinden-yurtlarından sürgüne zorladı. Tabii bazı hile ve dolaplarla gönüllü boşaltmanın zeminini de yarattı.
Bu baskılarla adeta halka şu söylendi, “eğer siz özgürlük hareketine yanaşırsanız, sizleri katliamlardan geçiririz”. Ve tabii halkı katliamdan geçirdiler. Katliam koordinatörlüğünü de sosyal demokrat ve Alevi halkın dostu olarak geçinen CHP yaptı. Battal arkadaş böylesi bir sürecin devrimci sorumluluğunu yaptı.
Peki, bu şehidin ve şehitlerin vasiyetlerini nasıl anlamamız gerekiyor?
Şehidin ve şehitlerin vasiyetlerini yerine getirmenin en önemli yanı, insani gerçekliğimizi ve bu gerçekliğimizin nasıl ters yüz edildiğinin anlaşılmasıdır. Başta böyle bir anlam derinliğimizin olması gerekir. Güney Batı şeridi, Türkiye ile Kürdistan arasında sınırdır, tampon bir özelliği vardır. Bu şeritte asimilasyon yoğun yaşatılmıştır, Kürtlük gerçeğinden, hata insanlık gerçekliğinden uzaklaştırılmıştır. Yürütülen özel savaş rejimi bu sınır şeridini Kürdistan’dan saymama ve oradaki halkı yutma gibi çok tehlikeli, haince bir özel savaş politikasını yürütüyor. Bu yörelerimiz çok erkenden boşaltıldı. Tüm bunlar kadermiş gibi algılanamaz. Tam tersine kapitalist sömürgeciliğin ve bunların işbirlikçi uzantılarının tahribatlarıdır. İşte bunun için bu köklerinden ve özlerinden uzaklaştırmanın panzehiri, insanlık için, onurlu bir yaşamın yaşanması için, genç bedenlerini toprağa veren bu Hakikat Arayışçılarının umutlarını ve yarım kalmışlıklarını doğru anlamak ve gereklerini yerine getirmektir.
Yine yöreye dayatılan katliamlarla (Antep, Maraş, Adıyaman ve Malatya) bir boşaltma hareketi başlattılar. Özellikle genç erkek nüfusu bırakmamacasına ya metropollere ya da Avrupa’ya yollandı. Boşalan bu en verimli topraklara, insanlığa beşiklik yapmış bu ana coğrafyaya ne idüğü belirsiz kendi ajanlarını yerleştirdiler ve ajan örgütlerini kurdular. Sümercede bir kelime vardır “AMARGİ”, yani “ANAYA, DOĞAYA dönüş” anlamındadır. Bu yerlerinden ve yurtlarından çıkartılan diasporaya tabi tutulan halkımız, şehit ve şehitlerimize ancak kendi öz topraklarına dönmeyle ve bu topraklar üzerinde özlerine yakışır bir yaşamı yaratmayla sahiplik etmiş olur. Yoksa bu cennet topraklar hep kan ağlayacaktır. Çünkü bu ANA TOPRAKLAR Önderliğimiz‘in de belirttiği gibi nice uygarlıklara beşiklik etmiş ve özlerinde doğayla dost ve iç içe bir yaşam kurmuşlardır. Komagene uygarlığı sadece bunlardan bir tanesidir.
Yine mücadelemizin geldiği aşamada şehide ve şehitlere verilecek en anlamlı sahip çıkma sözü, bugüne kadar süre gelmiş geleneksel insani değerlerin bileşkesi olan EMEK ve SEVGİ İŞÇİSİNİN insanlığa sunduğu ‘eserleri’ özümseyip kendi öz örgütlemelerini kurmaktır. Nerede olursak olalım yönümüzü ‘kıble’ diye tanımladığımız ülkemize çevirip insanca ve onurlu bir yaşamanın mücadelesini vermemiz gerekiyor.
Halkların farklılıklarıyla bir arada kardeşçe yaşayacağı ve insanlığın özgürce boy vereceği günler uzak değildir. Bunu, Özgürlük Hareketi kendi yaşam, mücadele ve ideolojisiyle büyük bir oranda başarmış durumdadır. Adeta bir halklar ve inançlar mozaiğini bağrında taşıyor. Kurucuları ve şu ana kadar verdiği şehitler (Kürt, Türk, Arap, Çerkez, Laz, Alman…) bunun en iyi örneğidir.
Ülkenin dört bir yanında şehit kanıyla sulanmayan bir karış toprağı kalmamıştır. Hele sürgünde yaşayan halkımızın yanı başında da ESERLER, MURATLAR, RONAHİLER VE BERİVANLAR VE TAYLANLAR… Kahramanca eylemleriyle tarih sahnesine çıkmıştır. Bedenlerini kelebek dansında ateşe verdiler. Ve yaşamı bu genç bedenlerinde yakılan küllerinde yarattılar. Halkımız nerede, şehidimiz de oradadır. Nedeni halkımızın, Önderliğimizin ve mücadelemizin üzerinde çok yönlü, sinsi bir saldırı, tasfiye ve yok etme girişimlerinin hiçbir zaman durmamasıdır. Bunun için kapitalist-sömürgeci güçler kendilerine engel gördükleri her şeye saldırıyorlar ve engel istemiyorlar.
Tarihin başından günümüze kadar yaratmış olduğu insani değerleri kendinde somutlaştıran ve ezilen, sömürülen, horlanan halklara ve insanlığa ışık, umut olan bu hareketin Önderliğine, halkına ve kadrolarına karşı amansız bir saldırı gerçekleştiriliyor.
Şehit ve şehitlerin vasiyetleri, bu gerçekleri bir bütün olarak (tarihsel-toplumsal) anlamlandırmak ve bilince çıkarmaktır.
Artık tüm enerji ve gücümüz vicdanlarımızın yürek derinliklerinde sızlanmayacağı, ahlaki ve politik bir toplum inşasının çabası içinde olmalıdır.
Bu temelde görev ve sorumluluklarımıza sahip çıkarsak, ancak şehit ve şehitlere karşı borcumuzu ödemiş oluruz.
Piro Can Pak
"İnsan, ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir.
Gerçeğin mayasını gözler göremez." EXUPERY
Ölülerimize bile tahammül edilemeyen bir zamanda, uçurumlarda yeşermeyi gerçekleştiren bu kadının yaşama sevincini yok etmek içinse her şey, o zaman daha çok sevinçle yaşamalı ve yaşamı uğruna yanacak, yakılacak kadar sevmeli…
Bakmalı... Yeniden bakmalı bu resimlere… Bu karanlığın kör ediciliğinden aydınlığa çıkabilmek, insan olduğumuzu bir kez daha hatırlamak için bakmalı. Yakılmış bu güzel yüzü görebilmek, bakarkenkendi yüzümüze dokunabilmek için… Bir akşamüstü, dağların zirvelerinde çıldırasıya esen rüzgâra yönümü vermiş yürürken, sadece bu sözler dökülüyor ağzımdan. Haber bültenleri günlerdir bir vahşetin resimlerini geçiyor. Bu resimlere bakarken kaç kez insan olduğumuzu hatırladık acaba? Resimlere bakarken kendi yüzümüze dokunabildik mi? Milyonlar televizyonlarının başında bu resimlere bakarken, ben, aylı gecelerde dağ nehirlerinin başında oturup yüzünü seyretmeyi seven, Ayin edercesine nehre yüzünü düşüren o kadının sudaki resmini düşünüyorum. Ah bu yüz, bu bakış nasıl da karanlık tanrılarını çılgına çevirdi. Bültenler, başak sarısı saçlarını kömür karası olarak geçse de, ben, bu akşamüzeri esen dağ rüzgârlarının saçlarını taradığını ve kokusunu nehirlere, dağlara taşıdığını biliyorum. Milyonlar yüzünü kapatıp bu karanlık resme bakamazken; ben, insanın ruhunu okşayan bir kadının yüzünü nasıl anlatacağımın sancısını yaşıyorum. Altı yıl önce onu Zap vadisinde ilk kez gördüğümde yine böyle bir Temmuz sıcağıydı. Zagrosların yüksek tepelerini, derin vadilerini aşıp Zap’a geliyordum. Onlarca gerillayla karşılaşıp tekrar yollarımızın ayrıldığı Zap vadisine ulaştığımda, ceviz ağaçlarının arasına kurulmuş basın mangasında beni ilk karşılayan o olmuştu. Hiçbir deneyimimin olmadığı basın çalışmalarına katılmak için gelmiştim. O ise yıllardır bu dağlarda basın çalışmaları yürütüyordu. Ve günler öncesinden gittiği Haftanin’den yüzlerce gerillanın yüzünü, anısını, yaşamını sırtlayıp gelmişti. Birlikte sıcak bir çay içip artık yorgunluğumun geçtiğini anladıktan sonra yanıma yaklaşıp “Zağros’tan geliyorsun, kim bilir ne anılar biriktirmişsin…“ dediğinde, bu çalışkan basıncının tuzağına düştüğümü anlamıştım. Ve bana o zaman, o ceviz ağacının altındaki mangada, dağlardaki basıncılık çalışmalarının ilk dersini de vermişti. Hiçbir gerillayı, hiçbir yüzü, hiçbir anı kaçırmamalıydım… Üç yıl boyunca onunla aynı zeminde basın çalışmalarını yürüttük. Beni kıskıvrak yakaladığı ve ilk dersimi verdiği o ilk günden sonra, kendisinden o kadar çok şey öğrendim ki… Ben panikle ilk yaptığım hataları düzeltmeye çalışırken o, sakin yüzüne yerleştirdiği gülüşüyle, bana sabırla ama inatla işimi yapmanın sorumluluğunu öğretiyordu. Bir gerillanın peşinden günlerce koşup, her seferinde yollarına pusu atıp dağ anılarını onlardan almayı, bütün bunları biriktirdikten sonra sabırla başına oturup onları düzenlemeyi ve Kürt halkına ulaştırmayı nasıl büyük bir özenle ve ciddiyetle yaptığını gördüm. Gerillanın sözlerini, hep gizli tuttuğu emeği ve mütevaziliği ile Kürt halkına ulaştırdı. “Koruyamayacak ve sahip çıkamayacaksan hiçbir sözü almayacaksın, onlarda bırakacaksın” derken, söze ve yaşanmış olana saygının, bu topraklardaki kadim bilgeliğini her seferinde dile getirdiğini biliyor muydu acaba? Bir gerilladan anısını almanın zorluğu kadar, aldıklarını da bu halka ulaştırmanın hangi koşullarda yürüdüğünü, her seferinde çöken bozuk bilgisayarının başında bıkmadan, usanmadan yeniden bütün gerilla anılarını, sözlerini kendi elleri ile yazdığı zamanlarda tanık oldum. Onu hep elindeki sürekli bozulup çöken eski bilgisayarıyla kavga ederken gördüm. “İşte bu kez de kurtardım gerillanın sözlerini bu tekniğin tuzağından” dediği zamanlarda yüzüne yayılan, yine o güzel gülüşü olurdu… Şimdi haber bültenleri bu karanlık resimleri geçerken ben, bu kadının güzel gülüşünü düşünüyorum. Her şey bu gülüşü yok etmek içinse, günün akşam vaktinde daha çok gülmeli. Öyle çok gülmeli ki, karanlık fotoğrafların ardındaki güzel yüzleri görebilelim…. İlk görünüşte çok sakin, huzur dolu görünen ve yıllarca birlikte kalmış gibi sizi hemen dünyasına çeken bu kadın gerillanın, yüreğinde ne büyük fırtınalar sakladığını, o gözlerine ne büyük bir bakış yerleştirdiğini, onu tanıdıkça öğrenecektim. Yaşamın bütün sancıları karşısında kişinin asıl gücü de hayata ve insanlara o büyük bakışla bakabilmekten, yanıp yakılma pahasına da olsa ondan vazgeçmemekten gelmiyor muydu? İnsanın bundan daha büyük, daha değerli neyi olabilirdi ki?.. Dersim’de doğup büyümüş, Ankara Üniversitesinde üçüncü sınıftayken okulunu ve şehir yaşamının bütün şaşaalı yaşamını terk edip dağa gelmiş bu kadının bütün arayışları, iddiaları ve tutkulu yürüyüşü de, bu büyük bakışın sahibi olabilmek içindi… Ve o gece, on arkadaşı ile Botan dağlarında, on binlerce ordusu, son model tekniği ile onları yok etmek için her şeyini seferber eden karanlık tanrılarının bütün çaresizliklerine inat, o büyük bakışlarından vazgeçmediler… Şu an haber bültenleri karanlık resimleri geçerken, ben Botan dağlarını, uçurumlarını, patikalarını sevinçle geçen, geçtiği her nehirde yüzünü seyretmekten vazgeçmeyen, soluk soluğa kalmış, terlemiş bu kadın gerillanın yüzünü düşünüyorum. Yüzlere kıyılan bir zamanda Hebûn isimli bu kadın gerillanın o güzel yüzü, temiz gülüşü, o zeytin karası gözleri kalıyor bende… Ve bütün bunlar bu güzelliği yok etmek içinse, o zaman daha çok özgürleşerek güzelleşmeli… Ölülerimize bile tahammül edilemeyen bir zamanda, uçurumlarda yeşermeyi gerçekleştiren bu kadının yaşama sevincini yok etmek içinse her şey, o zaman daha çok sevinçle yaşamalı ve yaşamı uğruna yanacak, yakılacak kadar sevmeli…Bu güzel kızın yüzünü görebilmek için bir kez daha bakmalı bu resimlere… Yeniden bakmalı…
1979 yılında Dêrsîm’in Mazgirt ilçesine bağlı Kîrzî (Yazeli) Köyü’nde dünyaya gelen HPG (Halk Savunma Güçleri) gerillası Hebûn Azad kod adlı Eylem Demirpençe, 1 Temmuz’da Sêrt’in Perwarî ilçesinde Türk ordu birlikleri ile girilen çatışmada 10 arkadaşı ile birlikte yaşamını yitirdi. Cenazesi yakıldığı ve aşırı tahrip edildiği için ailesi tarafından teşhis edilemedi.
Zozan Agırî
Baran- Ozan Akyol Yoldaşın Anısına
Şehit Baran’ı İstanbul’dan gençlik faaliyetlerinden tanıyordum. 1 Mayıs mahallesinin gençlik faaliyetlerinin başkanlığını yapıyordu. Türk kökenli olan ailesinin tek çocuğuydu. Liseye kadar okuyan Baran yoldaş, okulda ve okul dışındaki birçok demokratik eyleme öncülük ediyordu. Genç yaşta olmasına rağmen halk tarafından sevilen, değer verilen, peşinden gidilebilecek bir militan olmuştu.
Ailesi yurtsever demokrat görüşlere sahipti. O, ailesinin tek çocuğu olmasına rağmen kendisini APOCU harekete adadı. Bu adanmışlığı insanlığın zirveleşen özlemlerini yerine getirmek içindi. Adı Özcan’dı. Baran yoldaşın şekillenmesi üzerinde Erzurum’un iklimi ve sert havasının etkisi vardı. Her halde bundan dolayı ki devrimci mücadele içerisindeki duruşunda çok keskindi. Aile içerisinde babası da devrimci idi ve Baran arkadaşın devrimci bilinci üst düzeydeydi. Baran yoldaş dünya devrimlerini de yakından takıp edip okuyan ve inceleyen biriydi.
Türkiye’nin soylu bir insanıydı. Hakilerin, Kemallerin miraslarını devralarak yolculuğuna başladı. Bu yolculuk güneşle bütünleşme, güneşle var olma, güneşe yürüme yolculuğuydu. Halklar bu yolculukla ancak var olabilirdi. Güneş ile var olurlarsa özgür yaşamı yaratabilirlerdi. Onun için Başkan APO’nun etrafında birer gezegen oldular ve özgür yaşamı direnerek yarattılar. Bu direniş soylu bir direnişti. Soylu insanları da ancak soylu direnişler yaratabilirdi. Baran Yoldaş enternasyonal bir devrimci olmayı tercih etmişti. Kürdistan özgürleşmeden Türkiye özgürleşemez, diyordu. “Kürdistan halkı özgürleşirse ancak Türkiye halkları da özgürleşir ve kurtulabilir” şiarı ile hareket ediyordu. Bundan dolayı çok coşkulu ve moralliydi. Bu coşku ve moralle, 2000 yılında Güney Kürdistan’a gelerek özgürlük saflarına katılır. Aldığı eğitimlerle hep güçlenir. 2003 yılında kuzeye gidiş önerileri alındığında kendisini ilk öneren yoldaşlardan olmuştu.
Baran yoldaşı biraz tanımak gerekiyor. O bulunduğu birliklerde taburlarda büyük bir mesafeyle en çok sevilen arkadaştı. Onun yüzündeki tebessümler adeta bir insanlığa yetecek kadardı. Yüzündeki gülücükler nasıl ki yıldızlar gök kubbesinde asılı durur, aynen öyle sanki sonsuz bir şekilde asılı dururdu. Onun bir gün bir yoldaşı incittiğini kimse görmemiştir. Ona inceliğin, tebessüm ve narinliğin sembolü dememiz bundandır. Bir emekçiydi. Kürtçe bilmemesine rağmen Kürtçe eğitimlerine katılarak ilk elden Kürtçe öğrenerek yoldaşlarla teması ilişkilenmeyi sağlamayı hedefleyen biri olması onun derin demokratlığına ve derin sosyalist kültürüne bağlamak yanlış olmaz.
Evet, o bir yoldaşlar sevdalısıydı. O Kürt halkının bir dostu hatta daha ileri giderek bir savaşçısı olmayı kendisine bundan bir görev bilmiştir. Bu duygularla o kuzeye gidecekti. Kuzeyde yapacakları işler çok fazlaydı.
Böyle bir mücadeleyi kendi memleketinde vermenin anlamının daha büyük olacağını düşünür. Ancak sonbahar olur ve mevsim geç olduğundan dolayı grupları Amed eyaletinde kalır. Düzenleme olur ve gruptaki her arkadaş farklı alanlara gider. Bahar aylarına kadar kendisini Erzurum pratiği için hazırlar. Bahar ayları geldiğinde de gruptaki bazı arkadaşları Erzurum Eyaletine geçmelerine rağmen Baran Yoldaş Şehit Remzi alanında kalır. Parti görev ve faaliyetlerini kusursuz bir biçimde yerine getirmeye çalışır. 2004–2005 yıllarında bu alan faaliyetlerde etkin görev alır. Genç alanı 2006 yılında Türk askerlerinin çok hareketli olduğu bir alandı. Ayrıca partinin bu alana dair hedefleri vardı. Baran Yoldaş da emek ve çaba sarf ederek alt yapı oluşturarak, düşmana cevap verip partinin hedeflerine ulaşırız, düşüncesi ile Genç alanına gider.
Şahadete ulaşmadan önce önceki sloganları ve sözleri özgürlük yolunda Başkan APO’ya bağlılığı dile getiriyordu. “Ben layık olamadım” diyordu. Gerçekten de insanın çok zoruna gidiyordu, kendi döşediği mayın ile şehit düşmüştü. Patlayıcılar eğitiminde “ilk hata son hatadır" ın birinci kural olması boşuna değildir. Genç ilçesinin Düzenleme tepesine mayın döşemişti. Son kez kamuflajını kontrol edip geri dönecekti. Döşenen mayın çok hassastı. Küçük bir el teması ile patlamıştı.
“Layık olamadım” sözü sanki kendi eksikliğinin bir özeleştirisi gibiydi. Daha çok mücadele, daha çok pratik, daha çok eylem yaparsam artık seve seve ölüme gidebilirim demek istiyordu.
Sen rahat uyu yoldaşların yoldaşı, arkadaşlığın ve dostluğun sembolü. Bizler hareket olarak her zaman senin gibi yoldaşlara bağlı kalmasını bileceğiz. Sen yapacağını yaptın, yapamadıklarını bizler sana layık olmak için yerine getireceğiz. Bunu bir görev biliyor ve pratik olarak daha güçlü ve sağlam adımlar atacağımıza da sana söz veriyoruz.
Ama çok çok üzülerek belirtelim kendi döşediği mayınla şehit düşmesi trajik bir durumdu. Biz böyle olmamalıydı desek bile sonuçta ortaya koyduğu çabayı ve emekleri göz ardı edemeyiz. Bizlere düşen bu emek ve çabayı doğru kavramaktır. Ve bunlardan ders çıkarmaktır. Onlar kendi kanları ile tarih yazdılar, kanla yazdıkları tarih bizlere ders olmuştur. Onların bizlere bıraktıkları mirasa layık olmak yaşamımızda onları doğru uygulamaktan geçer. Bize düşen en önemli görev budur. Bu değerlere doğru yaklaşmayı, onları sahiplenmeyi ve korumayı zihniyet ve vicdan devrimini kendimizden başlayarak pratikleştirmeyi… Bu şekilde hareket edersek başarabiliriz.
Baran Yoldaş Türkiye ve Kürdistan halkları arasında bir köprü rolü oynadı. Halkların kardeşliği ilkesine bağlıydı. Halkların arasındaki bu bağın ne kadar güçlü olduğunu kendi şahadeti ile ortaya koydu. Kahramanlar tarafından tarih yazılacaktır. Bu tarih herkes tarafından öğrenilecektir. İnsanlık bu tarihi takip edecektir. Bu, tarihin bizlere öğrettiği derslerin öğrencileri olarak tarihi sahiplenmenin, güçlendirerek ilerletmenin anlamı ve coşkusu ile olacaktır. Bu tarih kutsaldır ve bizler için büyük şanstır. Bu şansı iyi kullanmak, görevlerimizde başarıdan başarıya koşarak soylu gerillamızın mücadelesini geliştirmekten geçiyor. Türk devletinin gerici sistemi ve Kürtlere karşı uyguladığı inkâr ve imha temelindeki politikalara Kürdistan Özgürlük Dağlarında gerilla mücadelesi vererek dur diyebiliriz ve ancak bu şekilde özgür bir toplum yaratabiliriz. Bu toplumu yaratmak soylu gerillanın birinci temel görevidir. Ancak bu şekilde davranırsak şehitlerimizin çizgisinden yürüyerek insanlık onurunu kurtarabiliriz.
Welat Garzan