Sonbaharın sarı hüznü kapladığında yer kürenin ufkuma çarpan parçasına, usul usul yağmur yağıyordu. Yağmur yağdıkça adımlarımız yağmurun ritmine göre yavaşlıyor ya da hızlanıyordu. Yağmurun içimize işlediği, beynimizle yüreğimizle en amansız bir kavgaya tutuştuğu gündü bizim için. Yağmur arındırıyordu sanki beynimizdeki tüm bize ait olmayan hakikat dışı varoluşsal olguları.
Yağmur yağıyor ve biz dört arkadaş gerilla patikalarında adımlıyoruz. İlk defa adımlıyorduk bu patikalarda ve ilk defa yağmur arındırıyordu ruhumuzu. Yağmur tenimize dokunduğunda içimizdeki yaşama dair, öze dair ne kadar tohum varsa yeşertmek istermişçesine bir duygu uyandırıyordu bizde. Yeniydik bu atmosfer soluğunda. Üzerimizde hala kimliğimize ait olmayan elbiseler taşıyorduk. Patikalardaki çamurlar ayakkabılarımıza her yapıştığında adımlarımız yavaşlıyor ve geride kalıyorduk.
Sarina’yla bir yağmur aralığında buluştu bakışlarımız. Sarina’nın –ki o zamanlar ismi Avesta’ydı- o kocaman siyah gözleri yağmur dolmuştu, yağmur damlacıkları ışıl ışıldı göz bebeklerinde. Gözlerindeki yağmur esmerleşmişti birden. Yağmurun esmer gülüşü olup uzatmıştı elini bizlere. O da yeni solumuştu bu mekânların özgürlük kavgasıyla yaratılmış havasını, onun da üzerinde hala sivil elbiseler vardı. Bundan sonraki çamurlu patikalarda birlikte adımlayacaktık.
Onunla kaç mevsim eskittik, kaç bahar yarattık kendimizde bu mekânlarda. Ama mevsimlerden hep baharı sevdik. O, ilkbaharı sevdi hep, bense sonbaharı ama ikimiz de baharın yağmurlarına sevdalanmıştık bir kere. Yağmurların dokunuşlarını birlikte hissettik ve yağmur sonrası o serin rüzgârları. Ve birlikte çok izler bıraktık yürüdüğümüz patikalarda, senin bende bıraktığın izler gibi. Ama rüzgâr silmiyor izlerini patikalardan ve benden, izlerinin kokusunu ufkuma sığmayan tüm soluklara taşırıyor. Ve ben şimdi rüzgâr olup, senin yağmur gülüşlerini tüm o yaşamın yakıcılığıyla alev almış yüreklere ulaştırıp o yürekleri serinletmek isterdim. Ama ne rüzgâr kadar akıcıdır sözcüklerim ne de sendeki yağmurların gülüşleri kadar serindir anlamlarım.
Senle her yağmur yağdığında kum saatlerimizi döndürür yarına umutlar biriktirirdik, biriken her yağmur damlası yarınımıza bir gülüş, bir özgür yaşam adımı oluyordu. Senle kum tanelerini izleyerek yaşamı anlamlandırmak ve o anlamlardan bir gülüş yaratmak tüm zamanlarını o anda hissetmek gibiydi. Şimdi o kum taneleri kadar anlam kazanan zamanlarımızı hangi sözcüklerle anlatacağımı bilemeden, avuçlarımda kalan kum tanelerini sayıyorum ve onlara denk sözcükler bulmaya çalışıyorum. Bir yağmur anlatabilir senin akıcı seyrini, bir de kum taneleri diyorum. Çünkü onlar var etmişlerdi seni ve sen kendinde onların yaratıcılığıyla onları var etmiştin.
Hatırlıyor musun bilmiyorum, bir yağmur zamanıydı yine, sonbaharın sararmış yaprakları yağmurla birlikte akıyorlardı yaşamımıza. Bir öğlen sonrası komando eğitimi görüyorduk, yağmurdan sırılsıklam olmuştuk ve yerdeki çamur üzerimize öyle bir işlemişti ki kendi bedenimizi seçemiyorduk doğanın renklerinden. Yerde su birikintileri vardı. Yorgunduk, ıslanmıştık ve çamurdu üstümüz. Hani bir şair diyor ya “ne kadar rezil olursak o kadar iyi” biz de o şairi dinleyerekten, komanda sonrası tekmilden sonra dört kafadar kendimizi o su birikintilerine atıp kendimizi iyice kirletmiştik. Ve o anı ölümsüzleştirmek için bir de o çamur içindeki halimizle fotoğraf çektirmiştik.
Evet, yağmurun esmer gülüşlü yoldaşı, şimdi elimde o zamanlardan kalma birkaç sararmış fotoğraf kaldı, bir de onlara asılı kalan yağmur tadındaki bir gülüş, bir bakış.
Evet, yağmurun esmer gülüşlü yoldaşı, senden ayrılalı kaç zaman oldu bilmiyorum. Birçok defa patikalarımız çatallaşmış ve vedalaşmıştık seninle ama her zaman bir yerlerde bir yağmur damlasında buluşabilmişti ellerimiz. Bu yüzden her yağmur damlası umut olup akmıştı tenimize her ayrılık anında. Ve işte en son bir eylül yağmurunda ayrılmıştı patikalarımız ve umudu yeşertmişti yarına dair. Bu sefer ağustos ayında gittin bizden, bak yağmur da yağmıyor şimdi, nasıl yeşerecek umudumuz? Yağmurun dokunuşunu esmer gülüşünde göremeyecek miyiz bir daha? Yağmurlar sele dönüşüp de onunla aktığında okyanuslara senle vedalaşamadık. Sen yine baharın coşkunluğunda akarken ben yine sadece senin akışını izleyebildim. Sen aktın ve…
Bir yağmur damlasının ıslaklığı kadar umut bırak bana ki güneş kurutmadan seni, ulaşabileyim senli yarınlara. Ve bir yağmur damlasının yarattığı varoluş kadar özlem bırak bana ki yarın senle yeniden bahar yağmurlarında kendimi yaratabileyim. Bir yağmurun yere değiş anı kadar ayrılık bırak ki tenine değen yağmur kadar yakın olabileyim sana.
Rüzgârın tene değdiği andır ayrılık ve o anı ifade edebilecek hiçbir duygu sözcüğü yoktur sözlüklerimizde. Ve bizler biçare, lal bir şekilde bütün sözcükleri bir araya getirip anlatmaya çalışırız yine de o rüzgârın dokunuş anını. Oysa biliriz o rüzgârın dokunuşunu hissetmeyen hiç kimse anlatımlarla da olsa anlayamaz. Ve sen yağmurun esmer gülüşlü yoldaşı, rüzgârın hafif dokunuşlarıyla saçlarını tararken yağmurların ıslatmasına izin vermedin bu sefer o simsiyah saçlarına dokunmasına. Bu yüzdem şimdi tüm saçların dolanıyor ruhuma ve tüketiyor umudumu.
Şimdi geriye kırık bir umut kaldı Zağros’ların eteklerine çizilmiş. Çarçela’nın yağmurlarına asılı kaldı gülüşlerin, onları toprakla buluşturup yarına ulaştırmak da aynı yağmurlarda senle ıslanan bizlere kalıyor. Bu yüzden içimize yağan her yağmur damlası sen olacaksın ve sel olup yıkacaksın özgür yaşama ait olmayan ne varsa. Ve yağmurlarınla intikam yeminlerimizi daha bir inançlı kılacaksın. Sana olan bağlılığımızla senli yağmurları daha da coşkulu akıtacağımıza söz veriyoruz.
Aza Sevdilli
Ben ilk defa Ruken’le birlikte oturmuştum bu taşın üstüne. Ruken, Doğu Kürdistan’lı ve İran sistemine erken yaşta baş kaldırarak 2008’de yüzünü dağlara verir….
Usul usul yağan sonbahar yağmurları yine yağmaya başladı. Yağmur en narin melodisiyle düşer hafif yeşil sarımsı yaprağın üzerine, yaprak ve yağmur bir birini kaybedip yeni kavuşan ana yavrusu gibi, bir anne şefkati gibi okşar doğadaki bütün canlıları hiç ayrım yapmaksızın. Yağmur, güneş ve rüzgâr üç büyük anne, her üçü de kendilerinden emin ve en güzel biçimiyle sunar dokunur yaprağa taşa ve yola. Her şey bir denge çemberinde dönüp duruyor. Ben ise her zamanki gibi yollarda onların ahenkli rekabetine tanıklık eder, verdikleri huzurdan faydalanarak yürürüm hiç bitmeyen yolculuğuma.
Yine yollardayım sırtımda ağır bir yükle, gerillanın hiç bitmeyen uzadıkça uzayan patikalarından kaç kere geçtiğimi hesaplamaya çalışıyorum, sırtımdaki yükün ağırlığını hiç hissetmeden ilerliyorum. Evrenin en küçük ve en büyük canlısının varlığından habersizce, sadece yürüyorum. Yaşadığım ve içime çektiğim her an ve her şey, doğa, patika, hava, sırtımdaki yük bile, beni sürüklüyor kendisiyle beraber, bilinçsiz değil, ben de gitmeye razıyım o yaşadığım anlara dalmaya. Doğru, yarım kalmıştı yaşadıklarımız gülüşlerimiz istemlerimiz, sevgilerimiz.
Burada başlamıştı gerilla Ruken ile hikâyemiz, daha dün gibi. Ben Ruken’in kaldığı kampa misafir olarak gitmiştim aslında, gerillada misafirlik yok ama geçici olarak bir hafta orada kalmıştım.
Kış da kapıda, bunun içinde odun kırmak taşımak gerekiyordu. Ve o gün gerillanın günlük planlaması odun taşımaktı. Planlamayı duyunca, ben de gerillalara yardım etmek için onlarla beraber oduna gittim. Odun taşımayı çok sevmem ama alternatif bir iş olmayınca gerillalara takıldım. Bu dağlar da sadece odun kırmaktan tek ben hoşlanmam diye düşünürdüm, meğer değilmiş. Ruken odun kırmasını değil de taşımasını sevmediğini söylüyordu. Planlama söylendiğinde ikimizden başka herkes zevkle odun kırmaya doğru yol almaya, hatta kırmaya bile başlamışlardı, en son ikimiz de gerillaların arkasından gittik. Odunların yanına yetişmemize ramak kala, Ruken’in “umarım bir görev çıkar ikimiz gideriz” demesiyle bir ses “hey yoldaşlar erzaklar gelmiş göreve kim gitmek istiyor” der demez ikimizde birden koşuvermiştik, günlük subayın yanına. Zaten diğer gerillalar öyle zevkle odunları parçalıyorlardı ki balta’nın sesinden hiçbir şey duymamışlardı. Balta o elden o ele gitmekten yorulmuştu ama gerillalar odun kırmaktan yorulmamışlardı. Normal biri için ağır gibi görünen bu tür işler gerilla için sosyal bir aktiviteydi.
Ben de Ruken’i taklit ederek, kefiyelerimizi omuzlarımızdan dikey biçimde bağlayarak yürümeye başladık. Yürüyüşümüz beş saat sürdü ve gerilla Ruken anlatmaya başladı, yaşadığı sevinçlerini, özlemlerini, istemlerini, en çokta kuzeye gitme istemini öyle güzel anlatıyor ki, yazdığı şiirini hiç okuyamayan bir şairin ilk defa okuyacağı şiirin heyecanıyla anlatıyor, savaşın ve çatışmaların en yoğun yaşandığı yerlere gitme hayallerini. Ben hem onun akıcı konuşmasına hem de çocuksu gülüşüne öylesine dalmıştım ki, Ruken’in “istek zamanı geldi gördün mü, az kaldı kaçıracaktım” demesiyle “kaç saattir yürüyoruz” diye sordum ve Ruken’in “üç saat” demesiyle şaşırdım, zaman nasıl da geçmişti. Ruken bütün gerillalar gibi Radyo Mezopotamya’yı dinlemeyi çok seviyordu. Özelliklede istek saatini şu ana kadar hiç kaçırmamış, tam üç yıldır takip ediyormuş. Birden durup bana “ heval ben kuzeye gittiğimde senden istek bekleyeceğim” demesiyle tekrardan gitti en güzel şehrin dağlarında yapacağı gerillacılığını anlatmaya. Konuşmasını bölmeden dinledim Amed’e gidişini, oraların havasını, karşılaşacağı zorlukları, sanki daha önceleri Amed’e gidip de gelmiş gibi her bir karesini anlatmaya çalışıyordu.
Onunla bu kısa tanışmışlığım birçok ortak yönümüzü ortaya çıkarmıştı. İkimizde manga işlerini odun taşımaktan çok göreve gitmeyi tercih ediyorduk. Ve ikimizde gerilla yollarında yürümeyi seviyorduk. Gerilla yollarında Kürt gençlerinin özgürlük havası yayılır patikanın kenarındaki her canlıya, onlardan geriye kalanlar ise özgürlük havası, özlem ve hüzünlerini içine çekerek, hissederek yürürler. Ruken’in yaptığı gibi şimdi onun kokusuyla dalıyorum yaşadıklarımıza, yürümek kendine yürümek sevdiklerine yürümek güneşe bulata…
Yağmur bir yandan rüzgâr bir yandan, güneş ise tüm sıcaklığını sunuyor o ana, ama içimdeki serinlikten beni alamıyor. Nemli mi nemli yaşlı mı yaşlı, ama bilgili dilsiz, binlerce hikâyeye tanıklık etmiş bir taşa oturdum.
Daha dün gibi geliyordu Ruken’le göreve gitmek için kendimizi atmıştık gerillanın patikasına. Ben ilk defa Ruken’le birlikte oturmuştum bu taşın üstüne. Ruken, Doğu Kürdistan’ın Maku şehrinden ve İran sistemine erken yaşta baş kaldırarak 2008’de yüzünü dağlara verir. Ancak bununla yetinmeyerek daha ileriye kuzeye gitmeyi çok istiyordu. Ruken, 18 yaşlarında fakat yaşından daha büyük gösteriyordu, o çocuksu gözleri kendini ele vermese, kimse inanmazdı on sekizinde olduğunu. İri yapılı, uzun boylu, esmer demesek de hafiften esmer, ela gözüyle renk verirdi gülen gamzesine. Ben ve Ruken, çok uzak değil, daha bir ay önce burada aynı yerde gözlerimizi kısarak güneşe bakıp yorgunluktan alnımızdan ardı sıra dökülen terlerimizi silip, aynı mataradan su içerek kuzeyde yapacaklarını anlatıyordu. Ruken, birkaç ay oldu yaşamını yitireli ve ondan sonra ilk defa yürüyorum, beraber geçtiğimiz bu yolda. Sevdiklerinin arkasında bakakalmanın ne kadar zor olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Elimi hafifçe taşın üzerinde gezdirdim taş düz değildi, belli oluyordu oda süren bu savaştan birçok şey gibi payına düşeni almıştı. Taş tam patikanın ortasında bir yerde bir oturağı hatırlatıyordu. Biz burada mola verirken, o ilk ve son görevimiz olacağından habersizce askeri kefiyelerimizi omuzlarımıza atarak yürümüştük. Ruken, 9 Ağustos günü Batman’ın Beşiri ovasında üç arkadaşı ile birlikte Amed’e giderken hain bir pusuda kokusunu ve yarım kalan gülüşünü salıverdi özgürlük dağlarına.
Evet, nice umut dolu sevdayla savaşan, gerçek bir âşık gibi inançlı, kadın, genç, yaşlı demeden geçtiler geçit vermeyen bu yolları. Bazıları sırtlarında bir avuç erzağı arkadaşlarına ulaştırmak için gece gündüz demeden yürürken hain bir pusu da can verip karışmıştır kanı ve taşıdığı erzak birbirine. Kimileri ise, anlının terini silerken yüzündeki o yarım gülüşle hiç arkasına bakmadan rüzgâra fısıldar gibi sessizce, kendi içinde “sizleri seviyorum” deyip ilerledi, kimileri ise sırtındaki çantadan su matarasını çıkartmadan mermi sesiyle silahına sarılmış ve belki de kendisine mevzi yapmıştı şuan geçtiğim yolu. Kimileri ise, yaşamın en güzel anını, doyumsuz sohbetini yaşamıştır en güzel yoldaşıyla, kimileri ise bu mücadelenin en fedakâr hayvanı olan katır peşinde emeğe emek katmış, onu yürütmek için vurmaktan çok saatlerce yükü ile yürüyen hayvana dil dökmüş. Kimileri ise birbirine ilk kez burada merhaba demiş ve sonu gelmeyen ayrılık için vedalaşırken veda busesini kondurmadan hep bir kez daha görme umuduyla bakakalmış. Ne büyük bir çelişki değil mi? En çok vedalaşan ama hiç bir zaman vedalaşmaya alışamayan gerilla. Ve kimileri ise ağız dolusu gülüşleriyle rüzgâra yön vermiş, ay ışığında yürümüş, güneş sıcağından sıcağını vermiş patikayı sarmalayan ağaçların gölgesine, taşı yastık, kefiyesini yorgan yapmış, gerillanın gecelerini süsleyen ateş başında yarım yamalak türküleriyle geceye ses vermiş, baykuşlara inat. Geceyi yaran ay ile karşı karşıya nöbet tutan “her şey senin için yoldaş” deyip kendini mermisinin önüne atan tılsımıyla mevzide uykuya dalan. Karda üşüyen parmaklarıyla tetiğe basarken gerillanın son nefes seslerini rüzgârlara bırakmış. İşte hep birileri birilerine taşımıştır, gözündeki mavi rengi. Savaşan gözler de renkler renk huzmesine dönüşür, Hep demiştir “ben varım ve olacağım yarınlarda.” Bu dağlarda yaşadığı karşılık beklemeyen sevgiyi ve en güzel yaşanmışlıklarını bu yolun her bir karesine iz bırakmış. Bunun içindir ki, gerillanın dağlarında olmak bir başkadır.
Mücadele Arkadaşları
Ateş, birleştiren, arındıran, yakan ve aydınlatan ruhuyla insanları bir araya topladı, aydınlattı ve ısıtarak birbirine bağladı tarihten bugüne dek. Bugün de bizler bu ruhun çekiciliğiyle bir araya gelip, ateşten gerçekleri tartışıyoruz. Tartışma tabii ki ateşten başlıyor, önce onu özel, çekici ve bazen de ulaşılmaz kılan yanlarından söz ediyoruz, biraz sonra söz ateş gibi gerçeklere akıyor ve ısıtan aydınlığında takılı kalıyoruz ateşin, ateşten gerçeklerin. Her arkadaş da değişiyor ateşin öyküsü, kimi ateşi bahara benzetiyor, açan bir gül gibi her aleviyle sönükleşen ölüm gibi ‘kış soğuğunu bitiren bir bahardır ateş’ diyor ve ekliyor sıcağıyla buz tutmuş yürekleri düşünceleri ve bu haliyle ölümü söyleyenleri eriterek baharı getirir yüreklere ve yüreklerin yaşadığı ülkelere...
Bir arkadaş; “Kış soğuğunu parçalayıp yok eden bahar gibidir ateş” diyor. Ölüm gibi, kış soğuğundan sonra yenileyiciliği sıcaklığıyla baharda doğaya verdiği yaşamla aydınlatır evreni. Bir başkası, yaşam ve ölümün kavgasına benzetiyor kış ve baharın çatışmasını ve yaşamda bahar gibi ateş gibidir. Yaşamın gerçekliği ateş gerçekliğidir, yakıcı ve keskin diyor. Sonra bir bayan arkadaş sözü alıyor ve üçünün yani yaşam, bahar ve ateşin birleştiği bir nokta buldum diyor. Herkes başını kaldırıp şaşkınlıkla ona bakıyor, ilgiyi gören arkadaş biraz daha uzatıyor lafı bunun üzerine, ateşin içinde uzak yerleri arayan bakışları da kazanıyor ve bunun uzun sürmeyeceğini bildiğinden daha fazla uzatmadan söze başlıyor. “O noktada kadın var” diyor. Yaratıcı bereketiyle bahar gibi, yakıcı ve yenileyiciliğiyle ateş gibi, çelişkisiyle yaşam gibi olan kadın vardır. Bunun üzerine, birçok bakışın alevlerin dansında yakaladıkları derinlikten çıktıkları uzak yolculuklara, kaldığı yerden devam etmek için ateşe dönmesi, yıldırmadı arkadaşımızı, bu sıcak ve hareketli tartışmayı zaman ve mekânın dışındaymış gibi izleyen bizlerse, merakla sözün devamını bekliyorduk. Yeni bir atakla söze başladı. Yeniden “Ve o noktada duran kadının adı var” başarılı bir ataktı doğrusu ve tüm bakışları yeniden kazanmıştı. Bu kazanım aynı zamanda sıcak ve hareketli bir tartışmayı haber veriyordu bize. Üzerine dönen bakışlar kim? Sorusunu soruyordu, çok uzak kendi mecrasında akan bir ırmak gibi, dingin bir akıcılıkla başladı söze: Adı: ZEYNEP’TİR o kadının. Ülkesini, tarihini, kültürünü, toprağını her şeyini yani insanlığını ve kadınlığını kaybetmiş bir neslin öfkesiyle durur, o noktada yaşamını geri ister ve işte burada başlar. Ateşten gerçekliği, ışıktan yaratılmış gövdesiyle karanlık karşısındaki sarsılmaz duruşuyla, ateşin karanlığa karşı pervasızlığın adıdır, Zeynep (Gurbetelli ERSÖZ) yoldaş. Bir an sustu, tüm gözleri tek tek dolaştı, gözleri en son ateşin alevlerinde durmuştu. Bu suskunluk, öykünün devamını arayan bir bekleyişi söylüyordu. Söyleyeceklerimin ağırlığından olsa gerek, kelimeleri daha bir seçerek devam etti.
Akdağ’ın beyaz ve soğuk ıssızlığında özgürlüğün şarkısını söyleyerek, yaşamı akan Murat suyu gibi sömürgeciliğin ölümden soğuk, kışından bir ateş topuydu, ülkesinin bağrında kadın rengindeki bir yaşamda, özgürlüğün kanat sesiyle aşk ve kavga şarkılarını söyleyen, ölümü toprağa kattığı yaşam özüyle ateşi harlayıp büyüttü sadece ve büyüyen ateş var olmanın aydınlığıyla meydan okudu ıssız karanlığa. Toprağın bereketinde, yaşam bulan her doğa parçasında ve her kadın yüreğinde, yerden var oluyordu. Artık adı bir çağrı oldu geride kalanlara, şiir gibi yaşamıyla özgürlüğe çağıran türkülü bir sesti, kulaklarda yankılanıp, Murat suyunda akan.
Sustu, ortalığı boğan bu bıçak gibi sessizlik, herkes gibi beni de üşütüyordu. Uzandı, harlanan ateşe konuşuyordu sanki; “Ateşten gerçeklerle karşı karşıya gelmek, mücadele edebilmek için ateş gibi olmak gerekir” soran bakışlarla etrafına bakındı, ama etrafta tek bir ses vardı, zamanın ıssız sokaklarında dolaşan ateşin rüzgâr soğuğu sessizliği, bozmak istedi yapamadı kalktı. Yürüdü ateşin rüzgâr soluğunun peşi sıra...
MÜCADELE ARKADAŞLARI

Dört mevsimi ve onun renklerini kendinde somutlaştıran Çiğdem (Hüsne Akgül) yoldaş, yaşam mücadelesinde de bu denli çok yönlüydü.
O, yaşam ve güzellikleri sınırlandıran dar milliyetçi duyguları aşan ve sonsuzluğa akan bir ırmaktı... Irmağında özgürlük ve enternasyonalizmdi akan... Çağlayanlarının melodisinde özgürlük ve halkların kardeşliği ruhlara seslenirdi her dem. Bir türkü gibi akardı yüreklere... Bir Türk kadını olarak özgürlüğü ana tanrıça diyarında keşfetmek için çıkmıştı Mezopotamya'nın asi dağlarına...
Yaşamı güzelleştirmek, kardeşliği ve adaleti gerçekleştirmek içindi tüm kavgası... Kadın yüreğiyle derinden hissederdi ezilmişliğin acısını. Acısını Apocu bilinçle yoğurdukça aydınlanıyordu adlandırmamış olduğu tüm arayış, arzu ve istemleri.
Bir şelale gibi durmadan akardı yaşamda. Coşkundu, yaşamın çılgın bir keşifçisiydi. Dağların, kuşların, çağlayanların diliyle doğanın gizemine süzülürdü. Orada arardı eşitliğin, ahengin, kardeşliğin müthiş dengesini...
Apocu diyalektiğin tüm ayrıntılarında bulurdu kendisini. O, kendisini yaşamın ve insanın her ayrıntısına katmıştı. Bir Türk kadınının olduğu kadar Kürt, Arap, Alman kadınının duygularını, arzularını, hislerini de anlar ve yaşardı.
Özgürlüğü önünde engelleyici tüm geri sınıf anlayışlarına karşı kavgacılığı ilke edinmişti. Tüm mezhep, sınıf, milliyet gibi ayrımcılıkları kadının evrensel duygularıyla aşandı.
O, bugünün ve geleceğin eşitlikçi ve kardeşlik felsefesinin öncüsüdür. Demokratik çözüm stratejisinin somut temsilcilerindendir. O her kadında yaşayan bir şehittir.
Kemal Pirlerin enternasyonalist ruhunun ardıllarındandı. Ve bu ruhu kadının sınırsızlığında pekiştirendi. Çiğdem yoldaş, halklar mozaiğinin ana tanrıça toprağında yeniden Apocu ideolojiyle yeşermesinin gerçeğiydi. Demokratik bir Türkiye ve bereketiyle yeni uygarlığın filizlendiği Mezopotamya'da kardeşliğin ve eşitliğin köprüsüydü. Bugün demokrasi onların kurduğu bu köprü sayesinde öz kaynağına doğru akıyor.
Demokrasinin yükselişindeki temel güç ve kaynaktır Çiğdem yoldaş ve O'nun taşıdığı ruh...
O, bir çağrıdır demokrasi, barış ve özgürlüğe. O, Türk kadınının bağrından ana tanrıçanın bereketine akan enternasyonalist bir kadın yüreğidir.
10 Ekim 1995 yılında Metina dağlarında yirmi iki yoldaşıyla birlikte KDP gericiliğine karşı verilen savaşta sonsuz yolculuğuna çıktı.
O bir ses, bir türküdür yüreklerde durmadan çağlayan...
Bizim buralar yaratımın meskenidir. Ve her şey bunun öznesi. İlk ibadetin huzuru, gıdaya, kutsallığa ilk şükran dilekleri ve anlamın ilk yüceliği –erişkenliği- . Bizim buralar, yani doğu yada doğumların ebesi... Ortadoğu... Yaratım doğudadır. Öyküleriyle, alın teriyle, çeşit çeşit keşifleriyle yaratılış, doğunun adı ve doğunun eseridir.
Nede farklı bir aydır Ekim... adı üstünde ekimlerin, yani toprağa düşüşlerin, tohum olup yeşermenin ayı. Tohuma durmuş çiçekleri düşünmeli, ansızın gelen rüzgarla beklenmedik ayrılığı, dalından, yaprağından. Acımasız ama hiç yalnızlaştırmadan çoğaltan ayrılıklar. Şimdi Ekim ayının serin rüzgârlarına durmuşken, onlar aklıma geliyor. Belleğimde bahara durmuş yüzleri ile onlar... Beraber anılmayı gerektiren o kadar ortak özellikleri var ki. İlk olarak her biri sanatçı ruhu taşıyordu. Biri ülkenin canlı, dinamik kıvraklığında dans ederken sancıları kadar başkaldırısı bu coğrafyanın. Biri Kürdistan ana gibi tüm trajediyi anlatır umut katarak her perdesine sahnenin. Bir diğeri ise, yanık türküler söyler içten, dokunaklı. Hepsinin yürekleri de şiirin, anlam dolu kelimelerin eşsiz uyumunun kaleleridir. Hissetmek bir var oluş biçimidir. Hiçbir şey yüzeysel ve öylesine değildir. Yaşananların ruhta karşılık bulması böylesi insanlara mahsustur. Onların dilinde, yeniden dirilen tanrıçaların yaşamla buluşmasının coşkulu çığlığı vardır. Onlar, yüreklerini dağlara vurduklarında içlerinde mutlaka geçmişten gelen bir çağrıyı duyumsamışlardı. Bir de güzel ve özgür yarına duyulan özlemi. Yeniden onlarla öğreniyorum ki sanat yapmak, özlem duymakla başlar. Yapılmayanı yapmak, duyulmayanı dillendirmek ise yürek ister. Yüreğini ve gerçekleri birleştiremeyenler toplumun vicdanı olamaz, duygularını dillendiremez. Önce yürekten dilediler, sonra dillendirdiler, ardından yaratıma koştular. İnandıkları gerçeğe, özgürlüğe koşar adım yüklendiler.
Bir de onları tanımlayacak olan sanatçı ruhlarını tetikleyen, amansız bir mücadelecilik diğer adlarıdır. Mücadele onların var olma biçimidir. Bu bir sevgi, aşk meselesidir. Bu nedenle yürüttükleri mücadeleyle ne çok benzerler birbirlerine. Zorlayan sorunlar, solunan hava aynı değil miydi? Umut ve güç kaynağına aynı yakınlıkta durmuyorlar mıydı? Hiddetlerinin, başkaldırılarının ve coşkularının nedeni ortaktı. Savaşmak için vardılar, savaştıkça var olacaklarını biliyorlardı. “Savaşmak için savaşıyorum” diyordu günlüğünde Heval Beritan. Kadının savaşçılığının sınandığı bir zamandır. Kelimenin gerçek anlamı ile savaşmak için savaşma tanımlaması, kadın ordulaşmasının geçirdiği zorlu sınavları anlatıyor. Her biri gerektiğinde gözü kara savaşçı olduklarını ve komutanlık sıfatlarını kadının özgürlük çizgisinde öncülüğü gereklerini yerine getirerek hak ettiklerini, birer cesaret emsali olduklarını yaşamları kadar şahadet duruşlarıyla da ispatladılar.
Kadının onur savaşımındaki iddiasını ve ısrarını geride tek bir tereddütte yer vermeden bir miras olarak bıraktılar. Zınarin eyleme gitmeden önce yazdığı günlüğünde yaşadığı duyguları ne de güzel ifade ediyor; “ Bir kez daha savaşmak umuduyla, coşkusuyla yol hazırlığındayım. Umarım bu sefer sevdamı söyleyeceğim sevgilime en güzel ezgilerle. Umarım bu sefer kıraç toprağa damlayacak yağmur taneleri. Yalnızca savaşmak için var olduğumu ne kadar da hissediyorum ve ne kadar da insanım bu hisle...4 Eylül
Savaşın kızgınlığı içerisinde kalarak savaşmak için direten Meryem ve Zeynep arkadaşların şahadet biçimleri ne tesadüftür ki aynı biçimde oldu. Her ikisi de birer grubun başında sıcak savaş alanlarının dışına gönderilirken, içlerinde istedikleri gibi savaşamamış olmanın burukluğu ve öfkesi ile tank pususuna düştüler. Biri Begova ovasında, diğeri Deşte Delalok’da.
Üstelik kadının direngen onuru için, sadece düşmanlarına karşı değil her alanda mücadele edip, savaştılar. Hiç yılmayan direniş diye buna denilirdi. Doğrulardan şaşmayan, boyun eğmeyen, akışkan bir mücadele... En önemlisi de pes etmemeleridir. Mücadele ruhuyla donandıklarından, hayıflanmıyor, uslanmıyor ve köşelere çekilip küsmüyorlardı bu dünyadan.
Onları anlatmak... Meryem yoldaş aklıma düşünce, neolitik kızlarının başına çiçekten taçları, bilgiyle örüp, sevgiyle süsleyen yaratıcı elleri aklıma geliyor. Öyle sakin, öyle duru bir yüzü vardı ki sanki o bu dünyanın insanı değilmiş gibi gelirdi çevresine. Bir ermiş heybesinde taşıdığı sevgiyi, umudu, adalet ve barışı dağıtırken nasıl cennet yolundaymış gibi sevinç dolu olursa, Meryem arkadaş da öyle bir coşkuyu taşırdı. Ve ermişin ulaşmayı arzuladığı bir durağı gibi geldiği Kürdistan dağlarında gezerken, son durak ve son molayı buralarda vereceğini kızı Şilan’a kendisi haber salmıştı. Gerçeğin şaşmaz bir takipçisi olarak izlerken bizleri, hem uzaktan seyreder, hem de içimizdeki gizli geçitlere inerek şah damarımızdan daha yakın olurdu. Aklın erişemediği derin yataklara inen biriydi o. Bu dünyanın insanı olmadığı gibi, kendi dünyasına başkalarını taşıma heyecanını yaşardı.
Melek yüzlü Zınarin. Güzele, iyiye, umuda dair duygularıyla kurduğu dünyasıyla, acılara göğüs germeyi büyük bir ustalıkla becerirdi. Sanki o, zorlanmaların peşini bırakmayan, kaderini bir yönüyle zorluk çekmek için zorlayan ve savaşa hep hazırlanan bir ordu gibiydi. Oldukça çarpıcıdır onda, savaşçı yapısının hiçbir zaman masumiyetine gölge düşürememesi. Aksine savaştıkça daha da bir aydınlık oluyordu sanki, bize öyle gelirdi. Savaştıkça çevresini kendisine çeker, gözlerini kocaman bakışlarıyla hayata çevirdiğinde ve umutla gülümsediğinde, adını anmasına gerek yoktu. O gerçekten, bizim yaşamımızın tek temel gerçeği olan Önderliği anlatırdı. Zele pratiğinin ardından Önderliği bir sığınak gibi değil, gerçek bir yol bilici olarak görme gücüne ulaşmıştı. Gerilla yürüyüşünde onu bu derece mücadeleci kılan da, bu buluşmanın verdiği cesaretti. Başarılı pratik onun gönül borcuydu. Bazen usul usul yağan yağmur gibi gözyaşlarını bırakırdı toprağa. Henüz güçlenmediğini kendisine itiraf eder, yapmak isteyip de ulaşamadıklarının acısını çekerdi. Ama nedense, duyguları onu asla çaresiz bırakmaz, zavallılaştırmazdı. Çünkü gözyaşlarının hesabını, kendine ve karşısına soracak kadar cesur bir kişilikti Zınarin Yoldaş.
Zeynep yoldaş, düşünce ve eylem gücünün uyumunu yakalayan, bunun iradesini ustaca yansıtan ender arkadaşlardandı. Büyük sorumluluk büyük düşüncelere yol açarmış denilir. Yaşamında hiçbir boşluk bırakmamasının temel nedeni bu olsa gerek. Yaşama karşı duyduğu sorumluluk onu hiç yalnız bırakmıyor ve harekete geçiren yegane güç oluyordu. Sessiz görünümü altında yatan büyük volkanı sezinlemek mümkündü. Onda asla kolay kabul etme olmazdı. En hayati konulardan, yaşamın küçük bir ayrıntısı gibi görünen meselelerine kadar derin bir sorgulama gücü mevcuttu. Bir dönem kimsenin çok fazla üzerine gitmediği ve pasif kaldığı Zeki(Şemo) tasfiyeciliği karşısında ciddi bir duruş sahibi olmuştu. Ancak kadın birliktelik ruhunun gerekenin gerisinde olması çoğu zaman yalnız kalan bir pratik duruşu getirebiliyordu. Arayışı yalnızca çeteciliğe karşı değil, geleneksel tarzları da aştırmaya yönelik gelişiyor, ikna olmayana kadar hiçbir şeye tabii olmuyordu. Ama bir konuda ikna olduktan sonra da en güçlü katılımı sergilerdi. Zeynep yoldaş dağların zirvelerine çıkar, vadileri seyre dalar, yazar, coşardı. Özcesi duyumsadığı tüm güzellikleri sinesine çekerdi. Yüreğinde meçhul mezarlar yatıyordu. Bir de yaşamını eksenine oturttuğu Agır’ın şahadeti... O, bu dağlarda yürütülen mücadelenin ortaya çıkardığı maneviyatı derinden hisseder, dağların içindeki her bir şeyi yaşardı. Ağacı, toprağı, çiçeği, sığıntı olan mağaraları, suları ve içinde yatan adsız kahramanları. Dağların sarp arazisine fiziğini uyarlamayı da becermişti. Hiç beklenmediği halde pratikçiliğini ortaya koyar, en zorlu anlarda, kendimizi koy vermeye başladığımız dakikalarda yanımıza gelir ve gülen yüzüyle silahlarımızı isterdi.
Sarya ise yaratımın ritminde dans ederken, yaşamın hareketliliğine denk bir orantıyla uzanıyor, yalpalanıyor, dönüyor, düşüyor ve yavaş yavaş zirveye uzanıyordu. Sanat için mi yaşadı yoksa yaşamının kendisi mi bir sanattı? Tanıdık bir ağızdan dinlemek onu daha iyi anlatır.“Hiç anlatmayı denemedim onu. Çünkü bazı olaylar gibi bazı kişilerde ancak yaşanarak keşfedilebiliyor. Şimdi yıllar geçmişken aradan, hala hayıflanıyorum ve onu hak ettiği biçimde tanıyamadığıma yanıyorum. Sarya arkadaş için belirteceğim en çarpıcı özelliği hiç durmak bilmeyen anlam arayışıydı. O hiçbir zaman rastgele olmazdı, olamazdı. Konuşurken kelimelerini seçerek, yürürken adımını hedeflice atardı. İnsanların gözlerinin içine bulmak için bakardı, umudu, sevgiyi, dostluğu. Onu savaş ortamında hiç görmedim. Yani ülkede. Ama Önderliğin yanında hayatımızın en özgür günlerini yaşarken tanıdım. Güneşe durmuş yüzünü Önderliğimizin meleklere benzetmesi hiç aklımdan çıkmadı. Bir de şahadetinin ardından ‘Sarya’da şehit düştü. Onun gibi bir arkadaş 40-50 yılda zor yetiştirilir’ sözlerini.”
Yaratım öyküleri... dur-durak bilmiyor ve uzadıkça uzuyor. Anlattıkça daha fazla anlatmak ihtiyacını duyuyor insan. Onlar, sarı sıcak bir mevsimde özgürlük tarlalarına serpilen birer tohum olarak, önce yeşerdiler, sonra boy verdiler. Gürbüzleşince kanlı bir hasat zamanında gövdeden koparıldılar. Ama merak etmeyin. Ekim’in sarı ılık teninden, sizin gül bedenleriniz kucaklaşıyor, bizim buralarda.
Beritan Cudi
Kürt kadınında yaşanan ilk bilinç uyanmasının öncülerinden olan Bese ANUŞ’u ve ilk kadın şehitlerini anmak, ancak günümüzde yaşanan gelişmelere anlam biçmekle mümkündür. Yoksa ilk özgürlük arayışlarını ve Kürt kadınının yürüyüşünü yazmak kolay değil. Ancak, değerlerimize saldırıların bu denli yoğunlaştığı bir donemde neyin nasıl kazanıldığını birazda olsa dile getirmek bizim için onur borcudur.
O yıllarda adını “küçük Vietnam”, koyduğumuz Pazarcık’ta özgürlük mücadelemize katılan onlarca genç içinde Bese yoldaş da yer alıyordu. Dağla buluşan ilk kadın gerillalardandı. Kürdün ve kadının uyanışı, dağları mekan seçmesi düşmanın korkulu rüyası olmuştu. Amaç ve özlemleri büyük olanların yürüyüşü içinde yer alan Bese ANUŞ amaca kilitlenerek, her tarafın kuşatıldığı, karanlık ve sessizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda zor olanı başarmanın adı oluyordu. Bu nedenle Kürdün yasaklı ülkesi Kürdistan’da, hiç bir hak ve hukukun işletilmediği bir ortamda umudun yeşermesini ilk şehitlerimize borçluyuz. Onlar bilincin karartıldığı, gözlerin görmediği bir ülkenin karanlığında aydınlık oldular.
Ve....... yürüyüşe geçtiler. Dersimli Zarife’nin çığlığına, karnındaki bebeleriyle süngülenen kadınların intikamına cevap olmanın kararlılığıyla, düşmanın ordu güçlerine karşı her biri bir ordu gibi savaştı. Dağ ve özgürlük tercihini çok yüreklice yaptılar. Kürt ve kadın olmanın suç sayıldığı, bedelinin de ölüm olduğunu bilerek “nasıl yaşanırın ve özgürce yaşamın” savaşımını verdiler. Umudun ve iradenin kazanıldığı dağlar mekan seçilirken geleceği çizdiler, binlerce özgürlük savaşçısı kadının yürüyüşünü böyle sağladılar.
Yıllarca bedel verilerek kazanılan değerlere anlam biçmek insan olmanın ve yoldaşlığın bir gereğidir. İlk isyan çiçeği Bese ile barış ve demokrasi mücadelesinin öncüsü, özgür kadının yoldaşı Erdal’ın “küçük Vietnam’da” buluşmanın romanı yazılırsa bu daha bir anlamlı kılınır. Çok şey yazıldı, çizildi, çok şey söylendi ama adı konulmadı. Ve yetmiyor... Esas itibariyle tarihi derin olan direnişimizin öyküsü yazılmalı. Her biri bir destana konu olacak direnişlerin beslendiği kaynak, iradeyle nelerin nasıl kazanıldığı görülmeli. Beselerle başlayan yürüyüş kadar yürüyüşü devam ettirenlerin, Şinda’nın Avrupa’nın sahte bireysel özgürlüğünü reddederek Dersim’de Bese’yi selamlamasının da romanı yazılmalı ki, geçmişin inkarına dur denilebilsin. Her ikisi de şimdi “küçük Vietnam”, topraklarında barışın tutkusunu çocuklara öğretmekteler. Analar ağlamasın, özgür Kürdistan’da yaşanılsın diye. Bu, bedeli kan da olsa kazanılan bir halkın iradesi ve kimliğine sahipleniş olayıdır. Herkes bugün gururlanarak ‘bende Kürdüm’ diyebiliyorsa, korku ve kabus ortamı aşılmış, halk olarak varolmanın gücü ve siyasi iradesi ortaya çıkmışsa, bunu şehitlerimize borçluyuz. Yoktan varolmanın adı böyle yazıldı.
Evet, artık Kürdistan’da kadınlar çaresiz, ağlayan konumda değilse, başka bir biçimde anılıyor tanınıyorsa, siyaset arenasında halkın temsilcisi, yöneticisi oluyorsa bu, Bese ve Azime DEMİRTAŞ’larla başlayan özgürlük yürüyüşünün bir ürünüdür. Zilan tanrıçalaşarak Dersim semalarında halkı koruyucu kolları arasında korumaya almış gülümsüyorsa, ona nöbet tutan Tekoşinler, Sılav, Ruken ve Şindalar barışın garantisi, güvencesi olarak meşru savunma çizgisinde ve inanç ve kararlılıkla her türlü ihanet ve teslimiyete cevap oluyorsa, bunu Bese ve Azimelerin büyük çaba ve iradesinde aramak gerekir.
Eğer bugün Leyla Zana AP Sakarov Düşünce Özgürlüğü ödülünü alıyorsa; bunu binlerce kadın özgürlük şehidine, savaşçısına, yiğit evlatlarını zılgıtlarla uğurlayan gözü yaşlı ve yine her gün meydanlarda barışı haykıran analara, direnişçi kadınlara borçlu olduğu gerçekliği unutulmamalıdır. Ama ne yazık ki kendisinin olmaktan çıkarılmış, kendisini yitirenlerin bol olduğu Kürdistan’da, Kürt kartının nasıl kullanıldığının bilinci fazla gelişmemiştir. Değerlerin nasıl yaratıldığı unutulabiliyor ve bireyler bir tek kendilerini görebiliyorlar. Ama hesaplar başka da olsa bir Kürt kadını olan Leyla Zana önünde ağaya kalkan, alkışlayan AP parlamenterleri Kürt kadının büyük direnişlerle kazandığı mevzileri artık görüyor. İnkar etmesi artık nafile!
En değerli evlatlarını özgürce, insanca yaşamın bedeli olarak veren bir halkın nasıl kazandığını bilerek gerçekler yazılmalı ve okunmalıdır. Önderliğimiz ilk kadın şehitlerimizden olan Bese ve Azime yoldaşların direnişinin özünü görerek genelde tüm kadınlara özelde ise Kürt kadınına değer biçmiştir. Bu nedenle kadını her konuda donattı ve hazırladı. Kadın özgürlük tercihini bu bilinç ve iradeyle sağladı. Bilinç ve birikimimizin ana kaynağı olan Başkan APO’ya çok şey borçluyuz. Borcumuzun karşılığında özgürlük şehitlerini doğru kavramak, onların bizlere bıraktığı değerleri doğru sahiplenmek dönemin militan görevlerindendir. İhanet ve çirkin olana inat, görev başarısıyla çalışmak kazandıracaktır.
Özellikle “sahte özgürlükçüler” ihanete giderken; Türk gazetelerinde manşetlere konu olarak “nasıl sosyalleştiklerinin” gösterilerini yapmaktalar. Ve şunu unutuyorlar; “yaşamın güzelliklerinin nasıl yaratıldığını?” “Özgürlüğün bedelinin ne kadar yüce olduğunu.” Evet, güzellikleri yaratmak ne kadar zorsa, çirkinlikleri yaratmak da o denli basit. Yoksa bir çırpıda ihanete koşulamaz. Özgürlük; direnişin, geleceğin, aydınlığın adı olurken; ihanet bitişin, kaçışın, karanlığın adı oluyor.
Buna karşı görev, militanca çalışmak olacaktır. Binlerce şehit yoldaşımızın kanı pahasına kazanılan mevzilerin korunması ve savunulması bizlere düşmektedir. Kürt kartını kullanmak isteyenlerin hesapları ne olursa olsun, kendi içinde onlarca devrimi gerçekleştiren özgürlük mücadelemiz, ancak asil sahiplerince anılarak ve korunarak değerlerine sahip çıkılabilir. Ancak bu şekilde Kürdistan halkı, dünya insanlığıyla eşit ve özgür koşullarda yaşayabilir. Diğer tarz bir yaşam arayışının insanlıkla buluşmak zor. Aynı zamanda şehitlere doğru cevap vermek de mümkün değil.
Bunun için Bese ve Azimelere layık olmak, Beritan çizgisinde her türlü teslimiyet ve dayatmayı boşa çıkarmakla mümkündür. Yine “nasıl sosyal olduğumuzu” “dağlarda nasıl yaşadığımızı” “özlem ve duygularımızı” yazıp anlatarak kimseye kendimizi ispatlamamıza da gerek yok. Hele hele bunu “martı seslerini özledim” vb. dar söylemlere sığdırmaya da hiç gerek yok. İlk özlem ve uyanış kadar, kadında ilk bilinç uyanmasının kanla büyüyerek adım adım yarattığı gerçeklik ve değerler unutulmadan direniş sergilemek önemlidir. Bu, Kürde ve gerilladaki kadına yaraşır olanı yaşamak ve yaşatmaktır, yüceltecek olan da budur. Ve yine gerilla kadına, kadının elde ettiği mevzilerde, özgürlük mücadelesini büyük bir irade ve coşkuyla yürütmek yaraşır. Onurumuz ve kimliğimizi bize kazandıran dağlara çok şey borçluyuz. Kutsallıklar ve değerler dağlara dayalı yaratıldı. Halen de halkın umudu ve geleceğimizin garantisi o dağlarda; özgür birey- özgür toplum gerçekliğini yaratmanın sözleşmesi ve kararlılığıyla şehitlerimize layık olmanın gereklerini yerine getirelim. Beselerle başlayan özgürlük yürüyüşünün takipçileri olalım. Geçmişi inkar edenlere inat, özgür geleceğimizi temel değerlerimizden aldığımız güç ve iradeyle yaratalım.
Sakine Karakoçan
Tarih, bizim toplumsal bilincimiz, belleğimiz olduğu kadarıyla, kim olduğumuzu, nerden geldiğimizi ve nasıl yaşadığımızı ifade eder. Egemenlerin tarihi karşısında kendi öz tarihimizi gün ışığına çıkarmak, anlamlandırmak ve onun üzerinden geleceğe bakmak bizim varlık ve kimlik gerekçemizdir. Güncelliği ise inandığımız değerler uğruna anlam gücüyle yaşamayı ya da o güncellik içersinde, her koşulda bedeller ödemeyi bilmekle tarihe mal ederiz. Bizim gibi özgürlük mücadelesi veren, vermekte olan bir hareket yaşadığı her günü böylesine bir güncellik içersinde karşılamaktadır. Bizler anlamlı bir yaşamı yaratmak kadar acı tecrübelerin yarattığı bedelleri de güçlü karşılamaya, sahiplenmeye çalıştık. Hemen her ayda, zamansız ve ansızın aramızdan ayrılan ve erkenden toprağa düşen yüzlerce, binlerce yoldaşımızı şehitler gerçeği içersinde tarihe mal etmeyi, yarattıkları değerleri korumak kadar büyütebilmeyi ve onların özgürlük ütopyalarını gerçekleştirme mücadelesi içerisinde olmayı en temel görevimiz bildik.
Özgürlük mücadelemiz içersinde Ekim ayında şehit düşen tüm kadın yoldaşlarımızı böylesine tarihsel ve güncellik içersinde yeniden anmak kadar, onların onurlu ve soylu özgürlük çizgisinde karalıklarını kendi kişiliklerimizde oluşturmanın mücadelesini veriyoruz. Onlar, bir halkın acılarını, isyanlarını olduğu kadar umuda, sevgiye ve özgürlüğe olan susamışlığını kendi yüreklerinde taşıyan biricik yoldaşlarımızdı. Onlar, hiçbir zaman köleliğin, zavallılığın bir kader olmadığını tam tersine bunu derinden yaşayan bir halkın ya da bir toplumun kendi öz değerlerine ve tarihine kavuştukça dirileceğini ve özgürlüğe en yakın konuma geleceğinin bilincinde olan yoldaşlardı. Halk olarak köklü ve eski bir tarihimiz olmakla birlikte, en çok katliama, asimilasyona ve şiddetin her türlüsüne maruz kaldık ve bu gerçeğe direnen binlerce evladımızı, yoldaşımızı kaybettik. Acıya karşı direniş, teslimiyete karşı direniş, asimilasyona, kimliksizliğe karşı direniş en önemlisi de mevcut olana alıştırılmaya, değersizleştirilmeye karşı direniş biz de kültür haline geldi. Ekim ayında şehit düşen Beritan (Gülnaz Karataş) yoldaşımız bu direniş kültürün amansız bir takipçisidir. O’nun ihanet ve işbirlikçiliğe teslim olmayıp o gencecik bedenini uçuruma bırakıp, özgürlük çizgisinin bir neferi, bir fedaisi olduğunu bugün yediden yetmişe herkes bilmektedir. Şehitler gerçeğine ve mirasına en çok bağlı olan Önder Apo, Beritan yoldaşımızın direniş çizgisini şu cümleleriyle çok güzel ifade etmiştir: “Beritan bize vasiyettir. O kızı unutabilir miyiz? O mesajdır. O bize çağrıdır. O bizim için bir Jeanne D’Arc’tır. Onun gibi yüzlercesi var. Onu esas alacağız, onurumuzdur. Onun eylemi sevdanın, onurun eylemidir. Biz onun olduğu yerdeyiz. Son ferde kadar savaşacağız. Şeref ve özgürlük için, onur için savaşacağız. Şehit Beritan çizgisi benim için çok önemli. Beritan’ın anısı ve çizgisi diyorum. Şehit Beritan’ın yaşamını çizgileştirmeliyiz. Ben bu çizginin bir neferiyim. Onurlu barış gelene kadar bu çizgiyi sürdürecekler.”
Kadın şehitler ayı olan bu Ekim ayında Zeynep (Gurbetelli Ersöz), Meryem (Meryem Çolak), Helin Çerkez, Rotinda (Aynur Aytemur), Kurde (Selamet Menteşe) ve onların ardılları olan onlarca, yüzlerce kadın yoldaşımız bu çizgiye bağlılığın gereği olarak kendi yaşamlarını ortaya koydular. Savaşın en sıcak döneminde Zeynep ve Meryem yoldaşlar, Önderliğe ve kadının direniş çizgisine olan bağlılığın ve sevginin gereği canlarıyla savaştılar. Önderliğimize çok çirkince ve sinsice geliştirilen uluslar arası 9 Ekim komplosuna karşı en erkenden Midyat Cezaevinde bedenlerini ateşe vererek Önder Apo’ya olan bağlılıklarını eylemleriyle gösteren Rotinda ve Kurde yoldaşlar, Beritan çizgisinin amansız takipçileri oldular. Bizler bu Ekim ayında Beritanca yaşamanın, Beritanca direnmenin ve onurlu bir mücadelenin sahibi olabilmek için şehit yoldaşlarımızı Önderliğimizin deyimiyle toprağa değil, yüreğimize ekiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, şahadet gerçeğine bağlılığın gereği, yüreğimizi arındırmak, yüreğimizi büyütmek ve bir halkın özlemlerine cevap olabilmek bununla mümkün.
Bugün içinden geçtiğimiz süreci göz önünde bulundurursak, kadın şehitler ayının bizlere yüklediği büyük sorumluluklar var. Bizler bu çizgi temelinde mücadelemizi sürdürme kararlığı ve bilinciyle direniş ruhumuzu geliştireceğiz. Özellikle uluslar arası komplonun Önderliğimiz şahsında halkımıza yönelik daha da geliştirilerek sürdürülmesi ve bir halkın öz değerlerinin yok edilmek istenmesi, yediden yetmişe hepimizi süreç karşısında daha sorumlu ve vicdanlı davranmaya itmektedir. Bizler kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve nasıl özgür yaşamamız gerektiğini Önderliğimizin ve şehit yoldaşlarımızın sonsuz emek, özveri ve çabalarıyla öğrendik. Onurlu bir yaşamın kendi öz kimliğimizle, varlığımızla mümkün olabileceğini ve bunun için direniş mücadelemizi her yerde ve her zaman güçlü tutarak, gelişecek her türlü saldırılar karşısında nasıl cevap verileceğini kendi özgücümüzle tüm dünyaya gösterdik. Yaptığımız ya da katıldığımız her eylemde Önder Apo’yu sahiplenme, kendimizi sahiplenme en önemlisi de şehitlerimizi ve değerlerimizi sahiplenme olduğunu bilerek hareket ettik. Önder Apo’nun dolayısıyla Kürt halkının kaderini belirleyecek bu tarihsel sürecin Ekim ayında halkımızın, özellikle tüm Kürt kadınlarımızın Beritan çizgisine yaşamlarıyla, eylemleriyle öncülük edeceklerini, Beritan, Zeynep, Meryem, Rotinda, Kurde yoldaşlar şahsında tüm şehit kadın yoldaşlarımızın direniş geleneğini sürdüreceklerini biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, yüreğimizi ve beynimizi büyütmemiz, Önder Apo’nun yolunda yürümekle, başta Kürt halkının en yürekli çocukları olan ve yürekleri ve zihinlerini Önder Apo’nun ışığıyla bilemiş şehitlerimizin yarattığı değerlerle yürümekle gerçekleştirebiliriz.
Rotinda Engin
Sal pey hev derbaz dibin bêyî ku haya wê hebe ka çiqas qermîçûk dinexşîne ser rûyên xembar, bêyî ku haya wê çêbe ka çend bîrînên bê heyam vekirine di dilê her yekî ji me da.
Sal; erka xwe bi awayekî rêk û pêk dike, di derbazbun û rêveçûyînên xwe ser emrê me bêyî ku carekê berê xwe li me vegerîne; da binêre û bibîne ka çi dike ji mirovên ku ezîzên bê hempa winda kirine. Her ku sal derbaz dibin wêneyên giyangerên jiyanê li be çavên me zêde dibin û her ku hestên veqetînê zû dipije di giyana her gerîllayekî de. Belkî jî temenê me yê ciwan bi qasî ku em deh caran were dinyayê jiya ev can.
Gelek caran me hewl da em gavên xwe li gorî rêve çûyîna demê biavêjin; lê ji nişkava, bê vîna me em vedigerin li rojên berê bi mirovên delal û dînemêr re hilma jiyanê parve dikin, weko herdem çavê me li paş dimîne, li windahiyên kenînên xwe ên ji dil digere.
Belkî jî digere ta ku wêneyên windahiyên xwe zindî bigre, ta ku jiyanê zindî bigerîne di giyana tevzûnek girtî de. Rexmî ku em dizanin yên koçkirine jiyana herdemî yê hilbijartine ta ku zindî, bi serbestî bigerin di beden û giyana me de. Da di kenînên me ên nivçû mayî da xwe bi cih bikin, an jî di canê me de wek rayên jiyanê; xwînê di bedena me bibe û bîne. Ev buyera ku em gerîlla û gel bi dirûşemya’’ şehîd na mirin’’ hil dikin û pêre terma jiyangeran li ser milê jiyanê hiltînin.
tevî wê jî; em mirov li windahiyên xwe digerin, jiyan bêyî wan her li me kêm dibe. Serî li gelek şêwayên jiyankirina bi wan re didin, lê herî ya rast tê ji mere; ewe zindîgirtina jiyan, giyana wan di sekin, xebat û têkliyên xwe yên hevaltiyê, bi cangorî kar kirina di xizmeta partî yê de … hwd.
Dîsa herî zêde em serî li vê rêbaza jiyankirina bi wan re didin, ji ber ya herî layîq jî eve, tevî êşa mezin û xatirê ne hêsan. Dibe jî em nebesiyên tinebuna wan a li gel me bi vî rengî têr dikin.
Caran jî em xwe didin kar heya qirikê, kar ji xwere digerin da ji ber xwe ve bikin ji hêlekê, lê li hêla din jî bi erkê xwedî derketinê bi şayanî (layıkıyla) girtina ser milan heye, û ji ber em deyindarê van mirovên hêjane pêwîstiya xwe bi kirinê - her kirinê dibînin, lewra em bê rawistan hewla kar didin, ya rastîn jî ji xwe barê me girane; barê gele, Rêbere, hevale, çande û hebune.
Lewra min îro dîsa rahijtiye pênûsa xwe ta binivîsim hinek ji gelek gotinên di dil de mayî. Ne bi dilê min be jî nivîsandina van peyvên xatirê xwestinê, lê weke erka jiyandinê; pênûsa melûl radikim ta hilweşînim hinek ji gelek peyvên bê deng ên hestên qûtbûnê.
Van bêjeyan ji rêhevalê xwere dinivîsim, kî dizane belkî jî wî dinivîsim bi peyvên lerzûk hember rastiya ciwantiya ku dikeliya di canê ciwan ê rêheval Çiya Kurdistan de.
Çiya Kurdistan ango Xerîb SABAH yê ku di wergera ji zimanê Erebî tê wateya Siheha Xerîb. Rêhevalê me Çiya bi ser bajarê Silêmaniye ya başurê Kurdistanê ji malbateke azariya bindestiyê bi çavê serê xwe dîtiye û gelek caran bi xizaniyê re rû bi rû maye, lewra ev hêştiye di kesayeta ciwanê Kurd de lêgerîna azadiyê hîna di temenê zû pêş bikeve, ta azadiya rastîn di nava refên tekoşîna azadiyê a PKK’ ê de dît.
Di ciwantiya xwe ya zû de beşdarî refên azadiyê bu, her wiha ciwan mezin bu û ciwan tevlî kerwanên nemiran bu. Her xwe ciwan hêşte ber çavê hemû rêhevalên xwe, wek gelek rêhevalan bi ciwantî û demeke pir kinde nasnameya xawîniyê (erdemlik) bi dest xist.
Rêheval Xerîb SABAH berê salan; di ciwantiya wî a zû de min ew dît bû, lê piştre dema min ew dît, ya rastîn min nasnekir ji ber min li pêşiya xwe ciwanekî di bahara ciwantiyê de dît ew jî rêheval Çiya KURDÎSTAN bu, wê rojê heval Çiya dilê xwe li min girt bu ji ber ku min ew naskir û tê bîra min dema ku bi zaravay Soranî ji min re got: ‘’ belê; belê te men nas nekir’’, ‘’ te jî em ji bîr kirine’’. Ez serê we ne êşînim hevalno û em li dera ku mane berdewam bikin.
Demekê em li warê pîroz (ZÊ) Zapê di tabûra şehîd Rustem de bi hevre man. Belkî man û nemana me jî ji bo îro bu. Di xwezaya (ZÊ) Zapê a têhndarê azadiyê û heman demê de gelek bedew, li wê derê me hewl dida rûpelên dîrokê binivisînin. Tişta ku hêşt ev heval di kûrahiya bîra min de were çandin gelek bun; ez dest bi hejmartina wan bikim belkî neqedin, lê belê di nava komhevalan de rûkeniya bêdeng nîşana rêheval Çiya bu, dilnizmiya rêheval bê tixûb bu, di jiyan heya xawênbuna xwe şanaz bu (onurlu), herî zêde jî şarezayê girî kirina ken bu, mirin kirina jiyan bu, di dema can vekîşîna ji termê şarezayê canbexşiya jiyanê bu (di wateya ku wî ruh dida jiyanê hatiye bikar anînin).
Di sibeheke xerîb de; çavên xewê xwe vekiribu ser rûyê jiyanê da veşareyên şevê raxîne ber çavê me. Di berbanga rojeke tîrmehê de; şeva ku êşa zayîna sibeha xerîb dikşand xew ne xiste çavê ti kesî, xew ji zû ve şiyar bu di wê sibeha xerîb a ku cûre hestên nayên bi lêv kirin bi me da jiyan kirin.
Gorî xuya bu ku xew ne keti bu çavê ti kesî, her kes baş şiyar bu di dema şevînê de, her yek ji me bibu şevgêrê dilê xwe, her yek ji me baş şiyar bu di dema dengîra sirûşta Xeregolê. Guhên me jî baş dengê lerzîna erd û ezman kiribu, bilindahiya deng gihşte guhê her zindîgeran yanî ne xapandin bu ne jî xewlimaşî bu. Çi kete dilê me! Tenê yê bihîstî dizane, belkî jî her kesî hestên dilê xwe li gorî xwe şirove kir di wê sibeha xerîb de.
Îro jî piştî vê şeva têneper min hewlda binivîsim rêze peyvên katjimêra şevînê, da verişînim ser lênûsa dilpak a bê xeber ji bêjeyên me yên bi qiswet ser têr anîna ziman, an jî ji heq derketina peyvên me yên danasîna rêhevalên xwe. Sal 2008 rojek tîrmehê bu dema ku xebera reş hat îlankirin û di gerdûna can de xwîn tevzand.
Rêhevalê me yê ciwan di temenê xwe yê ciwan de kesayetekî baş di rastiya jiyanê de pijî ya bu, ev pijandina zû di awir û bêdengiya wî a bi nepenî (gizemli) ve dagirtî dihate xuya kirin. Pijandina xwe a di hevaltiya PKK’ ê de jî da nîşan. Hevalê Çiya di encamê teqîna dehfikê (mayin) lingê xwe winda dike. Heval bang li bijîşkan dikin da ku derman bikin birîna heval a giran, lê ji ber giran birîndariya heval Çiya ya herî baş ew bu ku bijîşk werin gel wî lê belê bijîşk dereng dikevin ji ber agahî hindek şaş- hindek jî dereng dighîne, ev rû li ber şehadeta heval Çiya vedike.
Rêheval Çiya ji katjimêra 5:00 sibeha xerîb heya pişt nîvro katjimêra 2:00 berxwe dide, birîndarê bê derman bu heval Çiya. Kî dizane belkî di hemû jiyana xwe de birîndarê bê derman bu? Kî dizane zarokê tenê yê dayîkeke Kurd çi jiyan kir? Zarokê bê bavî çi naskiribu di temenê xwe yê nazik a jiyanê de? Heya dawiyê birîndarê bê derman bu, belkî jî tişta zora me çû ev bu û heya dawiya jiyanê weke birîndarê bê derman wê bîra hemu rêhevalan.
Lê hun bi zanin şopdarên delal ên peyvên min; ka bê çi dikir rêheval Çiya di rewşa birîndariya giran de? Rêheval Çiya her stran – her stran distrand ji rêhevalên xwe re, her coş û arîşen bu heval Çiya, belkî dixwest birîna xwe ji bîra şilopeyên girî a çavên rêheval mişt dikir bibe. Her stran vegotin da ku hestên xemgîniyê bitevizîne belkî ji ber kerba xwe dida der bi jiyana ku her ew birîndarê bê derman hêşt, ji rika mirinê a dixwest wî dilşikestiyê jiyanê bihêle, belkî ji ber vê sedemê xwe rûken digirt. Kî dizane çi digerî di serê ciwanê sibeha xerîb da, ya belkî ev hemû di carekê pêk dianîn.
Lewra hevalno dema mirov jiyana nemir û zindîgerên welatê rojê ve dikolê, mirov di her yekî wan de waneyên jiyanê weke afsaneyekê dijî. Bi rêheval Çiya re jî em fêr bun ku ger mirov bixweze bibe lawik û keçên welatê Rojê ên şarezayên jiyanê; pêwîst dike mirov heval Çiya baş vekole, fam bike, nasbike, her zêde jî jiyan bike. Rêheval Çiya ciwanê dildarê Kurdistanê bu û wek hemu çiyan dîdarê bilindahiyên semyanê bu, bi bilindahiyên semyanan re bu Çiya Kurdistan, bi kerwanê stêrkan re bu rê heval.
Heya henaseya dawî stranbêjê êşê welatê xwe bu, arîşenê hevalê xwe bu, şarezayê sirûda mirin kirina jiyan bu, lawikê xerîb a sibeha xerîb bu û Çiyayê Kurdistanê bu. Di duyemîn sal vegera xatirê de min xwest dilsoziya xwe bînim ziman ji rêhevalê xwe yê ciwan re da bêjim ‘’heval vê carê te ji bîr nakim û min ji bîr nekiriye’’, em te ji bîr nakin heval. Heya dawiya jiyanê emê dengirên feryad û sirûda mirin kirina jiyan bin û şagirtên baş a hostatiya te ya vê sirûdê bin.
Afrin Ahmed Fuad
Engîn Sîncer (Erdal)(1969-2003) yek ji şehîdên tekoşîna azadiyê ye.
Sîncer ji aliyê Kurdistaniyên li Ewrûpa û Botanê, ji nêzîk ve dihat naskirin. Sîncer dema li Ewrûpayê dixwend tevlî xebatên rêxistiniyê yên ciwanan bû û di nav 10 salan de xwe gîhand gelek astên bilind. Seha xebatê ya herî dawî ya Sîncer dîsa Ewrûpa bû. Sîncer ku di rêxistinkirina gel û dîplomasiyê de xwediyê kedek mezin bû, ji bo têkoşîna azadiyê ya gelê kurd 18'ê Tebaxê çavên xwe li jiyanê girt.
Engîn Sîncer bi navê kod Erdal di 2’yê Adara 1969'an de li navçeya Seyrantepe ku girêdayî Maraşê ye, ji dayik bû. Engîn Sîncer heyanî 9 saliya xwe li wir xwend. Di despêka tekoşîna azadiya kurdan de şoreşgerên wek Mustafa Yondem, Şêxo Dîrlîk û Battal Efsan ku gelek xebatên mezin li Maraşê kiribûn, tesîrek mezin li ser gel çêkirin. Herwiha malbata Engîn Sîncer jî, di destpêka salên 1970`yî de ket bin tesîra têkoşîna PKK'ê ya li herêmê. Dewletê asteng derdixist pêş malbata Sîncer. Lewma malbatê di sala 1978an de koçî Elmanyayê kir. Almanya ji bo wî welatek xerîb bû. Di demek kurt de Elmanî fêr bû û dest bi dibistanê kir. Di heman demê de, di koma futbolê ya zarokan a li navçeyê de cihê xwe girt. Dû şehadeta Erdal, mamosteyê wî yê ku ji bilî Engîn hemû şagirt jê ditirsiyan di roportajekê de wiha digot: Engîn zarokek gelek dilsoz û bi aqil bû. Min pir ji wî hezdikir. Têkiliya wî bi hevalên wî re jî gelek baş bû. Min li gorî derfetên xwe dixwest şagirtiyên xwe gelek bi disîplîn perwerde bikim. Di kesatiya Engîn de, keda min jî gihîşt xaka bereket. Keda min baş fêm dikir û di pratîka xwe de jî ew dijiya. Erdal ket bin tesîra xizmên xwe yên di nava PKK'ê de cih girtibûn. Ji aliyekî ve xwend û ji aliyê din ve di rêxistinkirina ciwanên kurd de rol lîst.
Di sala 1986'an de li komeleya Maînzê tevlî xebatên çandê bû û li Frankfurtê koma YCK'ê saz kir.Di vê demê de qezayeke trafîkê derbas kir. Di demekê de ku hindik mabû bijîşk ji jiyana wî hêviya xwe bibirin, ew bi ser xwe ve hat û piştî 8 mehan ji nû ve tevlî xebatê bû. Erdal di sala 1989'an de bi awayekî profesyonel tevlî xebatê bû û bi yek ji pêşengên PKK'ê Huseyîn Çelebî re hevalî kir. Di sala 1992'an de çû Akademiya Mahsûm Korkmaz û piştî perwerdeya li wir dît, derbasî herêma Botanê bû. Wî li qadên cûda yên Botanê tam 10 salan gerîlatî kir. Erdal di vê pêvajoyê de tevlî gelek xebatan bû û gelek caran birîndar bû. Sîncer bi fermandariya mangehê dest bi jiyana xwe ya leşkerî kir û bi rêzê fermandariya lek, tabûr, herêm û eyaletê kir. Erdal xwe di warê rêveberî û fermandariyê de xurt kir û di kongreya şeşan a PKK'ê de ji bo komîteya navendî hat hilbijartin. Piştî kongreya heftan a PKK'ê ji bo Ewrûpayê hate wezîfedarkirin. Erdal, li Ewrûpayê di rêxistinkirina gel de cih girt û paşê derbasî xebatên dîplomasiyê bû. Engîn Sîncer demekê endametiya Konseya Rêveber a KNK'ê jî kir. Dû kongreya çaremîn a YDK'ê amadekariya vegera welêt kir. Xatir ji malbat û hevalên xwe xwest û di 1’ê Hezîrana 2003’yan de vegeriya welêt. Jiyan di 18 yê Tebaxa 2003yan de sekinî. Ji ber ku Erdal di merasîma 15'ê Tebaxê de bi qezayê şehîd ket. Engîn Sîncer ku di hemû xebatên xwe de bi taybetiyên xwe yên têkoşer bandoreke mezin li her kesî dikir, bi koça xwe ya dawî, gelê Kurd û hemû hevalên xwe xemgîn kir. Malbata hevalê Erdal, cenazeyê wî anî Seyrantepeyê. Yekem carbû ku bi fermî cenazeyê fermandarekî PKK’ê dihat Bakûr.
Birêz Mehmûd Onder li ser Şehîd Erdal, bîranîneke xwe wiha tîne ziman.
Bihîstina min a şahadeta pakrewanekî mîna Engin Sincer (Erdal), hiş û ramanên min bir aliyekî din û ne mumkun bû ku ez li hember vê bûyerê bêxem bimînim û Erdal biêşînim. Ti heqê ku ez karibim, Erdal biêşînim, min di xwe de nedît. Her wisa, ne mumkun e, yên ku carek Erdal dîtibin û li hember şahedata wî bêxem bimînin.
Sala 1990 meha 11'min bû, min amadekarî dikir, ku ji Skandinavya werim bajarên Bonn a Almanya da ku tevlî kongreya Yekitiya Rewşenbîrên Kurditanê YRWK, bibim. Pêşî min telefonê komeleya Bonnê kir, ku saet û dema ku ezê ji tirênê peya bibim, ji amadekarên kongreyê re bêjim.
Danê êvarê bû beriya ku ez ji malê derkevim û li tirênê siwar bibim, min telefon kir; dengekî zelal û tenik ji bihistoka telefonê hat guhê min. Min got, alo, ez Mehmud Onder ji Denimark deng dikim! Bersiva li aliyê din ê telefonê; "Belê Mamoste, ez Erdal", "Em li Komeleyê ne tu saeta ku bigihêjî Bonnê bêje, emê te pêşwazî bikin." Min got, başe ez di filan saetî de têm û êvar baş.
Rêwitiya min a ji Denimark heta Bonnê 10 saet ajot û serê sibê zû ez gihiştim stesona Bonnê. Dema ku ji trênê peya bûm, min li dora xwe mêze kir, ka kî were pêşiyamin û min bibe Komeleyê. Min hew dît, ciwanekî lihevhatî, bi rûyeke bi ken û pir rêzgirtî hat û got, "Mamoste, ez Erdal im, ewê ku bi telefonê bi te re axivî ez im." Me hevdu maçî kir û ez birim Komeleyê. Lê belê min bala xwe dayê, kurdiya wî ne baş e û min ji devoka wî fam kir, ku ji kîjan herêma Kurdistanê ye.
Paşê dema ku em gihiştin Komeleyê, Erdal got, "Mamoste, tu û hinekê din jî li vir in, piştî ku we taştê xwar, emê bi hev re biçin cihê kongreyê." Paşê em çûn cihê kongreyê û kongreya me 2-3 roj ajot û paşê min hew Erdal dît.
Bi qasî 10 salan min ew nedît. Paşê sala 2001'ê de, Kongreya damezrandina YDK hat lidarxistin û min Erdal li wê derê dît. Me li halê hev du pirsî, lê herî zêde tiştê ku bala min kişand, Erdal, di dîwana kongreyê de li kêleka hevalê Cemal, cih girtibû û bi kurdiyeke pir zelal diaxivî. Di navberê de min jê pirsî, "tu li ku fêrî ev kurdiya xweş bûyî, tê bîra te, cara yekemîn, li Bonê me hev du dît, tu nikaribûyî baş bi kurdî biaxivî"; Erdal got, belê Mamoste, em li eyaleta Mêrdînê bûn, piraniya gêrîlayên me jî ji wê herêmê bûn û bi tirkî nizanibûn. Di destpêkê de min talîmatên ku dihatin dida hevalên bi kurdî dizanin da ku wergerînin. Lê belê, ev werger pir dem digirt, êdî carna wisa dibû ku talîmat li ser hev zêde dibûn, lê hevalên me yên wergêr hêna ya kevn werneguherandibûn.
Erdal dewam dike, "Paşê min ferhengek peyda kir û ketim şikevtekî, du meh li ser kurdî xebitîm. Her wiha ji wê demê pêve, êdî min bixwe talîmatan werdiguherand, dikir kurdî û li hevalan belav dikir."
Belê, mirov bêyî du dil bibe dikare bêje, ku Erdal, numîneyekî yekdabû û bi vê jîndarî û çalakbûyina xwe bêemsal bû. Min beriya 13 salan Pakrewanê hêja Engin Sincer-Erdal, nas kir. Lê belê vê paşiyê her carê ku min ew didît, li ber çavên min Erdalekî bêtir pêşketî û pir bi kêrhatî peyda dibû.
Ez bixwe nikarim, bi bêje û hevokan Erdal şîrove bikim, ditirsim, ku ezê nikaribim ji heq derkevim û bi vî awayî ezê Erdal biêşînim. Na!, bi rastî jî naxwazim zêde binivîsinim û biaxivim, ji ber asta hêjayî û serfiraziya ku Erdal, gihiştibû, nabe ku mirov bi hin bêjeyan bîne ziman û kêm bihêle. Yên ku hetta niha ji bo Erdal hatine gotin û bihistîn jî têrê nakin, ji bo hêjayî, çalakbûn û zîrektiya wî were şîrovekirin. Her wisa bi ya min nivîsar û pesindayinên ku ji vir û pê de jî werin nivîsandin û gotin jî têrî neke ji bo neqişkirina kesayetiya pakrewanekî mîna Erdal û bîr û baweriya wî ya xurt ji "nirxên" ku hatine afirandin.
Ya herî baş ez li vê derê nivîsara xwe bibirim û zêde pê de neçim, da ku qet nebe di wijdana xwe de mirovê hêja, çalak û xweşik, Erdal, neêşînim. Ez bixwe tu carê te ji bîr nekim, mirovê hêja, ramyar û şoreşgerê mezin..
1-Erdal arkadaşın çocukluk yıllarından gençlik dönemine kadar birlikte kaldığınız dönemin önemli kesitlerini anlatırmısınız?
Erdal’la küçük yaştan tanışıyoruz. Aynı yörenin çocukları olmanın yanı sıra ailelerimiz yakın dostluk için de yaşıyorlardı ve halen de bu böyle sürüyor. Nereden gelir bilmem ama ilginç olan Erdal arkadaşın aile kökleri ile bizim aile eskiden beri dostlar. Böyle olunca yaşama açılım geliştiğinde doğalında tanışı verdik ve arkadaş olduk.
Bu tanışma salt sivil yaşamla sınırlı kalmadı. Çocukluk yılları, gençlik yılları derken militanlığa adım attığımızda da bu devam etti. Sorun kimin kimin için geldiğinin ötesinde ortakça paylaşılan düşünceler uğruna ve dostluk uğruna militanlıkta buluşmaydı gerçekleşen. Yaşça büyük oluşumdan kaynaklı olmalıdır ki ben erken özgürlük hareketi saflarına geldim. Bir de Erdal geçirdiği ağır trafik kazasında dolayı komalık durumu uzunca yaşadığı için geç gelmesi doğaldır belki de. Bu geç geliş öyle yılları alan bir geç kalış değil elbette. Bu birkaç ayı alan bir gecikmeydi. Mayıs yâda Haziran 90’da Erdal katılı vermişti bile. Ben ise 89 un sonlarında gelmiştim.
O erken gelseydi ben peşinden fazla gecikmeden gelecektim. Kaldı ki ben militanlığa adım atma niyetimi ilk ona belirtmiştim. Ve sözleşmiştik. Saflara da buluşacaktık. Tuhaftır ancak bazı olgular vardır ki olup bitenler karşısında etraftaki insanlar olup bitenleri erkenden görürler. Bunun için de henüz dinamik gençler iken birçok dost yâda arkadaş bizim adım adım özgürlük hareketine katılacağımızı seziyorlardı.
Pazarcıklıydık. Oralarda-yani Avrupa da- büyümüştük. Gençlik yıllarımız Avrupa da geçiyordu. Birde o dönemlerde okul okuyanlar da çok azdı. Yâda hiç yoktu. Birde çok aktif cephe çalışması diye tabir edilen siyasal çalışmada yer alışımız yeterince dikkat çekiyordu. Düşünün öyle bir ortam ki herkes ülkeden kaçarak Avrupa ya çıkarken bizim gibi oralarda büyümüş gençlerin özgürlük hareketine gönül vermesi ve bunun da ötesinde özgürlük dağlarına gidebileceğimizin mesajını vermesi yeterince etkiliyordu ve saygı uyandırıyordu. Biraz da çılgınca geliyordu insanlara. Ne de olsa herkes yönünü Avrupa’ya çevirmişti. Biz ise terk edilmiş topraklara, yani yönümüzü ülkeye çoktan çevirmiştik. Önderliğimizin sonra da yapılan kimi tartışmada Pazarcıklılara ‘ülkesini kolay terk eden insan’ tanımlaması dikkate alındığında söylenmek istenen rahatça anlaşılırdır.
Tekrardan geçmişe dönecek olursam. Okul yıllarında iken bir folklor grubumuz vardı. Bir de bu folklor grubu öncesi bir arkadaş grubumuz vardı. On arkadaş civarında. Sonraları bu grubun bazı üyeleri bizi takip edip geldiler. Bazıları ise bireysel yaşam arayışlarına girdiler. Söyleyecek bir şey bulamıyor insan. Sonuçta her insan kendi eylemlerine karşı sorumludur derler ya. Birazda böyledir herkes kendi eyleminde sorumludur ancak insan sonuçta duygusal bir yaratık. Paylaştığı insanları yanında görmek ister. Bu grubun hiç rakipsiz tek ortak paydası Erdal’dı. O grubu gülüydü desem yanlış olmaz. O güleçli ve mütevazı duruşuyla herkesin kalbindeki sesti. Şimdi de böyle olduğuna inanıyorum. Çünkü onunla paylaşan bir insanın böyle olmaması düşünülemez.
Hatırlıyorum birçok etkinliğe grup olarak gidiyorduk. Yıl 86 yâda 87 yıllarıydı Almanların düzenledikleri etkinliklere Kürt gençleri olarak katılıyorduk. Demokratik Ulusal Mücadeleyi tanıtıyorduk. Bunu yaparken ulusal değerleri tanıtmamız da elbette kaçınılmaz oluyordu. Grubumuzun diğer bir özelliği ise hepsinin orada büyümüş ve okul okumasıydı. Öyle olunca her etkinlik bir gövde gösterisine dönüşüyordu. Tabi bu etkinliklerin ağırlıkta ki konuşmacımız Erdal’dı. O zamanlar ismi Hayri idi. Biz henüz çalışmaya başlar başlamaz bize bir nevi iradelerimiz dışında ailelerce bize takılan isimleri ret ettik. Ve her birimiz kendimizin beğendi isimleri aldık. O zaman Erdal arkadaşa Hayri ismi uygun görüldü oda o ismi oldukça beğendi. Bu isim aynı zamanda büyük devrimci ve örgütçü militan Hayri durmuşun ismiydi. 1992 yılında Başkan ismini Erdal diye değiştirecekti. Çünkü O, 1987 ağustosunda şehit düşmüş olan Mustafa Yöndem arkadaşın koduydu. Büyük şehit Erdal parti tarihimizde Eruh baskını diye bilinen Agit arkadaşın komutasında gerçekleştirilmiş olan eylemin kol komutanıydı da. Ve aynı zaman da 86 yılında PKK Merkez Komite üyesi olmuştu. Büyük Erdal, küçük Erdal’ın teyzesinin oğluydu. Bundandır ki önderlik Hayri arkadaşın canlılığını önceden Erdal arkadaştan görmüş olmalıdır ki ismini Erdal diye değiştirmişti.
Yine alanda bilindiği gibi 87 yılının Ekim’inde Gençlik Örgütü olan YXK kuruldu. Sonra da ismi 1991 de YCK olarak değiştirilecekti. Hayri arkadaş henüz çok genç olmasına karşın gençlik konferansında gençlik yönetimine alınacaktı. Hem de en çok oy alan biri olarak!
Erdal’ın bir özelliği girdiği her ortamla çok hızlı bir şekilde buluşmasıydı. O bir nevi herkesle en iyi uyumu yakalamasını bilen birisi olarak hep el üstünde tutulan kişiydi. Burada uzlaşma yoktu. Yani bizim kendi gençlik halimizle ilkelerimiz vardı ve bu ilkeleri biraz da özgürlük hareketinde almıştık. İlişkilenmemiz bu ilkeler temelinde eleştirisel oluyordu. Bizde eleştiriyorduk ancak bizim kiler yer yer tepkilerle karşılaşırken Erdal arkadaşın eleştirileri kabul görüyordu. Üslup ta uyum vardı. Üslupta çekicilik vardı. Bir de anlatım tarzında kavratma vardı. Bugünlerde birçok arkadaş eleştirirken, yâda radikal tavır takınırken bakıyoruz kabul görmüyor. Çünkü kavratma yoktur yâda üslupta o çekicilik ve mütevazılık yoktur da ondan.
Yine Erdal derken aklıma hep deli dolu yaşam geliyor. Yaşamın güzelleştirmesi geliyor. Yaşamın espriyle donatılarak renklendirilmesi geliyor. Öyle zaman zaman olup ta zaman zaman turşu küpüne dönüşmüş yüz hatları yok. Hep ve her ortamda güler yüzlülükle beraber tatlı ve neşelendiren ince espri vardır. Bu Erdal’ı daha güzel kıldığı gibi onu vazgeçilmez kılıyordu. Şunu açıkça belirteyim. Erdal bir ortama girmiş ise ve o ortam da kalmışsa ona insanların saygı duyması ve bağlanmamasını düşünemiyorum ben. Bu gittiği her yerde böyledir. Gerilla, diplomasi ve halk çalışmalarında bu böyledir.
Erdal birazda yukarıda dile getirdiğim gibi şekerdi. Birde minyon tipliydi. Yaşı dolgun olmasına karşın herkes onu biraz küçük bilirdi. Çok sevecen olduğu için herkes ona sarılırdı. Bir keresinde kendi grubumuzla geziyorduk -düşünün Avrupa da büyümüş bir grup ne sigarası var ne içkisi tersine siyasal ilişkinin en kutsalı ve sertine adım atmış gençler olarak-. Bir şehit arkadaşın kız kardeşi bize yakınlık ve de akraba olduğu için bizimle geliyordu. Durup durduğu yerde Erdal’a sarılarak ‘benimle evlenir misin’ diyerek öpmeye başladı. Kendince genç ve çocuk yaşta olan birisiyle şakalaşıyordu. Şehit Erdal hiç istifini bozmadan gülerek yürümeye devam ediyordu. O Erdal ı çocuk bilsin. Ancak ben Erdal’ın genç bayandan yaşça büyük olduğunu biliyordum tabi. Bir müddet sonra ‘C.sen Hayri’nin kaç yaşında olduğunu biliyor musun’ dedikten sonra, Hayri’nin ondan büyük olduğunu söyler söylemez elini Erdal’dan çekmeye başlasa da karşı da duran Erdal’dır. Bırakır mı? ‘dur evleneceğiz’ diyerek bayan arkadaşa sarıldı. İşte Erdal budur. Hiç kimseyi bozmadan ve incitmeden kendi diliyle eleştirisini yaparken dahi şeker olmasını bilen bir PKK’li.
Okul yaşamında sınır tanımadan çalışan ve çalıştıkça başaran bir genç olması elbette biraz da insanların gönlünde taht kurmaya yol açıyordu. Ben bir iki saatlik çalışmayla sınıfın en iyi imtihanını verdiğine şahit bir kişiyim. Bu sonrada göreceğimiz gibi alman hoca ve dostların da dikkatini çeken bir olgu olacaktır. Yine spor yaşamı bir o kadar görkemlidir. Sonra da gerillada futbol oynarken hayranlık uyandıran bir kişi olacaktır. Ama nereden bilinecek ki Erdal aylarca kalça ve kemik ezilmesinden dolayı komadan kalmış ve hatta platinler takılı olarak dağlara çıkmış. Kim ve nasıl bilinecek ki?
Bu Erdal’dır. En büyük zorluklar karşısında şikâyet etmeden yaşamaya alışmış bu militanın acılarını yüreğine basarak yaşadığını nereden bilecekler ki! Sonradan gerillada bazı yoldaşları çok tesadüfen banyo ederken vücudundaki yaraları ve bıçak izlerini görecekler. O zaman biraz anlayacaklar sergilenen iradeyi.
2-PKK saflarına katıldıktan sonra ilk karşılaşmanız nerede oldu ve nasılı bir duygu yaşadınız, ilk karşılaştığınızda ne tür değişimleri fark ettiniz kişiliğinde?
Yıllar sonra Çırav’da karşılaştık
1994 yılının sonlarında Erdal arkadaşla Çırav’da karşılaştıklarını söyleyen Kasım arkadaş şunları anlattı, “94’ün sonlarında Erdal Çırav’daydı. Orada olduğunu biliyordum. O da geldiğimi yeni duymuştu. Oturmuş Jiyan arkadaşa onu anlatıyordum. O sırada Çırav’ın o çukurlu yerlerinin birinden çıktı. O anda kalbim duracak gibi oldu, kendisinin de rengi değişti. O kadar heyecanlandı ki gelip sadece benimle tokalaştı. Sarılmadık. Sanırsam ikimizde şok olmuştuk. On dakika kadar hiç konuşmadan bir birimizin yüzüne baktık. Sonra Jiyan arkadaş bizi uyandırdı. ‘Hani yakın arkadaştınız’ diye. Ben daha sonra o anı yazdım. Erdal arkadaş da o anıyı okumuştu. Ben o anı da şöyle bir şey yazmıştım. ‘Öyle bir sarılmak istemiştim ki... Öyle tarif edilmez bir sarılma’ Okuyup gülmüştü. Daha sonra aynı duyguları yaşadığını itiraf etti. Çünkü yıllarca görüşmemiştik ve görüştüğümüzde de yalnızca bir tokalaşma olmuştu. Erdal’la dağda böyle buluştuk. O yüzden ‘94 bu açıdan iyi bir yıl oldu benim için. Bir yıl sonra kongre de birlikteydik, sonra tesadüfen taburlarımız yan yana geldi. 94-95 yıllarında birlikte kaldık. O yıl birlikte kaldık. 97-98 kışında birlikte eğitimdeydik. O kış epey tartıştık, ondan sonra da fazla karşılaşmadık. Kaç yıl sonra Şehit Ayhan’da karşılaştık. ‘Erdal yukarı çıkıyorum, benim mekânım ayrı’ dedim ve gittim. Oturalım dedi ama ben gittim. Hâlbuki söyleyeceği o kadar şey vardı ki... Ben yukarı çıktım. Cihazla çağırdı. ‘Arabalar gelmiş ben gidiyorum’ dedi. Öyle hiç vedalaşmadan ayrıldık. Ondan sonra hiç görüşmedik.”
Dediğim gibi bir daha yüz yüze gelmedik. Sonraları o Avrupa da iken telefonla konuşmalarımız birkaç kez olmuştur. Ancak doyasıya sohbet etme imkânı bir daha bulamadım. Doyasıya yoldaşça ve dostane sarılamadım. O bu arada bir iki kez ülkeye gelmişti. Ancak bulunduğum sahalar birbirine uzaktı. Gelip gitme olmadı. Birde bizim devrimde tüm ilişkiler devrime hizmet temelinde, halkla buluşma temelinde ele alındığında çok fazla da bireysel ilişkiler ön plana çıkartılmaz. Ve bundandır ki onunla görüşemedik. Yazışmalar ve selamlaşmalar kısa da olsa yüz yüze gelemedik. Şahadet haberini bulunduğum çalışmanın bir toplantısında öğrenmiştim.
Yer yarılır gibi oldu. Gözlerim doldu. Toplantı da çıktıktan sonra saatlerce ağlamıştım. Ve haftalarca üzerimde şok etkisini de atamamıştım. O aralar gerilmelerim hat safhaya çıkmıştı. Çalışmalarda alınmamı resmi söylesem de dikkate alınmadı. Ve bana kalan var olan acıyı birazda olsa dindirmek için gece yarılarına kadar çalışmak ve çalışmaktı. Çünkü çalışmak insana üzüntülerini giderici ya da unutturucu bir rol oynuyordu. Ancak bu gece yarılarına kadar geçerliydi. Gece yarısı odama girdiğimde ve karşımda güleç yüzlü genç melek militanı gördüğümde gizliden sessizce ağlamalarım haftalarca sürdü. Doğrusunu söylersem halen resimlerine bakamıyorum. Gizliden gizliye ağlayışlarım halen oluyor.
Erdal arkadaşın annesi ve babasıyla bu durumumdan dolayı sanırım iki yıldan fazla bir süre konuşma gücü kendimden görmemiştim. Nasıl konuşacağımı bilmiyordum. Birde kendimi tanıdığımı için zorlanacağımı biliyordum. Muhtemelen ağlayacaktım. Ve bu durumdan dolayı hep geciktirmiştim.
Keşke böyle olmasaydı. Erdal gerçekten yaşamına bin yaşam sığdıran bir insandı. Tebessümlü, güleç yüzlü, hoşgörü dolu bir insandı. Kimseyi kırmayan, zeki, olay ve olguları birbirine iyi bağlayan, müthiş pratikçi ve sosyalist bir insandı. Botan’da kaldığı yıllarda yaralanmıştı. Arkadaşlar ona sen yaralısın dediğinde, ‘zaten ben bunun için geldim’ diye cevap vermişti.
3- 4 bu konuda. Şahadet yıldönümünü karşılarken, güney batı gençliği buna nasıl sahip çıkabilir, bu konuda mesajınız nedir?
Burada güney batı gençliğine, halkına ve akraba dost çevresine bir şeyler söylemek elbette hakkımız ve görevimiz vardır.
‘ERDAL ANILMAZ O ANCAK YAŞANILIR’ . Gerçekten Erdal’ı anmak değil onu yaşamak hem de doludizgin yaşamak ancak ona yakışır. O ancak onun gibi yaşandıkça kabul eder insanı. Tersini asla kabul etmezdi ve etmezde. Bu günlerde duyuyoruz kimisi Erdal’a çok bağlı olduğunu söylüyor ancak duruşuyla oldukça ona terste durabiliyor.
Bu olmaz!
Erdal’la arkadaşlık onun gibi Golgatha tepesine çarmıhını Kudüs’ten sırtlayarak yukarıya tırmanmakla olur. Çarmıha gerdirilirken dahi gülümsemesinden bir şey yitirmeden ‘tanrım çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar, af et onları’ demesini söyleye bilmekle ancak Erdal’la arkadaş olunur. Aksisi ona tersliği ifade eder.
Şartlarımızda Golgatha’ya çıkmak devrimin tüm yüklerini –tüm sorunlara rağmen-taşımakla olur. Devrimle sonuna kadar yürümekle olur. Tüm zorluklara, inançsızlıklara, saldırılara, bireysel rahatsızlık ve hastalıklara, ayrı görüş ve duruşlara rağmen önderlik çizgisinde daha fazla kenetlenerek yürümekle Erdal’ın arkadaşı, dostu, akrabası ve yoldaşı olunabilir.
Başka da asla!
Bu gerçekler ışığında herkesin kendisini gözden geçirmesi herhalde gerekiyor. Erdal’a yakınsan Erdal gibi olacaksın. Belki onun gibi dağların zirvelerine çıkmaya bilirsin kaldı ki birçok genç bunu da yapmalıdır. Bu bir bağlılık ve namus borcudur da.
Ama şunu herkesin yapması kesindir; Erdalca yaşam ve Erdal'ca yaklaşım. O toprakların yüzlerce şehidi var. Battal Evsanlardan Besey Anuşlara, Mustafa Yöndemlerden Mustafa Ömürcanlara, Şıho Dirliklerden Cennet Dirliklere, Kurdolar, Nasırlar, Fidanlar, Hogirlar, Şirinler, Aliler, Zınarlar. Ve niceleri…
Böylesine halk kahramanlara sahip bir yöre, bir halk devrimin coşkusunu yaşanamazlık edebilir mi? Başka toplumlarda böylesine durumlara lanetlenme derler herhalde. Alevi geleneğinden örnek verecek olursam. Böyle bir durumu yaşayan bir insanı, aileyi ya da çevreyi alevi toplumu öncelikle samimi özeleştiriye ve itirafa davet eder. Tüm iyi niyet çabalarına karşın eğer bir vicdan uyanması yaşanmamışsa toplum dışına itilir. Ve bunu yaparken de bu durumu yaşayanın evinin önüne birkaç taş üst üste koyarak lanetlendiğini yani toplumun dışına itildiğini göstermek için yaparlardı.
Şimdi bu kadar değerli halk evladı yetiştirmiş toplum eğer bu evlatlarına sahip çıkmıyorsa ya da onların aydınlatıcı yolunda yürümüyorsa yapılacak olan evlerinin önüne taş koymadır.
Bilemiyorum bu belki ağır bir değerlendirmedir, ancak Erdallarla arkadaşlık, dostluk, akrabalık ve tabii ki yakınlık ve hem şehircilik ancak böyle olabilir. Başka da olacağına inanmadığım gibi Erdal da kabul etmezdi.
Birde bugünlerde bu çevrelerin bir kısmının başka şeylerin peşine takıldığını duyuyoruz ve öğreniyoruz. Ve çok zorlanıyoruz. Elbette her bireyin arayışlarına saygı gösterme tahammülü gösterebiliriz. Ancak bu kadar kan dökmüş bir çevre yöre böyle olmaması gerektiğini düşünmeden de edemiyor insan.
İşte bunun için güney batı halkının ve onun gençliğinin tekrardan daha güçlü bir şekilde mücadeleye ile buluşmasına çağrı yapıyorum. Etrafta kendi öz değerlerinde kopmuş kimi kof insanın yaklaşımları esas alma yerine birazda Erdal'a yakın duran onu ve onları ölümüne takip eden yoldaşlarını dinlemelerini belirteceğim. Ben şehit Nucan arkadaşın ailesine yazdığım bir mektupta “Nucan'ı ancak onunla arkadaşlık yapan o yolu takip eden ve birazda Nucan tarzında yaşayanlardan dinleyin Bugünlerde bireysel yaşam peşinde koşan karı-kocalık yapanlardan dinlemeyin” demiştim sanırım. Aynı bu gerçekliği tekrarlıyorum Erdalları, Erdalların tüm zorluklara rağmen ölümüne takip eden yoldaşlarından dinlemenizi isteyeceğim.
Ve son olarak ta herkesi ama herkesi Erdal'ca mücadele etmeye davet ediyorum. Ve doğaldır ki gençlerinde Erdal'ca dağların zirvelerine çıkmaya çağırıyorum.
Değerli Yoldaşım
YAŞAMAK SENİ
Rüzgârların esintisinde
Nehirlerin çağlayışında
Güneşin ışınlarının tenime sıcak dokunuşunda
Çiseleyen yağmur taneciklerinin yüzümü sıyırışında
Çocukların saf gülüşlerinde
Anaların dokunaklı çığlıklarında
Sevdam diye bildiğim kadınların gözyaşlarında
Ay’ın şavkını toprağa vurduğu
Her anda hep yaşayacağım seni.