Kod Adı: Azad Van
Adı ve soyadı: Halil Kaya
Doğum yılı ve yeri: 1982 / Van
Katılım yılı ve yeri: 2002 / Van
Ana ve baba adı: Güzel / M. Çetin
Şahadet tarihi ve yeri: 1 Temmuz 2010 / Pervari, Siirt
Azad arkadaş ile 2003 yıllının nisan ayının son günlerinde tanışmıştık. Tabura gelmiş olduğum için etrafıma çekingen ve utangaç bir tavır ile bakınıp duruyordum. Bir şeylere anlam vermeye çalışıyordum. yeni gelmiş olduğum tabura adapte olabilmek için yoğun bir çaba sarf ediyordum. Azad arkadaş bunu fark etmiş olacak ki, yanıma gelerek bir sıcak selam verdi, tanışma fasıllından sonra, sanki yıllarca birlikte kalmışız gibi aramızda bir samimiyet başladı. Öyle anlamıştım ki o dağ ortamı ile çok erkenden uyum sağlayabilmişti. Ve bunu bana da aşılamaya çalışmıştı.
Azad yoldaşım, senin o canlılığın ve girişkenliğin adeta benim için bir moral kaynağı oluyordu. Hiç bir şey de tereddüt etmiyordun. Öyle ki, tüm tabur tarafından seviliyordun. Hiç bir fedakârlıktan geri durmuyordun. Beni de kendinle yaşamın içerisine sürüklüyordun. Her ne kadar senin gibi aktif olamasam da seninle birlikte yaşama adapte oluyordum.
Yönetim bunu görmüş olacak ki, bizi uzun süreli bir göreve düzenledi. Hem uzun bir o kadar da zorlu bir görev olacaktı bu. 2003 son baharın da beraber zorlu bir göreve başlayacaktık. Bunun için şehit Erdal-Engin Sincer yoldaşın yanına gitmiştik. Şehit Erdal arkadaşı Avrupa da tanımama rağmen dağ ortamında kendisini gördüğümde genel de şaşırmış ve bir o kadar da sevinmiştim. Çünkü artık onunla beraber çalışacaktık. Belki de tüm yaşamımızın en güzel 4 ay olacaktı.
Şehit Azad arkadaşın heyecanı her haline yansıyordu. Bir türlü kendini kontrol edemiyordu. Çünkü karşımızda şehit Erdal arkadaş oturuyordu. Bizimle sohbet ediyordu. Gideceğimiz görevin zorluklarını bize anlatıyordu. Nelerin olabileceği ve nasıl yapmamız gerektiğini bize uzun uzun anlatıp durmuştu. Bizde yürüteceğimiz çalışma ile ilgili her konuyu büyük bir ilgi ile dinliyor ve hiçbir şeyi atlamadan iyi kavramaya çalışıyorduk. Artık görevimizin başına gitmeye hazırdık. Şehit Erdal arkadaş ile ayrılırken hiç vedalaşmadık, çünkü 3 gün sonra yanımıza kendisi gelecekti. Bu çalışmayı onun denetiminde ve sorumluluğunda yürütecektik.
Ne acı ki 3 gün sonra kendisi gelmedi ama şehit düştüğü haberi geldi bize, belki de ilk kez o zaman “ölmek güzel bir şeydir” diye düşünmeye başlamıştım. Çünkü artık Erdal arkadaş olmayacaktı.
Bizimle espri yapan, bize takılan, gülen yüzlü komutanımız olmayacaktı. Bu bizi içten içe kahretse de sonuçta kendisine vermiş olduğumuz bir sözümüz vardı. Önümüze koyduğu görevi başaracağız. Her ne olursa olsun başaracağız ve bu inançla hüzünlü de olsak çalışmamıza yüklendik. Çalışmalarımız ilk başta çok sağlıklı bir şekilde yürüyordu. Uzun yürüyüşlerden sonra ara verdiğimizde bir birimize şehit Erdal arkadaşı anlatıyorduk. Bize bir rüya gibi geliyordu, her ne kadar anlatsakta sanki bir şakaymış gibi kendimizde inanmak istemiyorduk. Çok tuhaf bir duyguydu. Hiç bir zaman anlatılamaz olan bir duygu...
Örgüt yönetimiz şehit Erdal arkadaşın şahadeti karşısında, böyle büyük bir komutanını kaybetmenin acısını yaşarken diğer taraftan da düşmanlarımız da içten ve dıştan saldırıyorlardı. İçten değerlerimize ihanet ediyor, dıştan ise bizi dağıtmak için her türlü baskıyı uygulayarak özgürlük hareketimizi tasfiyeyi devreye koymuştu.
Örgütümüzün yaşadığı en zorlu süreçlerdi. Biz böyle karmaşık bir süreçte hiç durmadan çalışmamızı sürdürüyorduk. Evet, böyle karmaşık bir süreçte bizler Kürdistan dağlarının uçsuz bucaksız derinliğine doğru yolculuk etmeye başladık, her şeyin ilkini yaşıyorduk, ilk kez kuzey topraklarına ayak basıyorduk, ilk kez düşmana görüntü vermemek için kamuflajlarımıza dikkat ediyorduk. İlk kez erzakımızı idareli kullanıyorduk, kısaca her şeyin ilkini yaşıyorduk. Evet, ekim ayının son günleriydi. Akşamüstü hareket etmeye başlamıştık, sabaha kadar hiç ara vermeden yürümüştük, bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Öyle ki, ufak derelerde bile sel kalkmıştı. O yağmurlu gece de yürümek zorlaşmıştı ve çok bitkin düşmüştük. Daha önceleri kaldığımız bir noktaya önden gitmiştim. Yorgunluğun etkisi ile o suyun ortasına uzanıp uykuya dalmıştım. Rüyamda kocaman bir ateşin yandığını görüyordum. Kendimi ısıta bilmek için ateşe doğru yanaşıyordum. Birden kendimi suyun tam ortasına da buldum. Uyandığımda Azad arkadaş kahkahalar atıyordu. Benim halime gülüyordu. Zoruma gitse de ona bir şey diyemedim. Çünkü kendisi yatmamak için oldukça direnmişti, ama ben onun kadar direnememiştim. Gülerken yüzüme bakarak “şehit Erdal’a verdiğimiz sözü hiç bir zaman unutmamalıyız” dedi ve bana bir daha şunu hatırlattı, “bizi bu yürüttüğümüz çalışmadan caydırmak için elinden geleni yapıyorlar” demişti.
İlk başta kuryeliğimizi yapanlar ile bir süre kaldık daha sonra görevleri olan arkadaşlar gidince biz arazide yapayalnız kaldık. Hiç bir biçimde araziyi tanımıyorduk. Hele hele Zagros’un o sarp ve uçurumlu vadilerinde yol bulmak tam bir yılan hikâyesi gibiydi. O derin vadilere girdiğimizde gökyüzünden başka bir şey göremiyorduk. Evet, yoldaş deyip bir taşın üzerine oturduğunda neler yapabileceğimizi sıralamıştı Azad arkadaş, diğer taraftan da arkadaşlar eylem yapmıştı, düşmanın on ölüsü olduğu bilgisini cihazdan takip etmiştik. Düşman araziye rast gele obüs yağdırıyordu. Onun için Azad arkadaş bir biçimde bizi yürütmek için ikna etmeye çalışıyordu. Azad arkadaş rahat değildi, tam 4 gün boyunca arkadaşlardan kopuk kalmıştık, hangi tarafa gideceğimizi ne yapacağımızı bilemiyorduk.
4 günden sonra Azad arkadaş tam patika olmasa da patikaya benzer bir iz bulduğunu söyleyerek yanımıza geldi. “Bu patikadan hiç çıkmadan ilerleyeceğiz” demişti. “Nereden çıkarsa oraya gideriz.” Başka da bir seçeneğimiz yoktu.
Hiç birimiz araziyi tanımıyorduk. Erzakımızda kalmamıştı. Artık su içe içe içimiz dışımız su olmuştu. Patikadan ilerlerken sürekli izlere bakıyorduk, değil insan izi her ne olursa olsun yeter ki bir iz olsun. Nihayetinde 22 saat hiç durmadan yürüdük. Bir biçimde arkadaşlara ulaşmamız gerekiyordu. Azad arkadaş bize moral vermeye çalışıyordu. Ne tuhaf iki zıt çelişki bir tarafta ihanet diğer tarafta ise verdiği söz uğruna her ne olursa olsun başarması gereken bir görev için elinden geleni yapan bir militan.
O zorlu yolculuktan sonra akşamüstü arkadaşlara ulaştık. Arkadaşları karşımızda gördüğümüzde gözlerimiz doldu, ağlamaklı olduk. Bitkin düşmüş bir vaziyette arkadaşlara ulaştık. Ne ayakta dura biliyoruz, ne de konuşa biliyoruz. Arkadaşlarda bizi karşılamak için bize doğru yolla çıkmışlardı.
Dünya da en güzel duygu herhalde insanın yoldaşlarına kavuşmasıdır. O sıcak atmosfer, şakalaşmalar. Adeta insana ruh veriyordu. Nihayet görevimizi başarmıştık. Her ne kadar zorlu bir süreç geçirmiş olsak da gene de Azad arkadaşın içi rahat değildi.
Çünkü şehit Erdal eğer bu görevi başarırsanız “Botan'a gittiğimde sizleri de yanımda götürürüm” sözünü vermişti bize, tabi hiç birimizin aklında yoktu Botan'a gitmek, ama Azad arkadaş daha tekmilini vermeden ilk yaptığı Botan'ı önermek oldu. Erdal arkadaşa verdiği sözü, hiç zaman kaybetmeden yerine getirmek istiyordu.
Tabi örgüt uzun bir süre Azad arkadaşı bekletti. Farklı farklı eğitimlerden geçirdi. Artık her şeyi ile kendini hazır his ediyordu. Biz Azad arkadaş kadar şanslı değildik. Örgüt hepimizi Botan’a göndermedi. Her ne kadar ısrar etsek de göndermedi. Sonuçta Azad arkadaş istediğini yapmıştı. Sözünü yerine getirecekti. Gerillanın kalbine gidecekti. Şehit Erdal’a verdiği sözü yerine getirecekti. Mücadelesini Botan sahasında sürdürecekti.
Evet, Azad arkadaş Botan sahasına geçti. Çeşitli dönemlerde ondan hep haber alıyordum. O canlılığından hiç bir şey kaybetmemişti. Kendini en iyi şekilde kata bilmek için elinden gelini yapıyordu. Tüm arkadaşlara moral kaynağı olmuştu.
Azad arkadaş ve onlarca yoldaşı ihanetinin son kırıntısını kıra bilmek için gözünü hiç kırpmadan düşmana yöneldiler. Bedenlerini ve ruhlarını ortaya koyarak, başta iç ihanete karşı ve tüm düşmana şunu haykırdılar. Hiç kimse APOCU ruhu bitiremez ve bitirilmesine de asla izin vermeyeceklerdir. PKK'nin fedai ruhu her zaman var olmuştur ve bundan sonra da var olmaya devam edecektir.
Biz ardıllarına kalanlar ise tek bir görev kalıyor: Özgürlük mücadelemizi tüm enerjimizi ortaya koyarak en güçlü bir biçimde sürdürmek ve başarıyı sağlamaktır.
Şehitlerimizin önünde saygıyla eğiliyoruz.
Canfeda Rohat
Kod adı: Azime
Adı, soyadı: Zehra OKÇU
Doğum yeri ve tarihi: Doğubeyazıt, ...
Mücadeleye katılım tarihi: 1990
Şehadet tarihi ve yeri: 1997 kışı/ Gare
PKK ve şehadet kadar iç içe geçmiş bir olgu söz konusu değil. Bunu Parti Önderliğimiz "PKK bir şehitler partisidir" belirlemesiyle en özlü bir biçimde dile getirmektedir. PKK kadar şehidi bol olan, şehitlere ve onların ideallerine bağlı, yine şehadetlerle yaşamı yaratan bir hareketi özgürlük mücadeleleri tarihinde sanırım görmek mümkün değildir. Her bir şehadet önemli sorgulamaları getirmiş ve kendisiyle yeni süreçleri açığa çıkarmıştır. Aynı zamanda şehitlerin omuzlara yüklediği her bir sorumluluk önemli cevaplarla da karşılanmıştır. Kürdistan coğrafyasının her bir karış toprağı şehit kanıyla sulanmış ve şehit verilmedik bir karış toprak kalmamıştır desek sanırım abartmış olmayız. Bu şehadetler özgürlük mücadelesinde yer alan her bireyi etkilemiş, mücadele çizgisini, onun eylem tarzını ve kişilik temsilini somutlaştırmıştır. Ben bu şehadetlerden bende en fazla etki yaratanlardan birini anlatmak istiyorum. Silahlı Mücadelemizde etkili olan kadın komutanlardan birinden bahsedeceğim, Komutan Azime.
Belki de Azime arkadaşın en az kaldığı alanlardan biri şehit düştüğü alan olan Gare alanı. Fakat nedense Gare adı bende Zeynep, Nergiz, Helin ve Azime çağrışımını yapıyor sürekli. Her biri değişik zamanlarda şehit düşen bu arkadaşlar Gare'yi Gare yapan değerler toplamını ifade ediyor, benim açımdan.
Azime arkadaş Serhat alanında yetişen ve yurtseverlikle, partiyle bu topraklarda tanışan bir yoldaş idi. Ailesinden katılım ve şehadetlerin yoğun olduğu Azime arkadaş mücadele ile olgunlaşan kadın militanlardan biriydi. Oldukça genç yaşlarda gerçekleşti katılımı. Kısa bir süre sonra da öğrenme hırsı, iddialı duruşu, girişkenliği, coşkusu, inisiyatif ve emekçilik gibi yönleriyle önemli bir gelişim kaydederek yöneticilik düzeyinde ordu çalışmalarında yer aldı. Güney Kürdistan alanında eğitim gördükten sonra '92 Güney Savaşı sonrası Zele alanında Karargah yönetimi düzeyinde yer aldı. Bu süreç sonunda bir grup kadın yoldaşla beraber Parti Önderlik sahasına geçişi gerçekleşti. Onunla ilk karşılaşmamız işte o kutsal mekanda BİLGE'nin huzurunda oldu. Kendisini bir kadın olarak oldukça derin sorgularken tanıdım. Kendisi olmaya ilk adımı da o sahada attı. Özgür bir kadın olarak kendisini yaratma çabası güçlüydü. Bu sahada pratik anlamda da sorumluluklar alarak kendisini yönetsel olarak güçlendirerek ülkeye yöneldiğinde yeniden ülkeyle ve silahla buluşmanın heyecanını taşıyordu. Özlemi hiçbir sınır tanımıyor ve adeta kaynağa koşarcasına bir sel gibi akıyordu.
Dönüşünde ağırlıklı olarak Metina, Zap, Zagros alanlarında çalışma yürüttü. Metina'dayken O'nu bağımsız kadın birliklerini oluşturmanın mücadelesini yürütürken hatırlıyorum. "Kendi başımıza eğitimlerimizi yapıyoruz, kendi erzaklarımızı taşıyarak üslenme koşullarımızı sağlıyoruz da neden kendi başımıza hareket ederek güvenliğimizi sağlayamayalım ve de savaşamayalım ki! Bizi en fazla geliştirecek olan da bu değil mi?" diyordun hiddetle. Ulaştığımız aşamada belki önemli tecrübeler kazanıldı ve kadın ordulaşarak ve bugün ulaştığı Partileşme düzeyiyle iradi bir güç olduğunu kanıtladı. Fakat bu kazanımlar kuşkusuz çok kolay ve kendiliğinden gerçekleşmedi. Her bir yoldaş attıkları adımlarla bu denizi oluşturan damlalar oldular ve bu da büyük emeklerle gerçekleşti. Bir yandan kadının geçmişten ve geleneklerden kaynağını alan, tarihine yabancılığıyla beslenen gerilik ve alışkanlıklarının gücü, diğer yandan egemen zihniyetin feodal ya da inceltilmiş küçük burjuva ağlarının gücü kadının iradeleşmesine zemin sunmuyordu. Bu açıdan bağımsız bir kadın birliğinin yaratılması da nice bedeller ve savaşımlarla gerçekleşti.
Zaman zaman O'nu eğitim verirken hatırlıyorum mavi derin gözleriyle. Ya da elinde kocaman bir balta, dizlerine kadar kara batmış ve pembeleşmiş yüzünde hiç eksilmeyen gülüşüyle savaşçılarına örnek olan emekçiliğiyle odun kesmeye giderken...
İşte orada bir manga yeri yapıyor, yeleğini ve raxtını çıkarmış, manganın üzerine naylonu yerleştirmeye çalışırken hafifçe bir türkü tutturmuş...
Ama en çok da elinde radyosu yol yürüyüşünde, başında siyah beyaz kefiyesiyle yürüyemeyen yoldaşının da silahını omuzlamış bir halde takımının başında hatırlıyorum. Kah radyoyu dinliyor, kah geride kalan yürüyemeyen arkadaşların yanına giderek onlara moral veriyor. Bakın diyor, noktaya ulaştık, şu tepenin arkasında...
Ama bir tablo O'nu hatırladığımda hiç hatırımdan çıkmıyor. Ateşe olan tutkusunu anımsıyorum. Ateş yakmak büyük bir maharettir gerillada, hele dumansız ateş yakabilmek! Ateş ne kadar hayatiyse, duman bir o kadar tehlikeli. Ama en güzeli de ateşin çıtırtılarını dinleyerek ve yalazların dansını seyrederek yapılan koyu gece sohbetleri. Seninle o kadar çok sohbet geliştirdik ki köz başında. Kah kadını tartıştık, özgürleşme tutkumuzu, sevgiyi, dostluğu, emeği, kah adaleti ya da yarım kalmışlıklara duyulan öfkeyi...Yeni insan ve yeni yaşamın yaratıcısı Büyük mimar Başkan Apo ise tartışmalarımızın hiç değişmeyen ekseni oldu. O'na duyduğumuz özlem, O'na verdiğimiz sözler, başarısız pratiklerimizin ezikliğini başarıya çevirerek O'na layık olmanın, O'nun 'Yoldaşı' olmanın iddiası hiç eksilmedi sohbetlerimizde. Hatırlıyor musun bir gece "Ne kadar acı anlaşılmamak" diyordun. Zamanında yeterince güçlü Önderliğimizi anlayamadığımıza hayıflanırken nasıl daha derin kavrayarak kavradıklarımızı pratikleştirebileceğimizin projelerini yapıyorduk. Aslını sorarsan yeterince senin de anlaşılamayışının ezikliğini yaşadığımı duyumsuyorum şimdi de.
Bir de hatırlıyor musun, kıpkırmızı bir güneş batışı sonrasında Bergare'de bir dağın yamacında elmalı bir köyde olan noktanızda nöbete gitmiştin. Senden sonraki nöbetçi gelmediği için bir hayli geç ve üşüyerek gelmiştin ateşin başına. Cebinde karın altından topladığın kütür kütür kırmızı elmaları çıkarıp atmıştın köze. Sonra ateşi seyrederken ateşi özgür kadına benzettiğini söylemiştin. Kırmızı renk sende özgürlüğü çağrıştırıyordu. O sırada elmalar közün altında patlamış ve nefis bir elma kokusuyla kaplanmıştı ortalık. Ve uyuyan arkadaşlar bile dayanamayarak kalkmış ve sohbetimize katılmışlardı. Bir arkadaş ıslak bir dal parçasını ateşe atınca birden ortalık duman dolmuştu. O zaman peki bunu neye benzetiyorsun demiştim. Onu da köle kadına benzettiğini söylemiştin. Güzel ve anlamlı bir benzetmeydi. Dün bir eğitim yerinde seni anlatmak için neleri yazabileceğimi düşünüp yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken arkadaşların soğuktan dans ederek yaktıkları ateşe takıldı gözlerim. Artık duman çıkarmayan ateş yakmayı öğrendi kadınlarımız. Ateşlerimiz parıl parıl yandı bu Newroz'da. Arınma, temizlenme ve kendi olma mücadelesinde bir yılı daha geride bıraktık ve ateşle yıkandık.
Yine seni ateşe dalan mavi buğulu bakışlarınla bir halk türküsünü söylerken hatırlıyorum. “Dostum dostum” deyişin geliyor aklıma tüm sıcaklığınla.
Biliyor musun, şehit düşen her yoldaş için yazı yazdığımda hep yarım bıraktığımı düşünüyorum. Sanki bir şeyler eksik kalacak, yeterince anlatamayacağım kaygısıyla çoğu zaman yazmamak ağır basıyor. İşte yine o yarımlığı hissediyorum. Seni en son görüşüm hatırımda. Batı Gare'de başlayan operasyon ve karlı bir kış günü. İkimiz de ayrı birliklerdeydik. Sabahtan akşama kadar yoğun çatışmalar yaşadık. İşbirlikçiler bir yandan, diğer yandan TC'nin ağır hava saldırıları. Yanlışlıkla kendi işbirlikçilerini vurduklarında nasıl da kahkahalarla gülmüştük. Hava karardığında tuttuğumuz tepeleri bıraktığımızda sizin grubunuzla karşılaştık. Bizim birliğimiz Bergare'ye doğru geçiş yapacaktı ama sizin birliğinizin o gece orada kalacağına dair bir söylenti vardı. Bağlantılar kurulmaya çalışılırken daha sonra görüşeceğimizi öğrendik. Yolda bir grup güle oynaya gelirken sesini tanıdım. Nasıl da sıcak bir karşılaşmaydı? Tartışacağın bir şeyler olduğunu söylerken nereden bilebilirdim ki o en son görüşmemizmiş. Zaten görüşeceğiz o zaman tartışırız diyerek önden giden gruba yetişmeye çalıştım. Kendimizi karla kaplı bir boğazdan aşağıya bıraktık. Oldukça sessiz hareket ederek, yakınımızda yanan ateşlerden gizlenmeye çalışarak sabaha karşı hava aydınlanırken noktamıza ulaştık. Gün ağardığında çatışmalar devam ediyordu. Biz bir yandan kendi tepemizde çatışırken, kobralar bir gece önce geçtiğimiz noktaları dövüyorlardı. Cihazı dinlemeye çalışsak da bir bilgi alamadık. Bir yandan "ya onlarsa" diyor, diğer yandan da sizin o gece Batı Gare'de kalacağınızın rahatlığıyla buna ihtimal vermiyorduk. Gece geç saatlerde gelen bir haber çatışmalarda bir kayıp vermememize, hatta silah kaldırıp bir işbirlikçiyi esir almamıza rağmen morallerimizi yerle bir etti. Birliğiniz gece geç saatlerde bir boğazdan kendisini bırakmış ve sabaha doğru KDP'liler tarafından fark edilmiştiniz. Çatışmalar başlamış, kimi arkadaşlar kopmuş, kimileri çatışmalarda kimileri de soğuktan donarak şehit düşmüştü. Düşman daha sonraki günde geri çekildiğinde bizler karşı sırtta sizlerin şehit düştüğünüz dağ silsilesini seyrediyorduk. Ölüm gibi soğuktu. İlk arama grubuyla gitmek istediğimi söylediğimde bazı tartışmalar olsa da kendimi dayatarak köye ulaştığımda birliğinizden sağ kurtulan arkadaşlara takıldı gözlerim, ne tuhaf... Onlar da senin seyretmekten çok hoşlandığın ateşin yalazlarını seyrederek yitirdiklerini düşünüyorlardı. Bir yandan seni arıyor ve olamaz diyor, diğer yandan arkadaşların kurtuluşuna seviniyor ama sormaya cesaret edemiyorken birlik komutanınız "Azime'yi koruyamadık, kaybettik" dedi. İnanmak istemedim. Çünkü günler sonra da grup grup kopan arkadaşlar ulaşıyorlardı noktaya. Karda kiminin ayakları, kimilerinin elleri donmuştu. Belki diyordum geleceksin. Sonra arkadaşların cenazelerini aramaya gittik. Göz gözü görmez fırtınalı bir gündü. Gök delinmiş gibi kar yağıyordu. Sonunda bir arkadaşın yaralandığı ve sana "git kendini kurtar" dediğini ama senin "olmaz" diyerek O'nun yanında kaldığını ve beraber çatıştığınızı oturduğun, sırtını yasladığın ağacın dibinde vurularak şehit düştüğünü gören arkadaşların anlatımlarından öğrendim.
Sonra bahar geldi Gare'ye. Ve o güzel bedenin aylar sonra sırtın hala o ağaca dayalı, şutüğün çatışma öncesinden bağladığın titizlikle sarılı bir biçimde karların altından güneşle kucaklaştı. Vahşi hayvanlar bile o güzelliğine kıyamamışlardı. Fazla kalmamana rağmen sevmiştin Gare'yi. Ve sonsuzluğu o kutsal topraklarda karşıladın. Bir Babil kalesi vardı. Dünya harikası bir yerdi. Üzümlerini hele karın altından çıkarıp yemeyi ne de severdin. "Kleopatra Babil'in üzümlerinden yapılan şaraplarla banyo yapıyormuş ama yemesi daha güzel" derken gülümsüyordun. Şimdi bu topraklarda ölümsüzlükle kutsandın.
Defterlerini verdiler sonra bana. Toprak, güneş ve Önderlik üzerine yine kadın ve ateş üzerine olan tartışmalarımızı yazmıştın. Bense onları Bilge İnsan'a göndermeyi bir görev bildim. Ama sanırım onlar da hala kutsal Mezopotamya topraklarındalar bir operasyonun gazabı sonucunda.
Öğretici yanların çok güçlüydü. Şehadete ulaşırken de yoldaşlığı ve sahip çıkmayı öğrettin herkese. Seni sürekli ateşin ve yoldaşlığının ışığı ve sıcaklığıyla hatırlayacağım, sevgiyle kal...
Mücadele Arkadaşları
Kod adı: Azime
Adı, soyadı: Zehra OKÇU
Doğum yeri ve tarihi: Doğubeyazıt, ...
Mücadeleye katılım tarihi: 1990
Şehadet tarihi ve yeri: 1997 kışı/ Gare
PKK ve şehadet kadar iç içe geçmiş bir olgu söz konusu değil. Bunu Parti Önderliğimiz "PKK bir şehitler partisidir" belirlemesiyle en özlü bir biçimde dile getirmektedir. PKK kadar şehidi bol olan, şehitlere ve onların ideallerine bağlı, yine şehadetlerle yaşamı yaratan bir hareketi özgürlük mücadeleleri tarihinde sanırım görmek mümkün değildir. Her bir şehadet önemli sorgulamaları getirmiş ve kendisiyle yeni süreçleri açığa çıkarmıştır. Aynı zamanda şehitlerin omuzlara yüklediği her bir sorumluluk önemli cevaplarla da karşılanmıştır. Kürdistan coğrafyasının her bir karış toprağı şehit kanıyla sulanmış ve şehit verilmedik bir karış toprak kalmamıştır desek sanırım abartmış olmayız. Bu şehadetler özgürlük mücadelesinde yer alan her bireyi etkilemiş, mücadele çizgisini, onun eylem tarzını ve kişilik temsilini somutlaştırmıştır. Ben bu şehadetlerden bende en fazla etki yaratanlardan birini anlatmak istiyorum. Silahlı Mücadelemizde etkili olan kadın komutanlardan birinden bahsedeceğim, Komutan Azime.
Belki de Azime arkadaşın en az kaldığı alanlardan biri şehit düştüğü alan olan Gare alanı. Fakat nedense Gare adı bende Zeynep, Nergiz, Helin ve Azime çağrışımını yapıyor sürekli. Her biri değişik zamanlarda şehit düşen bu arkadaşlar Gare'yi Gare yapan değerler toplamını ifade ediyor, benim açımdan.
Azime arkadaş Serhat alanında yetişen ve yurtseverlikle, partiyle bu topraklarda tanışan bir yoldaş idi. Ailesinden katılım ve şehadetlerin yoğun olduğu Azime arkadaş mücadele ile olgunlaşan kadın militanlardan biriydi. Oldukça genç yaşlarda gerçekleşti katılımı. Kısa bir süre sonra da öğrenme hırsı, iddialı duruşu, girişkenliği, coşkusu, inisiyatif ve emekçilik gibi yönleriyle önemli bir gelişim kaydederek yöneticilik düzeyinde ordu çalışmalarında yer aldı. Güney Kürdistan alanında eğitim gördükten sonra '92 Güney Savaşı sonrası Zele alanında Karargah yönetimi düzeyinde yer aldı. Bu süreç sonunda bir grup kadın yoldaşla beraber Parti Önderlik sahasına geçişi gerçekleşti. Onunla ilk karşılaşmamız işte o kutsal mekanda BİLGE'nin huzurunda oldu. Kendisini bir kadın olarak oldukça derin sorgularken tanıdım. Kendisi olmaya ilk adımı da o sahada attı. Özgür bir kadın olarak kendisini yaratma çabası güçlüydü. Bu sahada pratik anlamda da sorumluluklar alarak kendisini yönetsel olarak güçlendirerek ülkeye yöneldiğinde yeniden ülkeyle ve silahla buluşmanın heyecanını taşıyordu. Özlemi hiçbir sınır tanımıyor ve adeta kaynağa koşarcasına bir sel gibi akıyordu.
Dönüşünde ağırlıklı olarak Metina, Zap, Zagros alanlarında çalışma yürüttü. Metina'dayken O'nu bağımsız kadın birliklerini oluşturmanın mücadelesini yürütürken hatırlıyorum. "Kendi başımıza eğitimlerimizi yapıyoruz, kendi erzaklarımızı taşıyarak üslenme koşullarımızı sağlıyoruz da neden kendi başımıza hareket ederek güvenliğimizi sağlayamayalım ve de savaşamayalım ki! Bizi en fazla geliştirecek olan da bu değil mi?" diyordun hiddetle. Ulaştığımız aşamada belki önemli tecrübeler kazanıldı ve kadın ordulaşarak ve bugün ulaştığı Partileşme düzeyiyle iradi bir güç olduğunu kanıtladı. Fakat bu kazanımlar kuşkusuz çok kolay ve kendiliğinden gerçekleşmedi. Her bir yoldaş attıkları adımlarla bu denizi oluşturan damlalar oldular ve bu da büyük emeklerle gerçekleşti. Bir yandan kadının geçmişten ve geleneklerden kaynağını alan, tarihine yabancılığıyla beslenen gerilik ve alışkanlıklarının gücü, diğer yandan egemen zihniyetin feodal ya da inceltilmiş küçük burjuva ağlarının gücü kadının iradeleşmesine zemin sunmuyordu. Bu açıdan bağımsız bir kadın birliğinin yaratılması da nice bedeller ve savaşımlarla gerçekleşti.
Zaman zaman O'nu eğitim verirken hatırlıyorum mavi derin gözleriyle. Ya da elinde kocaman bir balta, dizlerine kadar kara batmış ve pembeleşmiş yüzünde hiç eksilmeyen gülüşüyle savaşçılarına örnek olan emekçiliğiyle odun kesmeye giderken...
İşte orada bir manga yeri yapıyor, yeleğini ve raxtını çıkarmış, manganın üzerine naylonu yerleştirmeye çalışırken hafifçe bir türkü tutturmuş...
Ama en çok da elinde radyosu yol yürüyüşünde, başında siyah beyaz kefiyesiyle yürüyemeyen yoldaşının da silahını omuzlamış bir halde takımının başında hatırlıyorum. Kah radyoyu dinliyor, kah geride kalan yürüyemeyen arkadaşların yanına giderek onlara moral veriyor. Bakın diyor, noktaya ulaştık, şu tepenin arkasında...
Ama bir tablo O'nu hatırladığımda hiç hatırımdan çıkmıyor. Ateşe olan tutkusunu anımsıyorum. Ateş yakmak büyük bir maharettir gerillada, hele dumansız ateş yakabilmek! Ateş ne kadar hayatiyse, duman bir o kadar tehlikeli. Ama en güzeli de ateşin çıtırtılarını dinleyerek ve yalazların dansını seyrederek yapılan koyu gece sohbetleri. Seninle o kadar çok sohbet geliştirdik ki köz başında. Kah kadını tartıştık, özgürleşme tutkumuzu, sevgiyi, dostluğu, emeği, kah adaleti ya da yarım kalmışlıklara duyulan öfkeyi...Yeni insan ve yeni yaşamın yaratıcısı Büyük mimar Başkan Apo ise tartışmalarımızın hiç değişmeyen ekseni oldu. O'na duyduğumuz özlem, O'na verdiğimiz sözler, başarısız pratiklerimizin ezikliğini başarıya çevirerek O'na layık olmanın, O'nun 'Yoldaşı' olmanın iddiası hiç eksilmedi sohbetlerimizde. Hatırlıyor musun bir gece "Ne kadar acı anlaşılmamak" diyordun. Zamanında yeterince güçlü Önderliğimizi anlayamadığımıza hayıflanırken nasıl daha derin kavrayarak kavradıklarımızı pratikleştirebileceğimizin projelerini yapıyorduk. Aslını sorarsan yeterince senin de anlaşılamayışının ezikliğini yaşadığımı duyumsuyorum şimdi de.
Bir de hatırlıyor musun, kıpkırmızı bir güneş batışı sonrasında Bergare'de bir dağın yamacında elmalı bir köyde olan noktanızda nöbete gitmiştin. Senden sonraki nöbetçi gelmediği için bir hayli geç ve üşüyerek gelmiştin ateşin başına. Cebinde karın altından topladığın kütür kütür kırmızı elmaları çıkarıp atmıştın köze. Sonra ateşi seyrederken ateşi özgür kadına benzettiğini söylemiştin. Kırmızı renk sende özgürlüğü çağrıştırıyordu. O sırada elmalar közün altında patlamış ve nefis bir elma kokusuyla kaplanmıştı ortalık. Ve uyuyan arkadaşlar bile dayanamayarak kalkmış ve sohbetimize katılmışlardı. Bir arkadaş ıslak bir dal parçasını ateşe atınca birden ortalık duman dolmuştu. O zaman peki bunu neye benzetiyorsun demiştim. Onu da köle kadına benzettiğini söylemiştin. Güzel ve anlamlı bir benzetmeydi. Dün bir eğitim yerinde seni anlatmak için neleri yazabileceğimi düşünüp yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken arkadaşların soğuktan dans ederek yaktıkları ateşe takıldı gözlerim. Artık duman çıkarmayan ateş yakmayı öğrendi kadınlarımız. Ateşlerimiz parıl parıl yandı bu Newroz'da. Arınma, temizlenme ve kendi olma mücadelesinde bir yılı daha geride bıraktık ve ateşle yıkandık.
Yine seni ateşe dalan mavi buğulu bakışlarınla bir halk türküsünü söylerken hatırlıyorum. “Dostum dostum” deyişin geliyor aklıma tüm sıcaklığınla.
Biliyor musun, şehit düşen her yoldaş için yazı yazdığımda hep yarım bıraktığımı düşünüyorum. Sanki bir şeyler eksik kalacak, yeterince anlatamayacağım kaygısıyla çoğu zaman yazmamak ağır basıyor. İşte yine o yarımlığı hissediyorum. Seni en son görüşüm hatırımda. Batı Gare'de başlayan operasyon ve karlı bir kış günü. İkimiz de ayrı birliklerdeydik. Sabahtan akşama kadar yoğun çatışmalar yaşadık. İşbirlikçiler bir yandan, diğer yandan TC'nin ağır hava saldırıları. Yanlışlıkla kendi işbirlikçilerini vurduklarında nasıl da kahkahalarla gülmüştük. Hava karardığında tuttuğumuz tepeleri bıraktığımızda sizin grubunuzla karşılaştık. Bizim birliğimiz Bergare'ye doğru geçiş yapacaktı ama sizin birliğinizin o gece orada kalacağına dair bir söylenti vardı. Bağlantılar kurulmaya çalışılırken daha sonra görüşeceğimizi öğrendik. Yolda bir grup güle oynaya gelirken sesini tanıdım. Nasıl da sıcak bir karşılaşmaydı? Tartışacağın bir şeyler olduğunu söylerken nereden bilebilirdim ki o en son görüşmemizmiş. Zaten görüşeceğiz o zaman tartışırız diyerek önden giden gruba yetişmeye çalıştım. Kendimizi karla kaplı bir boğazdan aşağıya bıraktık. Oldukça sessiz hareket ederek, yakınımızda yanan ateşlerden gizlenmeye çalışarak sabaha karşı hava aydınlanırken noktamıza ulaştık. Gün ağardığında çatışmalar devam ediyordu. Biz bir yandan kendi tepemizde çatışırken, kobralar bir gece önce geçtiğimiz noktaları dövüyorlardı. Cihazı dinlemeye çalışsak da bir bilgi alamadık. Bir yandan "ya onlarsa" diyor, diğer yandan da sizin o gece Batı Gare'de kalacağınızın rahatlığıyla buna ihtimal vermiyorduk. Gece geç saatlerde gelen bir haber çatışmalarda bir kayıp vermememize, hatta silah kaldırıp bir işbirlikçiyi esir almamıza rağmen morallerimizi yerle bir etti. Birliğiniz gece geç saatlerde bir boğazdan kendisini bırakmış ve sabaha doğru KDP'liler tarafından fark edilmiştiniz. Çatışmalar başlamış, kimi arkadaşlar kopmuş, kimileri çatışmalarda kimileri de soğuktan donarak şehit düşmüştü. Düşman daha sonraki günde geri çekildiğinde bizler karşı sırtta sizlerin şehit düştüğünüz dağ silsilesini seyrediyorduk. Ölüm gibi soğuktu. İlk arama grubuyla gitmek istediğimi söylediğimde bazı tartışmalar olsa da kendimi dayatarak köye ulaştığımda birliğinizden sağ kurtulan arkadaşlara takıldı gözlerim, ne tuhaf... Onlar da senin seyretmekten çok hoşlandığın ateşin yalazlarını seyrederek yitirdiklerini düşünüyorlardı. Bir yandan seni arıyor ve olamaz diyor, diğer yandan arkadaşların kurtuluşuna seviniyor ama sormaya cesaret edemiyorken birlik komutanınız "Azime'yi koruyamadık, kaybettik" dedi. İnanmak istemedim. Çünkü günler sonra da grup grup kopan arkadaşlar ulaşıyorlardı noktaya. Karda kiminin ayakları, kimilerinin elleri donmuştu. Belki diyordum geleceksin. Sonra arkadaşların cenazelerini aramaya gittik. Göz gözü görmez fırtınalı bir gündü. Gök delinmiş gibi kar yağıyordu. Sonunda bir arkadaşın yaralandığı ve sana "git kendini kurtar" dediğini ama senin "olmaz" diyerek O'nun yanında kaldığını ve beraber çatıştığınızı oturduğun, sırtını yasladığın ağacın dibinde vurularak şehit düştüğünü gören arkadaşların anlatımlarından öğrendim.
Sonra bahar geldi Gare'ye. Ve o güzel bedenin aylar sonra sırtın hala o ağaca dayalı, şutüğün çatışma öncesinden bağladığın titizlikle sarılı bir biçimde karların altından güneşle kucaklaştı. Vahşi hayvanlar bile o güzelliğine kıyamamışlardı. Fazla kalmamana rağmen sevmiştin Gare'yi. Ve sonsuzluğu o kutsal topraklarda karşıladın. Bir Babil kalesi vardı. Dünya harikası bir yerdi. Üzümlerini hele karın altından çıkarıp yemeyi ne de severdin. "Kleopatra Babil'in üzümlerinden yapılan şaraplarla banyo yapıyormuş ama yemesi daha güzel" derken gülümsüyordun. Şimdi bu topraklarda ölümsüzlükle kutsandın.
Defterlerini verdiler sonra bana. Toprak, güneş ve Önderlik üzerine yine kadın ve ateş üzerine olan tartışmalarımızı yazmıştın. Bense onları Bilge İnsan'a göndermeyi bir görev bildim. Ama sanırım onlar da hala kutsal Mezopotamya topraklarındalar bir operasyonun gazabı sonucunda.
Öğretici yanların çok güçlüydü. Şehadete ulaşırken de yoldaşlığı ve sahip çıkmayı öğrettin herkese. Seni sürekli ateşin ve yoldaşlığının ışığı ve sıcaklığıyla hatırlayacağım, sevgiyle kal...
Mücadele Arkadaşları
Adım Nucan Nurhak Şırnak doğumluyum. 2005 yılında Şırnak’tan katıldım. Katılım sebebim Kürt toplumu içerisinde Kürt kadınının yaşadığı baskı ya da içinde yaşadığımız toplumdaki baskılardan kaynaklıydı. Bu genel toplum açısından da aile açısından da yaşanan bir durumdu. Bu baskı özellikle bizim açımızdan da böyleydi. Yaşamın her alanında kadına haklarını tanıma konusunda, kendini ifade etme konusunda, okuma konusunda, kendini tanıma konusunda olsun çok fazlasıyla engelleniyordu. Bu böyle bir çıkış yapmamıza neden oldu. Katıldıktan sonra çok öncesinden gelmediğim için bir hayıflanmam oldu. Çünkü orada yaşanan gerçeklikle burada dağlarda kadının konumu arasında dünya kadar fark var. Bundan dolayı da partiye katıldığım için çok mutluyum. Buraya gelişimle birlikte kendimde birçok değişiklik yaşandı. Bu eğitimden tutalım bilinçlenmeye kadar yine kendini tanıma konusunda birçok gelişmeyi kendi şahsımda yaşadım. PKK ortamı dışardan bakıldığında öyle görünmüyor ama içine girip baktığın zaman bir şok durumu yaşıyorsun. Görmediğin, okumadığın, bilmediğin bir durumla karşı karşıya kalıyorsun. Bu da büyük bir bağlılığın gelişmesini beraberinde getiriyor. Bu insanı çok mutlu ediyor. Kürt ailesinde kız çocukları üzerinde özellikle okuma, kendini tanıma, hareket edebilme konularında çok fazlasıyla engeller yaratılıyor. Bir diğer konuda evlilik aile içerisindeki bastırılmışlık yetmezmiş gibi zorla evlilik ile kadın daha da daraltılmış bir çemberin içerisine giriyor ve öyle bir hale geliyor ki bilgiden tutalım, nasıl yaşadığının, ne olduğunun dahi farkına varılmasın isteniyor. Bu da her zaman kendi halinde kalınmasını beraberinde getiriyor. Nasıl yaşadığının bilincinde olmasın isteniyor.
Ben bütün Kürt analarına diyorum ki özelliklede Botan alanındaki analar için belirtmek istiyorum ki bilmeliler ki kız çocuklarını evlendirdiklerinde çocuklarını ya da genç kızlarını ölüme doğru gönderiyorlar. Kızlarını evlendireceklerine, böyle bir durumda rahat yaşayamayacaklarına kızlarını dağlara göndersinler. Dağlarda kendilerini daha rahat ifade edebilirler, rahat okuyabilirler, rahat kendileri için karar alabilirler kendileri için değerli bir yaşam yaratabilirler bu rol anaların üzerine düşüyor. Ben diyorum analar artık bunun farkına varmalılar bir kez daha böyle bir şey yapmalılar.
Özellikle genç kızlar için artık uyanmalılar o içinde bulundukları yaşam yaşam değildir. Eğer özgür yaşamak istiyorlarsa her şeyi göze alarak baş kaldırarak özgürleşmenin bilinçlenmenin mekanları olan dağlara ulaşsınlar diyorum. İşte aile bırakmıyor diyerek bir şey yapmama ya da içinde bulunduğum toplum bırakmıyor diyerek bir şey yapmama değil, bu durumları önlerinde engel yapmamalıdırlar. Bunlar çok küçük konular eğer bir direnme olursa çok büyük çıkışlar yapabilirler. Bu Kürt kızları için çok önemlidir. Bunun aynı zamanda bütün gençler için geçerli olduğunu düşünüyorum. Ana babalar gençlerini toplayıp askere gönderiyorlar. Bu Botan gibi bir alanda özellikle de Şırnak gibi bir yerde çok büyük bir utançtır. Eğer gençlerini toplayıp kendi elleriyle ölüme gönderiyorlarsa, düşmanının eline verip kız ve erkek kardeşlerine karşı savaşmaları için gönderiyorlarsa, Türk devletinin oyunlarına geldikleri artık yeter diyorum, artık gelmemelidirler. Böyle yaparak Türk devletinin tuzağına düşüyorlar. Türk devletine askerlik yapacaklarına gençlerini dağlara göndersinler gençler kendi halkına hizmet etsin. Bu bizim için en büyük onurdur. Bu rol ağırlıkta ana ve babaların üzerine düşüyor. Ailenin etkinliği ağırlıkta babaya ait olduğu için bu rol daha fazla da babalara düşüyor. Belki diyebilirler işte çocuğumu askerliğe gönderdiğim için çok mutluyum ama bu onlar için çok büyük bir utançtır. Çocuklarını gönderiyorsan topraklarını egemenlerin baskısı altında tutmak istiyorsun demektir. Bu demek oluyor ki şimdiye kadar toprağında özgürce yaşamanı sağlayan, bunda emek veren bütün yolları da kapatıyorsun herkes bunu böyle bilmelidir. Bu temelde bütün Şırnak’taki genç kızları, genç erkekleri bütün Kürdistan gençlerini dağlara çağırıyoruz. Gelip gerilla saflarına katılsınlar burası onlar için en değerli bir yaşamın olduğu alanlardır. Özgürlüklerini yaşamak istiyorlarsa onların elinde olan tek şey özgür dağlara çıkmaktır. Şunu bilmeliler ki köleliğe karşı artık baş kaldırmalı ve artık yeter demeliler bu onlar için özel bir yoldur.
(Hava saldırısında şehit düşen Nucan Nurhak arkadaşla yapılan ropörtajdır.)
Kod adı: Kemal Zap
Doğum yeri ve tarihi: Dersim-Hıngırvan, 1962
Mücadeleye katılım tarihi: 1979
Şehadet tarihi ve yeri: 27 Kasım 1999, Dersim
İsyanlar ve asiler diyarında, duyduğumda şahadetini yıllar öncesine gittim. Senin çocukluk hayallerimde yer eden portren canlandı gözlerimde.
Fırtınalı bir kış gecesi
Munzurların silsilesinde Kartal yuvası köyümüz.
Yirmi küsür yıl önce karlı fırtınalı geceye boşaltmıştın bir şarjör mermiyi, karanlığımıza ilk kurşunu sıkanlardan oldun dağ köyümüzde.
Sonra kavga
İsyana çağıran güzel türkülerin kulaklarımızda yankılandı.
Gencecik yaşında tanıştın kavgayla özgürlük tohumları ilk serpilirken ülkemize, Sen'de mayalandı ve ilk yeşerenlerden biri oldun.
Hatırlarsın toprağımızda meydan okuduğunda faşistler bize, ikinci şarjörünü de onlara boşaltmıştın munzur kıyısında.
Artık ülkemizde at oynatamayacaklardı. Derin vadilerimize lanetlenmiş kavmin temsilcileri kolay kolay giremezlerdi artık. Çünkü onlar yüzyıllar öncesinde geldiklerinde lanetlemiştik, burası kutsal Zerdüşt'ün ateşiyle yıkanmıştı.
Ve hatırlamaya başlamıştık. Evlerimizin köşelerinde ilk oyun oynamaya başladığımızda eşelediğimiz toprakta karşılaşmıştık '38 isyanın izlerine.
Toprakta yanan, toprak olan neydi? Neydi; sadece evlerimiz, kardeşlerimiz, annelerimiz miydi. Ya da özgürlüğümüz geleceğimiz miydi? Ve neden taze toprakla örtülmüştü geçmişimiz orada kül olan neydi? Biz neyi arıyorduk? Orada yanan bizmiydik. Neden yakıldık? Kim yaktı? Niçin ?...
Kazdığımızda toprağı, kendimizi arıyorduk belki de. Her toprağı kazdığımızda, kendimizden bir şeyler buluyorduk. Sen en önde olanlardandın, belki de ilk kendini bulmaya çalışanlardan. Her hatırlayış, öfkeye, intikama ve kendini aramaya yöneltti seni. Sonra yöneldin işte dağlara!
Kucakladığın geleceğimiz, özgürlüğümüzdü.
Ve bir gün bir hainin pususunda vuruldun! Sen yedi değil, daha fazla canlıydın. Yedi kurşun yardı geçti vücudunu.
İlk üzerine gelen düşman komutanına kanınla kızıllaşan elinle zafer işareti yapıp "henüz 17'sinde" "Haydarlar ölmez" dedin en saf duygularınla.
Sonra 12 Eylül, Elazığ 1800 evler, işkence, çığlık, direniş, kin, öfke...
Sonra yeniden döndün Dersim'e! Bir ara durur gibi oldun, ama içinde çağlayan fırtına, yanan ateş dağ özlemi, yoldaş hasreti, silah tutkusu, intikam, öfke, kin...
Dayanamadın.
Alageyiğin gözlerine vurulan 'İnce Memet' kim? Acaba meşhur yazar gerillanın içindeki alev alev yanan özgürlük ateşini hisseder mi?
Sığmadı göğüs kafesine yüreğin.
Her dağda gürleşen ateş sensiz olamazdı. Akvanos, yasak mıntıka, Kutu deresi, Kızıl kayalar ve Koê Spi, Dorşin, Gomıka, Gabar, Cudi, Metina, Gare.
Sığmadın Dersim'e. Bu aşk ki ne Mem tadına vardı Zin'in bakışlarında, ne Mecnun yanan Leyla'nın teninde.
Bizim aşkımız ki dile gelmez, şiir, türkü olmaz yaşanılır ve yaşadın.
Yıkıldı bütün duvarlar, sınırlar, ayrılıklar beynimizde. Yöneldik bizi var eden, aydınlatan, ısıveren ve her sabah yeniden doğan güneşe. Biz ki onun soyundandık, yani ışığın, aydınlığın. Ona koşarken biraz daha aydınlandık, kendimizi daha iyi gördük. Ve arındık lekelerden. Bizi başkası yapan, bendeki yabancıdan.
Yolumuza engel oldular, bazen kendini kaybedip başkası olanlar. Bir sen; işte kendine yabancılaşmaya terkedilmiş diyarda, yeşeren bir kızıl karanfil oldun. Sen her söylenen türküde, sıkılan her yumrukta ve tetiğe dokunan her parmakta en güzelini, onurlusunu yapmaya çalıştın.
Özgürlük güneşimizin diyarında kutsanırken şöyle söylemiştin: "Bu kez ülkeye gidersem, gerekirse ülke ile Dersim'i birleştirmeye kadar büyük bir tutku var. Önderliğin verdiği yoğun destek ve emek var, bana düşen bu verilen desteğe layık olmak, verilen görevi layıkı ile yerine getirmek, takipçisi olmak ve başarmaktır. Bu konuda verilenler yeterlidir."
Bu sözle yöneldin ve öyle var oldun.
Bir şiirin dizelerini hece hece yazar gibi, yüreğini nakşettin toprağa kök saldın. Senden öncekilerin amansız ve tereddütsüz takipçisi oldun. Toprağa tohum olarak düşenin ruhunu kendinde var ettin. Şimdi sen tohum saldın kutsanmış topraklarıma. Ve sen bizde var olacak ve yaşayacaksın.
Evet yoldaşım, yıllarca koynunda kavgaya tutuştuğun dağlarda gezdin, dolaştın, savaştın, güzelleştin. Bir arkadaş olarak ayrıldıktan sonra, bir yoldaş olarak karşılaşmadık senle. Seni hep duydum. Takip ettim, sevindim, daha fazla sevindim, moral buldum sende.
Yıllar önce yine yaralanmıştın, bu kez konuşamıyordun, boğazından almıştın kurşunu. Ama sen yine de hep muhaberelerin vazgeçilmez üyesi oldun. Belki de bu sayede yeniden konuşma gücünü kazandın. Hırsın, inadın orada da kazandı... Hatta türkü söylemeyi bile terketmedin, herşeye rağmen.
Bense aradım seni, hep ulaşmak istedim sana. Gerilla albümümün vazgeçilmez bir üyesiydi fotoğrafın, belki kavuşma ilminin teselli kaynağı, seni kesin göreceğim, ulaşacağım sana...
Bilirsin, çetin ve zorlu geçiyor günler, her taraftan saldırırken efendiler!
Efendilerin iplerini ellerinde tuttuğu kiralık tasmalılar daha da azgın kesildiler. Set çekmek istediler güneşle aramıza, biz ki, onunla var olmuştuk. Kutsanmış sevdalar gibi yücedir bağlılığımız, ona saldırmak istediler. Çeşitli yaygaralar kopardılar.
İşte o günlerde bir akşamüzeri çaldı telefon.
Yıllarca karşılaşmamıştık, konuşmamıştık, duymamıştık birbirimizin sesini, ama tek söz etmemiştik beraber, karşılıklı.
Hemen tanıdım sesini.
O an oradaydım, bir dağın yamacında dökülen yaprakların örttüğü toprak zemin, aşağıda vadide gürül gürül akan suyun uğultusu. Korlaşmış ateşin başında bağdaş kurmuş, yan yana oturmuşuz. Ateş közlerinin ısıttığı ellerimizden vücudumuza akan kanın taşıdığı ısı, sıcak yüreğimiz. "Düşman bu süreçte bazı propagandalar yapıyor" diye başladın hal hatır sorduktan sonra...
Gülüyordu yanındaki yoldaşlar. "Bizler hiçbir zaman Önderliğimize bağlılıkta en ufak bir zayıflığı yaşamadık, yaşamayız. Soluduğumuz bir nefes hava kalmasa da, biz bu önderlikle, bu partiyle olacağız. Aşağıyla irtibat kuramıyoruz. Arkadaşlara durumumuzun iyi olduğunu söyleyin..."
Sonra kısa bir sohbet!..Vedalaştık kapandı telefon, ben halen oradaydım ateşin başında alevlerin içinde kaybolan bakışların.Yalnız kaldım!
Bir hafta sonra duydum. Dersimden!... İnanmadım ve çekip gittin. Oysa paylaşacağımız onca şey varken.
Mücadele Arkadaşları
"İşte o zaman güzeldi ateş. O ilk keşfedildiği zamanlardaki gibi kıymeti vardı"
Karanlık bir Temmuz gecesiydi. Evde herkes uyumuştu. Ve etraf yine sessizdi. Uykularımı bölen, benim bilmediğim bir dünyaya içinde yaşadığım küçük dünyanın sınırlarını aşmaya iten o sıkıntı. Herkes uykunun huzurlu kollarında günün yorgunluğunu giderirken, bir karabasan gibi üstüme çökmüştü yine. Bir bilebilseydim beni yakıp kavuran bu ateşin ne olduğunu, aradığım şeyi bir tanıma kavuşturabilseydim, o zaman her şey daha kolay olacaktı benim için. Sanki ruhum hapsedildiği sınırları zorluyor, duygularımı, düşüncemi tüm benliğimi hazırlıksız bir isyana çağırıyordu. Uzun süredir devam eden sessizliğimin sıkıntımın nedenini tam bilmiyordum, ama bende değişen bir şeyler olduğunu, en çok uykusuz geçen gecelerim boyunca gözlerimin önünde beliren o görüntüden anlıyordum. Gün geçtikçe o görüntünün içinde yittiğim hissine kapılıyordum. Sadece düşlüyor olmanın cezasını çeker gibi, derinlere dalıyordum. Böylece her defasında önce karanlığa, sonra aydınlığa, dokunduğum bir sürek oyununda buluyordum kendimi. Ve karanlığın aydınlığa yeni düştüğü şafak vakitlerinde düşünmekten yorgun, yarı uykulu, yarı uyanık, düşler arasında gündelik yaşamımın koşturmacasın da kafamdan atmaya çalışıyordum o görüntüyü.
Bir keresinde, Suruç çarşısında yürürken gördüm kendimi. Çarşının her zamankinden kalabalık caddesinde yürürken kulağıma birden acayip acayip sözler gelmeye başladı. Daha önceleri hiç duymadığım sözler.
Bir grup genç caddenin ortasında slogan ata ata ilerliyorlardı. Ne olup bittiğini anlamadan kendimi onlarla birlikte yürür bulmuştum.
Gençlerin arasından, önden giden bir tanesi;"Haydi gençler dağlara! Kürdistan'ın özgür dağlarına!" diye bağırıyordu. Esnaflar, yoldan geçen herkes işini gücünü bırakmış onu izliyordu. Öncülerinin arkasına takılıp da yürüyen gençlerin ondan aşağı kalır yanları yoktu. Onlar da avazları çıktığınca bağırıyorlardı. Tuhafıma gitmişlerdi. "Herhalde öndeki adam bir deli, gençler de bulmuş deliyi peşine takılmış, oynuyor" dedim içimden. Kalabalıktan ayrılmayı düşündüğüm bir esnada polisler geldi. Grubun üzerine yürüyünce birden herkes dağılmaya başladı. Ne yani şimdi benim uykusuz gecelerimin sebebi bir delinin ardına düşmüş, avazı çıktığı kadar bağıran bu gençler miydi? Kendime bile itiraf edemiyordum, ama gerçek buydu sanırım.
1992 yılında yaşamış olduğum bu olayın arkasındaki gerçeği çok sonraları öğrenecektim. Oysa o gün, Suruç için tarihi anlarından bir tanesiydi. Uzun zamandır aralarından ayrılmış olan güzel insan geri dönmüştü.
Halkın dilinden düşmeyen asi ve kavgacı bir insandı. On bir yıl önce ayrıldığı Urfa'ya geri döndüğünde hala eskisi gibi deli doluydu. Bunu en çokta kanları onun gibi kaynayan gençler hissederdi.
Suruç halkını kandıran, devlete bilgi sızdıran tefecinin cezası verilmişti. İmam Hatip Lisesi'nin önünde tefecinin ağzına tıkıştırdığı kâğıt para, onun gibi olan herkese ibreti âlem olmuştu. Oysa Mustafa Gezgör arkadaşın halk için gösterdiği kahramanlıklardan sadece bir tanesiydi bu.
Düşman onu tehlikeli buluyordu, çünkü kafasına koyduğunu yapmaktan kimsenin alıkoyamayacağı, durdurulamayacak bir arkadaştı. Bu son olayla birlikte artık Gezgör arkadaşın peşini hiç bırakmayacaklardı.
Aynı yıl düşmanın, Suruç köylerinde yaptığı operasyonlardan birinde, bir eve yapılan baskında Gezgör arkadaş şehit düşmüştü. O günden sonra da Suruçlu gençlerin dilinden düşmeyen bir slogan duyulur oldu. Ve Suruç çarşısında dolaşan, onu tanıyan, tanımayan herkesin içince bir merak uyandırdı.
"Gezgör yoldaşın kanı yerde kalmayacak!"
"O, karanlık yolumuzu aydınlatan bir ışıktır!" diye ortalığı inleten sözler, herkese şu soruyu sorduracaktı "Mustafa Gezgör kimdir?"
Cesaretin böylesi düşmanı korkutuyordu. Bundan dolayı düşman, sık sık köylere inip halkı tehdit ederek bilgi almaya çalışıyordu. Gerillalar, bölgenin birçok yerine girmişti artık. Halkın gözünde birer melike gibiydiler. Gerillalar hakkında bilgi almaya gelen askerlere ve polislere gelince, halk onları zebani takımından görüyordu, çünkü halkı sürekli horluyor, onlara uygulamadık işkence bırakmıyorlardı. Geceleyin kapıyı çalmalar, bulabildikleri en küçük bir delikten evlere doluşan lağım farelerine benziyorlardı. Yeraltından gelip yine yeraltına kayboluyorlardı. Rüyaları kapkaraydı. Tıpkı yarasaların rüyası gibi...
Askerler kendilerine kötü davrandıkları için halkta inadına gerillayı daha çok sahipleniyordu. Özlemle bekledikleri aydınlık günlerin inanç tohumlarını ekiyorlardı. Ve sonucunu, geçen zaman içinde daha iyi göreceklerdi.
Yine uykusuz, yine sıkıntılı bir gecenin bir yarısında, nefessiz kaldığımı hissettiğim için kendimi dışarı atmıştım. Ayaklarım beni nereye götürüyorsa oraya doğru yürüyordum. Evimizin üç yüz metre güneyinde ekili tarlalarımız vardı. Yeni yeni ürün vermeye başlayan bu topraklara doğru, tıpkı o boğucu havanın ağırlığı gibi ağır ve sarsılarak ilerliyordum. Şakaklarımdan soğuk terler akıyordu, oysa geceydi ve geceleri hava serin olurdu. Gündüzün her tarafı yakıp yıkıp kavuran sıcağı yoktu. Gün ortasında ova sapsarı bir serap gibi görünüyordu insana. Çünkü Harran'da Temmuz ayları başka hiç bir yerde olmadığı kadar sarıdır.
İşte o zifiri gecede, ısısını gündüz güneşten toplamış olan toprak, hararetini hala korumaktaydı. O gece ortalıkta benden başka kimsecikler yoktu. Yani ben öyle sanıyordum. Sabahın erken saatlerinde güneş henüz yeryüzünü tam ısıtmadan, yöre halkı sulama işlerine başlayacaktı. Köylüler ekinlerini biçmişti ve şimdi, ikinci kez ektikleri pamuk tarlalarıyla ilgileniyorlardı.
Biraz dolaşmakla rahatlamayı umuyordum, ancak tek başına bu da yetmiyordu. Beni oyalayacak bir şeyler bulmalıydım. Sonra aklıma geldi. "iyisi mi tarlaları sulayayım" dedim. Evdekiler sabah kalktıklarında sevineceklerdi. Üstelik kalkmalarına topu topu üç saat kalmıştı. Kendime iyi bir iş bulmuş, hemen işe başladım.
Tarla sulama işleri yorucuydu, terden ve taşıma suyundan üstüm başım sırılsıklam olmuştu. Gömleğimi de çıkaramıyordum, etraf sivrisinek kaynıyordu. Ellerimle, kollarımla kovuştursam da faydası yoktu. Onlar çoktular ve gecenin bu saatinde benden başka bulaşacak canlı bulmamış gibi üstüme üşüşüyorlardı.
Her tarafı sular içinde kalmış olan tarlada kuru bir toprak parçası bulup oturabilmek neredeyse imkânsızdı. Zoraki bir yer bulup oturduktan sonra sigara çıkardım ve yakıp içmeye başladım. Sivrisineklerin sigara dumanına karşı duyarlı olduklarını biliyordum. Üst üste bir kaç tane tüttürünce onlardan kurtulacağımı umuyordum.
Gece çok sakindi. Tek bir yaprak kıpırdamıyordu. Ağır ve boğucu bir atmosferdi. Birden bir hışırtı sesi duyar gibi oldum. Elimdeki feneri, sesin geldiği tarafa doğru tuttum. Bir yukarı, bir aşağı, sağa-sola hızlı bir şekilde gezdirdiğim feneri, otların arasında belli belirsiz de olsa gözüme ilişen bir karartıya tutuyordum. Hareketliydi. Gördüğüm şey bir karartı olmaktan çıkınca iri cüsseli üç kişinin yavaş yavaş yaklaştığını fark ettim.
"Kimsiniz?" diye seslenirken sesim titriyordu. Sesim karanlıkta yayılacağına, daha boğuk bir şekilde bana geri dönüyormuş gibi geldi.
Hiç rahat değildim. O zamanlar geceleri ev ev dolaşan Özel Timler olurdu. Ortalıkta, tek başına gördüklerini öldürüyor, üzerinde de bir silah bırakıyorlardı. Bıraktıkları silahı öldürdükleri kişiye aitmiş gibi gösteriyorken, halkı da "biz terörist öldürdük!" diye kandırıyorlardı. Bu şekilde çok sayıda yöre insanını meçhule götürmüşlerdi. İster istemez içime bir korku düştü. Gelen yabancıların kim olabileceklerine dair hiç bir fikrim yoktu. Ya bana, "gecenin bu yarısında ne geziyorsun burada?" diye sorarlarsa diyordum. Korkumu bastırıp bu sefer daha gür bir ses ile sordum.
"Kimsiniz?"
"Biziz heval. Korkmana gerek yok" dediler.
Artık yaklaşmışlardı. Üçü de çok uzun boyluydu. İçlerinden hep bir tanesi konuşuyordu. Hep aynı kalın ses idi duyduğum. Feneri direkt yüzlerine tuttum. Birbirimize bakarken ki kısa suskunluk anından sonra onları oturmaları için buyur ettim. Daha önce oturmuş olduğum kuru yeri gösterdim onlara. Sonra bende yanlarına çömeldim. Yine aynı sesin sahibi:
"Kimin oğlusun?"diye sordu.
Cevap vermedim, çünkü kim olduklarından, heval olup olmadıklarından emin değildim. Sadece yüzlerine bakıyordum. Özel Tim de olabilirlerdi, heval de, ya da yoldan geçen civar köylülerden birileri de... Ama yanlarında kaleşnikof taşıyorlardı. Bu düşüncem de onların gerilla oldukları konusunda ikna edemedi beni. Bütün olasılıkları değerlendiriyordum kafamda. Hemen içimden "Özel Timler de kaleşnikof taşıyor,"dedim, fakat bunlar Kürtçe'de biliyordu. Askerlerin Kürtçe konuştuğunu hiç duymamıştım. Kafam karmakarışık olmuştu ve artık kendilerinden korktuğumu onlardan gizlemiyordum. Böylesi durumlara yabancı olduğum için nasıl davranacağım konusunda henüz çok tecrübesizdim. Yüzüme kim baksaydı, bunu hemen anlardı.
— Ee? Sen çok korkuyorsun. Adın ne senin?
— Mehmet’in oğlu Ahmet? Diye şaşkınlığını belirtti içlerinden biri.
Onun kadar ben de şaşkındım yeni duyduğum bu sesin sahibi karşısında. Sadece başımı salladım ve onayladım. Hiç konuşmadım.
-Demek Muhtar Mehmet’in oğlusun öyle mi? diye sürdürdü.
-Babanın durumu nasıl? Evde mi baban?
Ardı sıra bir sürü soru. Sanki babamı çok iyi tanıyormuş gibi söz ediyordu ondan. Gerçi babam muhtardı ve çevre köylerin hepsi tanırdı onu. İlk anın şaşkınlığına sıyrılmış, güvenli, ama yine de tedbirli bir ses tonuyla:
—He evdedir. Ne yapacaksınız? Diye sordum.
—Biraz işimiz vardı onunla, dediler.
Hiç inanasım gelmiyordu. Bu saatte babamla ne gibi işleri olabilirdi ki? Üstelik babam gerillalar ile görüşmeyeli yıllar olmuştu. Eski bir davaydı. Amcaoğlu Recep'in gerilla saflarına katılmasından sonra olmuştu ne olduysa. Onun katılmasını hiç istememişti. "Çoluk çocuğa karışmış koca adamsın. Ne işin var dağda? Sen önce şu çocuklarına bir bak. Madem dünyaya getirmişsin, sana burada kalıp onlara bakmak düşer" diyordu. Hiç gitmesinden yana değildi. O katılalı beri de gerillaya küsmüştü. Amcaoğullarından birini sorsalardı anlardım, ama babamı soruyor olmalarına bir türlü anlam veremiyordum. İçlerinden sadece bir tanesi konuşuyordu hep. Birden:
—Sen beni tanımıyor musun? Diye sordu. Şaşırmıştım. Nereden tanıyacaktım onu.
—Hayır, seni tanımıyorum.
—Peki, senin Recep adından bir amcaoğlun var mı? Diye sordu. Bir an için duraksadım. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Nereden biliyordu? Neredeyse bütün ailemizi tanıyordu. Sözünü ettiği amcamın oğlu Recep, altı yıl önce gerilla saflarına katılmıştı. Evden ayrılıp da gittiği günden beri yüzünü bir daha gören olmamıştı. O gün bugündür, evimize tek bir arkadaş uğramamıştı. Heval olduklarını söyleyen bu yabancılara durumu anlatıp anlatmamakta kararsızdım, ancak onca kaygım yersizdi, çünkü polis bile olsalar öğrenmek istediklerini bana sormadan çok daha kolay yollardan öğrenebilirlerdi. Nüfus kayıtlarını yoklayabilirlerdi. Örneğin; benden öğrenmelerine hiç gerek yoktu. "şimdi nerededir?" diye sorsalar da "İstanbul'da yaşadığını" söyleyip kurtulabilirdim. Kendimi toparlayarak daha büyük bir cesaretle:
—Evet var.
—Görsen tanır mısın? Diye sordu sonra. Görsem tanır mısın? Tuhaf... Gecenin bir yarsında çok ilginç sorulardı bunlar. En azından o zamanlar için bana öyle geliyordu. Aklımdan acayip şeyler geçmeye başlamıştı? Tam da; "İnsan amcasının oğlunu tanımaz mı?" diyordum ki, birden, "ya karşımdaki Recep ise" diye bir düşünce belirdi kafamda. Hemen el fenerine uzandım ve konuşanın yüzüne tutarak dikkatli bir şekilde inceledim onu. Oydu. Gözlerime inanamıyordum. Recep'ti. Deminden beri konuştuğum kişi, Recep'in ta kendisiydi.
-Görmeyeli çok değişmişsin! Gerçi bu karanlıkta yüzün de pek görünmüyor ya! Dedim, gülüştük. Uzun zaman olmuştu. Neredeyse sesini bile unutmuştum. Hemen boynuna atıldım ve sımsıkı bir şekilde sarıldım ona. İçim rahattı artık. "Kesin yanındakilerde hevaldir" diyordum. Onlara da sarılıp öptüm.
Tarla çok sulaktı. Her taraf çamur içindeydi. Öylesi yerleri sivrisinekler çok sever. Her tarafımıza doluşup rahatsız ediyorlardı. Arkadaşları bu işkenceden kurtarmak için onları eve buyur ettim.
—Haydi, eve gidelim. Siz şimdi yorulmuşsunuzdur. Gidersek biraz istirahat edersiniz, dedim.
Yalnız bir sorun vardı. Babam! Babam Recep'i görse bir kaşık suda boğabilirdi. Ne zaman ondan söz edilse çok sinirleniyordu. Sözümü değiştirip:
—Sizi amcamgilin evine götüreceğim, dediğinde:
—Yok olmaz. Sizin eve gideceğiz, diye tutturdular. Ben de onlara:
—Olmaz Heval! Babam "Recep'i bir görsem düşmana teslim edeceğim" diyor, dedim.
Yok efendim olur muymuş öyle şey, üzerinden nice sular akmışmış. Kızgınlıklar bu kadar uzun sürmezmiş. O da artık gurur meselesi yapıyormuş. Böyle dediler ve "illa sizin eve gideceğiz" diye tutturdular. Meğersem Recep babamın bu yaklaşımlarını daha önceden duymuş. Dediğine göre, babam ona, "bir daha o herifin yüzünü görmek istemiyorum!" diye bir de haber göndermiş. Aradan yıllar geçmişti belki, ama babam o günden bu yana çok fazla değişmemişti. Bunu onlara anlatmaya çalışsam da bana bir türlü inanmıyorlardı.
Aradan geçen altı yıl içerisinde Suruç halkı bir sürü acıya tanık olmuştu. Son yıllarda Gezgör arkadaşın yeniden gelişi halkı umutlandırmıştı. Artık davayı daha fazla sahiplenir olmuşlardı. Babam ise hala yerinde sayıyor gibiydi. Gerçi içinden geçenleri kimse bilemezdi, çünkü içindekileri nadiren dışa vururdu. Yaşı da buna uygundu. Duygularını kontrol altına alabilecek kadar engin bir yaşam tecrübesi vardı. Ara sıra Recep'in arkasından sövdüğü olsa da, bu eskisi kadar sık olmuyordu.
Evimiz, üç yüz metre ötedeydi. Eve doğru yürümeye başladık. Köy girişinde köpekler vardı, bir de evimizin önünde. Bizi duyunca hemen havlamaya başladılar. Elimle bir taşa uzanıp fırlattım. Taşı atar atmaz sustular. Gelen misafirlerle fısıldayarak konuşuyordum. Köy halkına hissettirmeden onları bizim eve ulaştırmalıydım.
Bizimkiler yaz aylarında dışarıda uyurlar. Ya damda, ya da bahçede, çünkü yazları evin içi çok havasız olur. Bahçe kapısının önüne vardığımızda yanımdaki misafirlere "biraz durup beklemelerini" söyledim.
"Bir şey olmaz, beraber girelim" deseler de kabul etmedim. Bahçenin giriş kapısının önündeki köpeğimiz uyuyordu. Yanından geçerken beni fark etti. Burnunu çekip kokladığını duyuyordum, ama hiç kıpırdamıyordu.
Evin giriş kapısının üzerindeki lamba gece boyu açık tutulurdu. Onu söndürmem gerekiyordu. Yoksa hem komşularımız, hem de babamlar yattıkları yerden uyansalar, içeride yabancı birilerinin olduğunu fark ederlerdi. O yüzden ilk işim o lambayı kapamak oldu. Ardından, yapay olduğu hemen anlaşılan bir öksürük sesiyle, gelen misafirlere içeri girmeleri için işaret verdim.
Köpek havlamaları ışığın söndürülmesi ve en son öksürme sesi... Hepsi üst üste gelince evdekiler şüphelenip uyandı. Gece yarısı saat bir sularıydı. Evdekiler tuhaf bir şeylerin döndüğünü anlamıştı. Arkadaşları çoktan içeri almıştım. Birden babam,
"Neler oluyor?" diye homurdanmaya başladı. Annem de uykusundan yeni uyanmıştı. O da bir şeyler mırıldanıyordu, ama söyledikleri pek anlaşılmıyordu. Sanki her an bir kavga kopacak ve ortalık karışacakmış gibi tedirgin bir hava içindeydim. Evimizin önündeki boş meydanda her an bir tantana kopacak ve köy ahalisi başımıza üşüşecek, diye korkuyordum. Babam bir kaç kez üst üste "kimdir o?" diye seslendiğinde önce ses vermedim. Ardından iyi bir şey yapmadığımı düşünerek;
—Baba benim, ben.
-Niye ışığı söndürüyorsun? Işığı yaksana oğlum, dedi.
Yalan söylemesini pek beceremezdim. O yüzden, doğrusu neyse onu söyleyecektim. "Baba hevaller geldi" diye seslendim, ancak yüksek sesle değil, fısıltıyla konuşuyordum. Annem hemen yatağından fırlayıp yanımıza geldi. Babam ise kendi kendine; "Ne hevali bu gece yarısı?" diye söylenip duruyordu. Yatağından kalkmış bize doğru geliyordu. Yalnız çok sinirli olduğu her halinden belliydi. Recep, işaret parmağını dudaklarının üzerine götürerek bana hiç karışmamamı tembihliyordu. Onunla birlikte gelmiş olan Kemal arkadaş da aynı şekilde. Kemal arkadaş aslen Suruçluydu.
"Babanı bende tanıyorum, öyle konuştuğuna bakma, duygusaldır" dedi. Kobanili olan diğer arkadaş hiç konuşmuyordu. Sanırsam biraz yabancılık çekiyordu. Annem yanlarına gelir gelmez hepsine aynı sıcak ellerini uzattı. Teker teker sarılıp içeri buyur etti.
"Hoş gelmişsiniz. Siz de hoş gelmişsiniz oğlum!" diye bir telaş, bir aceleyle gelenleri gizlice eve sokmaya çalıştı. Fısıldaşarak konuşuyorduk. Bir tek babam yüksek sesle bağırıyordu. Recep'i görünce açtı ağzını, yumdu gözünü.
-Ne işin var burada? Sana buraya gelmemen için haber göndermedim mi? Boyu devrilisice...
Daha da devam ediyordu. Annem onu zar zor tuttu. Neredeyse susması için yalvaracaktı ona. Kemal arkadaş araya girdi:
—Ayıp ediyorsun. Bir yeğenin gelmiş, onu da kovuyorsun. Onca yıldan sonra taş bile olsa değişir Muhtar Mehmet!
Yanlarına getirmiş oldukları Mahsum adındaki diğer arkadaşı göstererek:
—Bak bu arkadaşa! Taaaa Kobani'den buralara kadar gelmiş. Yazık değil mi?
Bütün bu tartışmalar olurken hala kapının eşiğinde dikilmiş duruyorduk. Herkes ayakta bekliyordu. Annem kollarından çekiştirerek içeri girmeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Misafirleri arka odalardan bir tanesine aldık. Anneme dönüp:
—Siz biraz oturun. Ben çay yapmaya gidiyorum, dedim. Babam bütün sinirini benden çıkarırcasına:
—Zıkkım yap! Gidin cehennemde oturun, dedikten sonra kapıyı çarpıp dışarı fırladı. Biraz dolaşıp tekrar döndüğünde bir başka odaya geçti. Onu tanıyanlar bu haline hiç şaşırmıyordu. İçlerinden onu tanımayan bir tek Mahsum arkadaştı. Karşılaştığı bu tablo karşısında ne diyeceğini bilemeyen bir ifade yüz çizgilerine tümüyle yansımıştı. Recep:
-Ben amcamı tanırım. O öyle şimdi göründüğü gibi değil. Bu o değil. Biraz sonra pişman olup kendisi gelir, dedi. Kendinden eminmiş gibi konuşuyordu.
Yemekler yenmiş, çaylar ikinci kez içilmişti, ama babam hala ortalıkta yoktu. Neredeyse sabah oluyordu. Son olarak ortalığa savurduğu küfürler, sanki vurulmuş birer tokat gibi hala kulaklarımızda yankılanıyordu. Recep, babamın gelmeyişine oldukça içerlemişti. Bize hissettirmemeye çalışsa da halinden anlıyordum. Dayanamayıp:
-O gelmeyecekse ben giderim, dedi sonunda. Annemin kolundan tutup çekiştirerek; birlikte yan oda da kalan babamın yanına gittiler. Odaya girer girmez konuşmaya başladılar. Sesleri bize kadar geliyordu. Recep'in sesi belirgindi; Ayıptır amca! Sen ne iş yaptığımızı biliyor musun ki? ile başlayan konuşmasının volümü giderek düşüyordu. Öyle bir an geldi ki, ne konuştuklarını duyamıyordum artık. Yalnız merak ediyordum dayanamayınca kapıyı çalıp, yanlarına gitmek için müsaade istedim. Odaya girdiğimde karşılaştığım manzara ilginçti.
Recep, babamın dizlerinin önüne oturmuş ve ellerini sımsıkı bir şekilde avuçlarının arasına almıştı. Babamın çok değil, sadece bir iki saat önce, bir buz kütlesinin ardından bakar gibi bakan gözleri, şimdi ıslaktı. Sarf ettiği onca küfürden sonra pişmandı sanki.
Recep onu nasıl etkiledi bilmiyorum, ama geceye doğan güneş gibi geldiler. Ve o sabah, daha her taraf aydınlanmadan Harran ovasından yürüyerek, sessizce ortadan kayboldular.
Mustafa Gezgör Yoldaşın Anısına
İhanet ve direniş; Kürt tarihinde vazgeçilmeyen ve tarih kadar canlı olan iki olgu....
Enkidu'nun Hun baba’yı öldürmesiyle ihanet tohumları serpilmişti Ortadoğu coğrafyasına. O zamandan sonra Kürdistan'da güllerle karaçalılar yan yana boy verecekti, çünkü her Mem ile Zin'in bir Beko'su olacaktı ve çağlar boyu yaşanan bir gelenek gibi günümüze dek sürüp gelecekti bu gerçeklik...
Ve ihanet Kürt'ün lanetli gerçekliği, Kürt'ün Enkiduları, Bekoları, Harpagosları...
Ve ihanet, insanlığı sırtından vuran ilk ve tek hançer. Ondandır acılarımız, daha derin, ama isyanımız da öyle, çünkü asla boyun eğmedik namerde, kalleşe, haine ve darağacında olsak bile, biz, o sehpalarda ihaneti yargıladık. Ondandır Pir Sultanların deyişleri; "Düşmanımın attığı taşlar değil, dost elinin attığı bir gül yaralar beni" ve bu yaralarımız hep kanadı, Dicle'ye, Fırat'a aktı, ama biz yine de direndik ve bu coğrafya tanıktır ki, bir defa olsun boyun eğmedik ihanete.
Ve direniş. Kürt'ün onuru, mirası, yiğitliği ve kutsal yaşamı...
Çünkü direniş, Kürdistan’ın özgürlük gülü, ihanete karşı asla solmayan, sararmayan ve karaçalıları aşıp hep gökyüzüne ulaşan...
Ve artık ihanete direniş Kürt halkının kaderiydi. İhanet için lanetli, direniş için onurlu dediğimiz kader... Ve bu kader ihanete karşı soylu direnişlerde, Şeyh Saitlerle, Seyit Rızalarla onurlu ölümlerde böyle sürmeye devam edecekti.
Kürt işbirlikçiliğinin ve ihanetinin artık bitmesi gerekiyordu. Bu kader değişmeliydi artık ve Hilvan-Siverek'te ilk mermiler sıkılmıştı işbirlikçi zihniyetin beynine. Zindanlarda yükselen "Yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz" şiarıyla bedenler tutuşacak, ihaneti de kendisiyle birlikte külleştirecekti.
Kürt tarihindeki ihanet ve direniş kendisini mücadelemiz içinde de en üst düzeyde gösterecek ve soylu direnişler tarihimize damgasını vurmaya devam edecekti. Nitekim tarih 1992 yılının başlarını gösteriyordu. Önderlik sahasından çıkan sekiz kişilik bir grup Suruç'a doğru yol alıyordu. Umut, inanç ve sevda yüklüydü yürekleri. Sınırları, tel örgüleri ve mayınları aşacaklardı ve kolay geçmemişti hiç bir yürüyüşleri. Alınlarından süzülen terler, günlerdir yıkamadıkları yüzlerinde zorlukların izlerini çizmişti sanki... Ve onlar ilerliyorlardı, sırtlarında çantaları, parti belgeleri, omuzlarında kleşleriyle, Kürdistan’ın bir parçasından diğer parçasına geçiyorlardı, bir dahaki geçişleri sınırsız olsun diye. Evet, bu grup Kemal(Mustafa Gezgör) arkadaşın grubuydu. Zorlu bir yürüyüşün sonunda Suruç kırsalına ulaşmışlardı artık.
Peygamberler diyarının acılı bir toprak parçasıydı Suruç, çünkü o da ihanetlere ve direnişlere tanık olmuş bir mekândı.... Coğrafya olarak ovalık olması gerilla mücadelesi içinde birçok dezavantaj yaratırken, oradaki toplumun içine sindirilmiş olan korku ve ajanlaştırılmış aile gerçeklikleri, gerillanın örgütlenmesini ve uzun süre orada tutunabilmesini engelliyordu. Bundan dolayı küçük gerilla gruplarıyla çalışılsa bile en fazla üç ay kalınabiliyor ve grup kendisini tasfiyeden kurtaramıyordu.
Kemal arkadaşın grubu alan müdahale olarak gelmiş, gelir gelmez çalışmaya başlamış, kısa sürede başarılı eylemler yaparak, alanda derin etkiler bırakmıştı. Daha önce alan sorumlusu olan Palo, yaşanan pratikten dolayı görevden alınmış, göreve Kemal arkadaş atanmıştı. Kısa bir zaman diliminde yaşanan bu gelişmeler düşmanı oldukça korkutmuş ve tedbir almaya yöneltmişti. Hatta "Kemal arkadaşın kellesini getirene iki milyar para vereceğini" söyleyerek işbirlikçilik ve ihaneti yeniden hortlatmak istiyordu. Aslında bütün bunlar düşmanın yaşadığı büyük korkunun bir ifadesiydi. Öyle ki bir defasında bir Türk subayı Kemal arkadaşı görmüş, fakat üstüne gitmeye korkmuş ve şöyle demişti; "Gezgör'ün sekiz bomba ve bir keleşle dışarıda olduğunu bilmiyor muyum ama kim üstüne gidebilir ki... Çünkü o kendisini özgürlüğe adamış bir APO'cu militandı, çünkü o, tarihte son sözü söyleyen direnişlerdendi...
Çalışmalar çok yoğun devam ediyordu, ama düşmanda içten içe yürütüyordu faaliyetlerini. Palo, merkezdeki çalışmaları düzenlemek ve hazırlık yapmak için bazı aileleri ziyaret edecekti. Ne var ki, arkadaşların bilmediği ve düşman tarafından önceden ajanlaştırılmış bir eve giden Palo'yu düşman ve yılların gelenekselliği olan ihanet beklemekteydi. İşbirlikçi bir evde yakalanan Palo, direniş ruhuna sahip çıkmamış, tarihten beri gelen iki çizgiden ihanete gidenini seçmişti. Gördüğü biraz işkenceden sonra çözülmüş ve bir bir yoldaşlarını ele vermişti. O da Enkiduları, Bekoları izlemişti...
Biten sonbaharın hüznü Suruç'un çamurlu sokaklarına birikmişti sanki ve kışın soğuk havası kendisini ölüm havasına, ihanet sisine büründürmüştü. Ve gökyüzünde hiç bir güvercin, hiç bir kuş yoktu sanki. Sadece keklik soyunun son türleri uçuşuyordu havada, ölümü, ihaneti ve kalleşliği haber verircesine...
Evet, Palo çözülmüştü. Kemal arkadaşla gruptaki diğer arkadaşlar kırsalda oldukları için bundan habersizdiler. Viranşehir'de bulunan Hamza arkadaş bu olayı duymuştu. Kemal arkadaşa haber vermek için durmadan telefon etmesine rağmen arkadaşlara ulaşamıyordu. Öte yandan ihanet, ağlarını örmeye devam ediyordu, sessizce ve kalleşçe...
Kısa bir zamanda çözülen Palo, Kemal arkadaşı telefonla aramıştı. Palo'nun ihanetinden habersiz olan Kemal arkadaş, Palo'nun verdiği adrese randevuya gidecekti, hem de bütün grup üyeleriyle birlikte, çünkü Palo ona, "Önderlikle telefonda görüştüğünü ve alan için acil bir toplantı yapılması gerektiğini" belirtmişti. İşte keklik böyle ötüyordu düşman kafesinden...
Kemal arkadaşsa, Önderliğin vermiş olduğu perspektifleri duyacak olmanın merakı ve heyecanı içinde bir an önce randevulaştıkları eve gitmeye can atıyordu. Buluşma saatine doğru sekiz arkadaş, önceden belirlenmiş eve doğru yol almaya başlamışlardı bile. Onlar, çoğu zaman beraber çatışmalara girdikleri, ölüme karşı göğüs göğse çarpıştıkları yoldaşlarından böyle bir kalleşliği beklemeden, iç düşmandan habersiz dıştaki düşmana karşı tedbir alarak ilerliyorlardı. Randevu yerine Palo'dan önce gelmişlerdi. Geldikleri ev yurtsever bir ailenindi. Onlar biraz sonra kendi evlerinde kopacak hengâmeden habersiz, arkadaşları görmenin sevincini yaşıyorlardı. Derken kapı çalınmıştı, gelen Palo olmalıydı. Onu karşılamaya evin büyük oğlu –ki kendisi milisti- ve Canda arkadaş gitmişlerdi, fakat kapıyı açar açmaz önceden etraflarını kuşatmış olan düşman, üzerlerine ateş açmıştı. Milis arkadaş hemen orada şehit düşmüş, Canda arkadaş da kendini dışarı atmıştı ve ardından da Bedirhan.... Bu iki yoldaş diğerlerini korumak ve düşmanı oyalamak için çatışmaya başlamışlardı, ama düşman bir kez etraflarını kuşatmıştı. Onlar da artık son anlarını yaşadıklarını biliyorlardı, ama ölseler de direnişe yaraşır bir şekilde öleceklerdi.
Kıyasıya bir çatışmaya tanık olmuştu bu kent. Güneş batmak üzereydi. Canda'yla Bedirhan omuz omuza çarpışmış ve her ikisinin de sadece birer mermisi kalmıştı. Son kez ufuktaki güneşin batışındaki kızıllığına bakarken, bir damla gözyaşı süzülmüştü Canda'nın gözlerinden. Doğup büyüdüğü yerlerden çok uzaktaydı şimdi. Kürdistan'ın Küçük Güney parçasından katılmıştı partiye. Bir bir yüreğine resimlediği kişiler geldi gözlerinin önüne. Savaşta anlam bulan yaşamına, şimdi savaşta son verecekti, ama bu daha da anlamlı kılacaktı yaşamını, çünkü o, direniş ruhuna sahip çıkacaktı ve o, teslimiyeti öldürecekti bu kurşunuyla...
Ve Bedirhan, kim bilir kaç defa sıyrılmıştı böyle zor anlardan. Boğazı kurumuştu ve yüreği yüzyılların çatışmasındaydı sanki. Bir bir yoldaşları geçmişti gözlerinin önünden. "demek buraya kadarmış" demiş, o da Canda gibi bir kaç gözyaşı dökmek istemiş, ama içinden "tutmak gerek" demişti. "son anda bile kendini tutmak..."
Sonra birbirlerine bakmışlardı. Yılgınlık, korku ve hüzün yoktu gözlerinde, aksine inanç ve umutla parlıyordu gözleri. Sanki biraz sonra hiç kapanmayacak gibi. Canda son kez silahını okşamıştı. Silahıyla vedalaşır gibi bir ifade belirmişti yüzünde. Bugüne kadar onu zor anlardan kurtarmış olmasına teşekkür ediyordu. Ve devrimcilere yaraşır bir şekilde sıkı sıkıya tokalaştı Bedirhan'la. Gerillanın her tokalaşmada hissettiği o sıcaklığı, yoldaşlığı ve paylaşımı yoğunluğuna hissederek... Çünkü bu son tokalaşmalarıydı ve narin parmaklar tetiğe giderken "Biji Serok APO" sloganlarını haykırdılar, ama Bedirhan'ın da Canda'nın da gözleri batan güneşe dönüktü ve sanki onlarda yarın gün doğumuyla, kapanmamış gözlerini yeniden açacaklardı. İhanete sıkılan ilk kurşunlardı bunlar. Hiç bir ihanet cevapsız kalmamıştı tarihte...
Çatışma bütün yoğunluğuyla devam ediyordu. İçeride altı arkadaş kalmışlardı ve durmadan çatışıyorlardı. Bu arada onlara ulaşamayan Hamza arkadaş, haber vermek için Suruç'a geldiğinde artık çok geç kalmış olduğunu görmüştü. Arkadaşlar çatışmaya girmişlerdi bile... Hamza arkadaş, etraflarının kuşatılmış olduğunu görünce düşmanın yoğunlaşmasını dağıtmak ve arkadaşlara bir geçit hattı yaratmak için düşmana ateş edip çatışmaya girmek istediyse bile, düşman bir kez avını yakalamıştı. Başına ödül koydukları kişi çemberlerinin içindeydi. Hamza arkadaşın girişimi etkili olmamıştı. Karşılıklı kurşunlar sürekli etkili olmamıştı. Karşılıklı kurşunlar sürekli vızıldıyor ve çatışma devam ediyordu. Düşmanın kayıpları da olmuştu ve evdekiler kararlıydı, son mermilerine kadar direneceklerdi. Belki kurtuluş olmayacaktı, ama düşmanın eline de sağ geçmeyeceklerdi.
Cephaneler yavaş yavaş tükeniyordu. M.Salih ve Kendal arkadaşların birer bombaları kalmıştı. Birden evin içinde "Teslim olacağız" sesleri yükselmiş ve sonra da evin kapısı açılmıştı. M.Salih ve Kendal arkadaşlar düşmana doğru ilerliyorlardı. Kafesteki keklik hoşnuttu ötüşünden, çünkü kafesine iki kişiyi daha alacağını düşünüyordu. Palo, o uğursuz sesiyle komutanın kulağına eğilip "Bunlar Salih ve Kendal " demişti. Onlar da Palo gibi Suruçluydular, ama onun gibi ihanetçi değil...
Evet, M.Salih ve Kendal arkadaşlar "teslim olacaklarını" söyleyip düşmanın içine kadar girmiş ve ellerindeki son cephaneleri olan bombalarının pimini çekmişlerdi, çünkü onlarda "teslim olmama" kararını vermişlerdi. Bu yüzden şehit düşeceklerse de bu kolay bir şahadet olmamalıydı. Onlar askerlere doğru ilerlerken, sanki gözlerinde Kawa'nın ateşini yansıtıyorlardı. Oysa düşman, zafer sarhoşluğunun da etkisiyle onların o kararlı adımlarını fark etmemişti bile. Bir de tüm heyecanlarına rağmen sakin sakin yürüyüşleri, kararlılıklarının bir yansımasıydı belki de. Ona rağmen "ya bomba patlamazsa, ya sağ yakalarlarsa bizi? Hayır, hayır sağ ele geçmeyeceğiz! Biz ölsek de kolay ölmeyeceğiz. Yılların intikamını almalı tarzımız" demeleri APO'cu vuruş tarzının onlardaki somutluğunu ifade ediyordu. Pimleri o kadar ani ve hızlı çekmişlerdi ki, düşman neye uğradığını şaşırmıştı. Ve paramparça olmuş cesetlerine rağmen, yüzlerinde özgürlüğe dair bir tebessüm kalmıştı. Sanki ikisi de sözleşmişti birbiriyle, bombanın o dehşetinde ve ölüm anında bile sarsılmamıştı inançları, umutları ve tebessümleri... Onlar özgürlük yolunda ölümsüzleşirken, ihanete ikinci darbeyi vurmuşlardı.
Evin içinde Kemal, Ferhat, Faysal ve Leyla arkadaşlar çatışmaya devam ediyorlardı. Saatler ilerledikçe cephane azalıyor, ama düşman da içeriye girme yolunu bulamıyordu. Çatışma esnasında Leyla arkadaş yaralanmış, akşamın altısında başlayan çatışma sabahın dördüne kadar devam etmiş ve onların da geriye sadece bombaları kalmıştı. İçerde dört kişiydiler ve içlerinden birinin mutlaka sağ kalması gerekiyordu. Bu olayın ve bulundukları ailenin suçsuz olduğunun partiye bildirilmesi ve Palo ihanetçisinin yaptıklarının yanına kalmaması için bir kişinin bu tarihi direnişin canlı bir şahidi olarak kurtulması veya sağ ele geçmesi gerekiyordu.
Karanlık odada dört çift göz birbirine bakıyordu. Sabahın ilk ışınları pencereden sızarken, sanki orayı aydınlatan güneş değil de, bu dört kişinin gözleriydi. Evet, şafak sökmek üzereydi. Kemal arkadaş pencereden bakarken "acaba güneşin doğuşunu son defa görecek miyiz?" demişti içinden ve sonra arkadaşlara dönmüştü. Bir komutan gibi net, yiğit ve kararlıydı bakışları. Tek tek bakmıştı arkadaşlara, Ferhat'a, Faysal'a ve Leyla'ya. Evet, kararını vermişti; bu görevi Leyla arkadaş yapacaktı, ama Leyla, gece boyu kanayan yarasının acısına dayanıp ağlamadığı halde, şimdi oturmuş hüngür hüngür ağlıyordu, çünkü sağ kalma görevi ona ölümden daha acı geliyordu, çünkü şu anda karşısında duran üç genç, üç yiğit, üç yoldaş olmayacaktı bir daha. Bir daha çatışmayacak, kızmayacak ve şaka yapamayacaktı onlarla.
Daha biraz önce bu eve gelirken, yürümekte zorlandığı için Ferhat'ın ona yardım edişini ve kendisinin gururlu ve kızgın bir edayla silahını vermeyişini anımsamıştı. Ve Faysal'ın "sayı arkadan gelsin" diyerek ona takılışını... Evet, geceler boyu omuz omuza çatıştığı bu insanlar bir daha olmayacaktı. Yani o çok bilmediği Türkçe dilini konuşurken, Faysal ona gülmeyecek ve Kemal yardımına koşup düzeltmeye çalışmayacaktı Türkçesini. Hem sonra ölümde bile beraberliğe söz vermemişler miydi? Nasıl olur da onları yalnız bırakabilirdi?
Kemal arkadaş, yavaş adımlarla ona doğru ilerlemiş, önce arkadaşlara dönüp bakmıştı, sonra da Leyla'nın yarasına. Faysal yine takılmıştı Leyla'ya "küçücük bir demir olan bu mermi için insan ağlar mı? Vallahi benim mermilerim hala vücudumda" Faysal son anda bile moral vermek istemişti yoldaşına, ama Leyla hüzünlü ve buruktu... Çünkü şimdi yüreği kanıyor, acısı daha derindi...
Kemal arkadaş, biraz sonra ebediyen gidecek biri değil de, bir komutan, bir devrimci gibi oturmuştu Leyla'nın yanına. APO'cu tarzın o ikna edici, metanetli, sabırlı ve yürekli kişisini temsil ediyordu şimdi. Leyla'yla bir kaç söz konuşmuş, ona görevini kavratmış ve "güçlü olması gerektiğini" söylemişti.
Çok daha fazla zamanları yoktu, ama yoldaşlarından da böyle buruk ayrılmak istemiyorlardı. Tek tek vedalaşmışlardı. Leyla'yla da "serkeftin" sözcüğünü fısıldayarak. Faysal kendisini tutmamış, Leyla'yla vedalaşırken bir çift gözyaşı süzülmüştü gözlerinden ve gözyaşları Leyla'nın yerdeki kanına karışmıştı.
Derken keklik yine ötmeye başlamıştı. Palo, cihazdan arkadaşlara "teslim olun" çağrısı yapıyordu, ama soylu direnişe ihanet olur muydu? Üstelik onlar APO'nun militanlarıydı. Hiç kalırlar mıydı bunun altında? Kemal arkadaş cihazdan "biz asla teslim olmayacağız, çünkü biz yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz" cevabını veriyordu. Bu sözleri söylerken o kadar sakindi ki, karşısındaki kişinin yitikliğini, küçüklüğünü görür gibiydi. Bu konuşmadan sonra son kez pencereden bakmıştı Kemal arkadaş. Güneşin doğuşunu görmenin sevinci kaplamıştı yüreğini. Artık huzurluydu, çünkü güneşi son kez de olsa görmüştü. Ve artık ufuktaki şafağın kızıllığı gibi kızıla boyanmıştı o ev. Kemal, Faysal ve Ferhat arkadaşlar bombalarını kendilerinde patlatıp ihanete en büyük darbeyi vurmuşlardı. Hem de "yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz." şiarını haykırarak. Olduğu yerde baygın olarak yatan Leyla, yaralı olarak düşmanın eline geçmişti. Kendisi de Canda gibi Küçük Güney'den parti saflarına katılmıştı. Zindanda dahi bu direniş ruhunu sergilemeye devam etmiş ve o direnişe tanıklık etmenin gururuyla mücadelesini sürdürmüştü. Mücadele tarihimizde sergilenen direnişlerden sadece bir tanesiydi bu. İşte güçlü mirasımız böyle direnişlerle yaratıldı. Kürtler, halen bu çizgiyi sürdürmeye devam ediyor. Bir yandan ihanet ve işbirlikçilik, bir yandan da PKK mücadelesi ve direnişçiliği. Bu, Kürt'ün bir kaderi belki de, ama sonsuza dek sürüp gidecek değil elbette. Çünkü
"Güllerin sonsuza koştuğu yerde
Sabrın çiçeklerini açtığı yerde
Asla kapanmaz açılan defter
Çünkü tarihin en güzel yerinde
Son sözü hep
DİRENENLER söyler."
Kod adı: Fikri
Adı Soyadı: Kerim Karatay
Doğum tarihi ve yeri: 1975- Mardin –Nusaybin
Ana adı: Emine
Baba adı: Ferhan
Katılım tarihi: 1998 Kelareş
Şahadet tarihi: 7 Aralık 2010 Güçlükonak Botan
Temmuz 1998 yılıdır. Kelareş alanıdır. Ben yeni tedavide dönmüşüm. Henüz ameliyatım tazedir. Alana gelmemi parti istemiş. Alanda çok yönlü çalışmalar vardır. Yaklaşık 120 arkadaş bulunuyor. Yine burada 40’ın üzerinde gerilla adayı vardır.
İlk iş alanda ne olup bittiğini öğrenmektedir. Bunun için ilk günden yeni gerilla adaylarıyla bir sohbet toplantısı yapıyoruz. Partiyi anlatıyorum, partideki yoldaşlığı, yaşamı. Ve tabii ki bir militan olmanın ölçülerini ve de bunun getireceği zorlukları.
Bir saat planladığım toplantı gün boyu sürüyor. Ben biraz partinin ne olduğunu anlatırken soru yağmuruna tutuluyorum. Söylenenlerin ışığında gençler söylenenlerle uyum göstermeyen yaklaşımları eleştiriyorlar. Böylelikle yeni gerilla adaylarıyla ilk günden bir frekansı yakalamış oluyorum. Devrim dinamizm değil midir? Ve bu gençlerin çoğu oldukça dinamiktir.
Yeni adayların içerisinde daha sonra şehit düşecek Tatvanlı Mervan var. Altın değerinde bir genç. Eğitim devresi bittiğinde biz yeniden metropollere göndermek istiyoruz ancak o ret ediyor. Ve Botan’ı önererek Botan’a geçiyor.
Ozan Hogir arkadaş var. Kültür cephesinde gelmiş. Gerilla olmak istiyor. Güzel sesiyle ayrı güzel bir renk. Oldukça göze batan bir canlılığı var. Morallerde seçkin yetenekleriyle de ayrıca bir renk. Daha sonraları Botan’ın Sıxurpaşa mıntıkasında şehit düşecek.
Daha oturmuş yapısıyla Ankara Haymanalı Fırat var. Zindanda birkaç yıl kalmış. Liseyi bitirmiş. Partiyi tanıyor. Bize yabancı değil. Zaten bunun için ilk eğitim kampında komutan yapıyoruz. Çok sonraları komutan olacak ve Dersim’e doğru yola çıkarken Haftanin alanında kör bir top atışı sonrası şehit düşecektir.
Burada dile getirebileceğim çok güzel gençler var. Kimisi şehit ve kimisi de halen dağların doruklarında mücadelenin en serti içerisindedir.
İşte bu gerilla adayı kampında ben ilk Fikri yoldaşla tanışacağım. O zaman daha sonra bizden kopan amcasının oğlu da var. O zaman güzel olan bu genç daha sonraları kararsız düşecek ve safları terk edecektir.
Fikri yeşil mavi gözleriyle, sakin duruşuyla, hafif çekingen utangaç davranışlarıyla hemen fark ediliyor. Çok konuşan değildir. En azından yeni gerilla adayıyken böyledir. Zarif bir boyu var. Dili çok ince. Türkçesi çok fazla düzgün. Tuhaf Mardinlidir ancak tek kelime Kürtçe bilmiyor. Bu bende ve diğer yoldaşlarda daha fazla ilgi uyandırıyor. Ve ilişkilenmemiz daha fazla oluyor. Ve öğreniyoruz ki Fikri Türk solu içerisinde kalmış. Ancak ailesi o zaman parti taraftarı hatta iki kardeşi de gerilla saflarında.
Evet, Fikri yoldaşımız da milyonlarca Kürt insanı gibi topraklarından koparılıp Türkiye’ye göç eden bir ailedendi. Türkiye metropollerinde büyüyen Fikri yoldaşımız, liseli yıllarında önce Türk soluyla ilişkilenmiş, ardından da ulusal direniş mücadelemizin yükselişiyle Kürdistan dağlarına yönelmiştir. Kürt Halk Önderliği’nin ülkeye geri dönün çağrısını, O, 1998 yılında başlatarak ülkesinin dağlarına geri dönmüştür.
Evet, Fikri arkadaşı böyle tanıyorum. 23 yaşlarında, tam bir filinta. Feodal anlamda da olsa çok güzel bir terbiye almış. Tabii ki bizim için önemli olan feodal terbiye değildir. Bizde önemli olan ve kabul gören beğenmediğine karşı açık tavır koyan kültürdür. Beğendiğine evet diyen, beğenmediğine hayır diyen kültürdür. Birde bizde kabul gören sosyalist kültürdür. Yani ortakçı ve komünal olan kültürdür. Ve Fikri yoldaş buna yabancı değildir.
İlk acemiliklerden sonra Fikri yoldaş utangaçlığını aşacak ve giderek yoldaşlarda daha fazla ilişkilenecektir. Kürtçe bilmemek onu sıksa da, öğreneceğini ona söyleyerek teselli ediyoruz. Ve başarılı bir eğitim ardından Fikri yoldaşımız artık gerilla oluyor ve yönünü Botan’a çeviriyor. Bu gençlere eğitim vermiş bir olarak gittikleri her yerde onları takip etmeye çalışıyorum. İmkân bulduğum yerlerde selam gönderiyorum. Ve Fikri ilk olarak Botan alanına geçiyor. İlk pratiği hareketli birliktir. Ve o hareketli birlikte uzun süre kalacaktır. Hareketli birlikler bir nevi eylem birlikleridir. En fazla hareket eden birlikler olarak en güçlü fiziki üstünlüğü gerektirirler. Ve Fikri yoldaş ilk deneyimi olan hareketli birlikte başarıyla çıkıyor. Kendisini her çalışmaya katacak düzeye bu şekilde getirmiş oluyor.
Arada birkaç yıl geçtikten sonra ben Fikri yoldaşı 2001 yılının başlarında Haftanin’de yeniden göreceğim. Artık olgunlaşmış bir gerilladır. Manga komutanı olmuştur. Artık Kürtçeyi çözmüştür. Kürtçe konuşandır. Utangaçlığı gitmiş, şaka yapandır. Takılandır. Ancak Fikri yoldaşın şakalarından her zaman bir ağırlık vardır. Bir ölçü vardır. Takılmaları da öyle. Ve tabii ben ona ilk gerillayı öğreten olarak onun yanında biraz özelim. Ve tabii o da benim yanımda çok özeldir.
Fikri yoldaşı muhabereye veriyoruz. Hem tepeciler hem de alanın muhaberesini yapıyor. Ve tabii ilk kez kullandığımız telefonlarda var, onlarda Fikri yoldaşa teslimdir. Güvendiğimiz saygın bir gerilladır. Aslında muhabereye vermenin bir diğer amacı da onun Kürtçesini daha ileriye taşırmaktır. Ve haklı olduğumuz daha sonra ortaya çıkacaktır. Ve o iyi bir Kürtçe konuşan olacaktır.
Haftanin alanında bir yıldan fazla birlikte kalıyoruz. Sevilen bir gençtir. Saygı uyandıran bir militandır. Güleçliğiyle ayrı bir renktir. Gülüşü oldum olası çok güzeldi. O gülüş o güzel gözlerle o kadar güzel bir uyum yaratıyordu ki! Hani filmlerde bazı meleklerden bahsedilir ya, Fikri yoldaşın o güzel yeşil mavi gözleri, yüzündeki gülüşle buluştuğunda o özlemini duyduğumuz melek oluverirdi. Birde o sadece gülüşüyle ve dış görünümüyle bir melek değildi. O oldukça katılımcıydı. Emekçiydi. Ve çok fazla özverilerle kendisini donatmış bir gençti. Daha sonra karargâha indiğinde ve karargâhta kaldığında bu özverili duruşu daha da göze batıyordu. Bilemem ama acaba Fikri bir gün bir yoldaşı kırmış mıdır(?) diye düşünüyorum da, herhalde hiç kimseyi kırmamıştır. Hatırlıyorum tepedeyken eski olupta biraz işlerin içine düz giren bir komutanımız vardı, belki Fikri yoldaş birkaç kez bu yoldaşımızı eleştirdiğinde incitmiştir. Ona da kendim inanmıyorum, çünkü Fikri yoldaşın eleştiri üslubu dahi kendine has güzel bir üsluptu. Dağıtan üslubu siz ondan bulamazdın. Onun dili ve üslubu hep yapıcıydı. Güleçliydi. İlk başlarda Kürtçe denemelerinde bu dil sürçü lisanla daha da renkliydi. Ancak bu dönemlerde bile kendisine has hoş bir rengi vardı. Ve o bu rengiyle zaten çok fazla el üstünde tutulandı. Nitekim bunun için Bahoz arkadaşın da çok değer verdiği genç bir militandı.
Ve daha sonra ben alanda ayrılıyorum. Ve o Haftanin alanında kalmaya devam ediyor. 1 Haziran 2004 hamlesini parti kararlaştırdığında o zaten bu hamleyi kuzeyde karşılayanların arasındaydı. Bu bağlamda hamleye ilk katılanlardan bir tanesi de o oluyor. O yönünü Botan’a veriyor. Botan’da önemli tecrübeler ediniyor. Ve ben onunla daha sonra yine görüşeceğim. Arada bu kez birkaç yıl geçmiş. Bu kez o Botan’da dönmüş. Ancak bu kez oldukça gelişmiş. Komutanlığını biraz daha ilerletmiş. Kararlığı daha keskinleşmiş. Parti tarihimizin en zorlu süreçlerinden geçerken, ihanet ve işbirlikçiler güneyde bizi, halkı oldukça zorlarken Fikri yoldaş bu ihanetçi yaklaşımlara inat yönünü yine Botan’a veriyor. İhanete, işbirlikçiliğe, inançsızlara verilecek en iyi cevap sıcak ülke topraklarıdır diyerek o yine en ön saflarda yerini alacaktır.
O süreçte daha önce saflara gelmiş olan ablası ve kardeşi mücadelede kopacaklar. Ancak onun etkileneceğini düşünerekten yumuşak ve alttan alma girişimlerine o gülerek geçiyor. Ve bir ara onu da çekmek istediklerini ekliyor. “Biz dağlarda yeni yaşamlar yaratmak için gelmişiz, yarı yoldan dönmek için değil” diyor. Değil ki üzülmüyor ancak bu ihanete inat o Botan diyor ve Botan’a yönünü veriyor.
O Botan’dayken haberlerini alıyorum. Daha önce Hakkâri de kalmıştı. Yine Besta alanında kalmıştı. Bu kez Gabar ve Mardin alanlarına doğru açılıyor. Oralarda çalışmalara katılıyor. Bir anlamda ana topraklara dönmüş. Zaten aslen Mardin daha doğrusu Nusaybin doğumlu. Ancak o Ege’nin incisi olan İzmir’de büyümüştür. İzmir’i de çok seven bir militandır. Ne de olsa çocukluğu ve gençliği ve belki de ilk sevdaları burada yaşanmıştır. Yaşanmışları lanetlemek kitabımızda yoktur. Bizde yaşanan her olaydan çıkarılacak dersler vardır. Yaşananlardan kaçmak değil yüzleşmek vardır. İşte bunun için o İzmir’i de çok seviyor. Ancak doğduğu ancak çokta tanımadığı topraklara dönmeye kutsallık atfetmektedir. Ve o görkemli bu ana topraklara dönüyor.
Evet, ülkeye, ana topraklara, öz kültürüne, dağların doruklarına bir kahraman gibi çıkan çok değerli bir halk evladı olmak, geleceğe aydınlık bir fener olmak için o ana topraklara yöneliyor.
Bu görkemli buluşmayı ana topraklarla yaşarken, İlan ettiğimiz tek taraflı eylemsizlik kararına rağmen, 7 Aralık 2010 tarihinde Fikri yoldaşımız Güçlükonak’a yakın bir alanda göreve giderken, TC ordusunun kurduğu pusu sonucu şehit düşüyor. Ve yüreklere su serpen bir yoldaşı kaybetmenin acısını yaşıyoruz.
O yani Fikri yoldaşın en belirgin olan özelliklerinden bir tanesi hep güleç olmasıydı. O, bulunduğu her ortamda moral ve coşku düzeyiyle yüreğimize taht kuran biri olarak belleklerimizde kalacaktır. Öyle ki onu tanıyan, onunla yaşayan, birlikte hava teneffüs etmiş hiçbir yoldaş ondan bir gün bir rahatsızlık duymamıştır. O, yeşil-mavimsi gözleriyle yüreklere su serpen yoldaşlığıyla da her zaman anılacaktır.
Fikri yoldaş bu yoldaşlık meziyetleriyle yaşama her zaman güzel bir renk olmuştur. En zorlu alanlarda kalarak, PKK direniş kültürünün nasıl temsil edileceğini her zaman duruşuyla göstermiştir. İhanetin, işbirlikçiliğin, karamsarlığın kol gezdiği yıllarda o en ön saflarda 1 Haziran 2004 direniş hamlemizin kahraman bir neferi olarak Botan’da çalışmalara katılmıştır. Ardından tekrar eğitim alanlarına gelmiş olsa da o aldığı eğitim ardından sonra hemen yine Botan sahası önermesi onun direnişe biçtiği misyonu bize gösterir.
Ve o güleçliğiyle, moralli duruşuyla, devrimi olan sarsılmaz inancıyla, bitmeyen tükenmeyen enerjisiyle, ihanete karşı en iyi cevabın mücadelenin en sıcak ortamlarından verileceğinin bilinciyle Botan’da kalır.
Evet, işleri sadece ve sadece kalleşlik olan bir askeri gücün kurduğu pusu sonucu onu şahadetler kervanına uğurluyoruz.
Evet, çok değerli bir komutan ve savaşçımızın acısını yaşıyoruz. Gelecekte daha büyük çalışmalar yapabilecek bir yoldaşımızın acısını yaşıyoruz. Ancak biz Fikri yoldaşımızın uğrunda canını koyduğu bu davanın takipçileri olarak, ona sonuna kadar bağlı kalacağımızın sözünü yeniden yeniden veriyoruz. Yeniden yeniden daha güçlü bir duruş için mücadelemizi başarıya götürene kadar, kesintisiz mücadele edeceğimizin sözünü veriyoruz. Söz verilmiş ise gerisi sadece ve sadece bu söze denk yaşamaktır. Biz ise çoktan sözümüze bağlı olarak yaşamaya ant içmişiz.
Bunun için Fikri yoldaşlara yoldaş olmak isteyen tüm gençleri, dağların doruklarına çağırıyoruz.
Kasım Engin
Uzun yıllar ve yollar ardından haberini böyle almamalıydım. Bir selamını, olmadı gülen yüzünü, muzip bakışlarını görmeyi beklerken “şehit düştü” sözünü duymak da varmış.
Kürtler, dağlı halk olarak bilinse de yüzyılların göç akımları ve değişen yaşam koşulları birçok Kürt’ün aslında dağlarla arasının iyi olmadığı gerçeğini de gösterdi. Somut ve coğrafik anlamda dağdan uzaklaşan Kürtler, dağın insana kazandırdıklarından da mahrum kaldılar.
Bin yıllarca evi olmuş dağlarda yaşamı, savaşı, varlığı ve yokluğu öğrenen Kürtler çok şey borçlu oldukları dağların dilini de en iyi anlayan halklardandır. Bir söz değildir sadece ya da basit bir tanımlama. Esen rüzgârından, tenine değen yağmur damlalarına kadar, yetişen bitkilerinden, yerlerde açılan çukurlara dek ruhunda hisseder Kürt dağı. Direngenliği, asiliği, uzaklığı ve koruyuculuğu bir karakter gibi işlemiştir Kürtlerin genlerine. Akan sularının berraklığı ve deliliği, hizaya gelmez, söz dinlemez, engel tanımaz akışı sıkça anlatılan hikâyelerinin de merkezindedir Kürtlerin. Yabani hayvanı, kuşu, böceği öylesine bir uyum ve ahenkle renk cümbüşü yaratır ya, Kürt halkı da biraz öyledir. Çok farklı, çeşitli, renkli ama kendi içinde müthiş bir birlik.
Çocukların dağlarda yetişeni de farklıdır bu yüzden. Öyle basit, korunarak, kavgasız, edilgen yaşanmaz dağlarında Kürdistan’ın. Daha çocukluğundan itibaren bilir her Kürt yaşamın ne menem bir kavga olduğunu. Düşe kalka, alışarak ve gittikçe severek bir parçası olur dağın, yaşamın ve insanın.
Böylelerine şanslı denir Kürtlerde. Emeği görmüş, gayretle büyümüş, özüyle yaşamıştır çünkü. Kuzeyde, güneyde, doğuda, batıda, dört parçasında Kürdistan’ın dağla içli dışlı her kişiliğin, karakterinin aşağı yukarı böyle olduğunu bilirsiniz.
Tanıdığım Bedran, gördüğüm, yaşadığım ve ölesiye sevdiğim Bedran da dağlı Kürt’ün en güçlü ve çarpıcı örneklerinden biriydi. 10 Aralığında 2010 yılının artık olmamak üzere gitti dağlarından, yaşamdan, bizden…
Ağlamak çare değildir denir. Bağlılık gözyaşlarıyla tarif edilemez ya da. Bir de büyümekle ters olurmuş ağlamak. Ama ağlamamak, Bedran ismini anarken gözyaşlarını tutabilmek tanıyan için kolay değil. Bedran’ı görmüş, yaşamış, Kürdistan ananın koynunda gerillacılık yapmışsanız bu çok zordur. Binlere karşı savaşmaktan, yüzlerce kiloluk bombalara direnmekten daha zor.
Ne denirse densin, nasıl anlatılırsa anlatılsın bazı gidişlerin ardından selama durmak lazım gelir. Öyle bir an, bir dakika, birkaç saat değil. O gidişin ardından artık hiçbir şeyin, hiçbir sözün ve duruşun eskisi gibi olmaması gerekir. Yaşanılanların, hayallerin ve sözlerin hatırına artık geride kalanların omuzlarındaki yük daha ağır, sorumluluğu daha büyük olur. Bu yüzden layık olmanın o zorlu, çatışmalı ama onurlu mücadelesiyle yüz yüze kalır geridekiler.
***
Dağlarda, hele bir de ona yabancıysanız kaybolmak çok kolaydır. Bir gerillanın ise en büyük avantajı evi bellediği dağı iyi tanımasıdır. Gerillacılıkta yol bilen, araziyi tanıyana değer de daha bir fazladır. Yol bilen, mücadeleyi taşıyan, devinimi yaratan, insanları, hedefleri ve yarınları birbirine bağlayandır. Dağlı Kürt, dağlarla kurduğu iletişim ve onun bedeninin her köşesinde bıraktığı izi takip ederek istediği ve ulaşmak istediği her yere rahatlıkla ve zorlanmadan ulaşır. Belki de Bedran arkadaşın en tanınan, en bilinen özelliğinin kuryelik, yani yol bilen olması da buradan gelir. Dağla büyüyen Bedran, dağın anlamını büyüten olur.
Gerillaya sempati duyan her insanda kızıl ufka doğru yürüyen, adı, sanı bilinmeyen eli kleşli gerilla fotoğrafı ne anlam ifade ederse Bedran onun fazlasını verirdi. En asi kayalıklarda ölümle dalga geçercesine bir dağ keçisinin peşinde izlerken O’nu, ya da zirvelerine yakın yerlerinde Gabar’ın düşmanın peşinde koşuşunu, anlardınız ki bir gerillayı izliyorsunuz. Kimi zaman kurye, kimi zaman komutan, kimi zaman eğitmenci, kimi zaman haylaz bir çocuk, kimi zaman usta bir avcı, kimi zaman duygulu ve hüzünlü bir sanatçı, kimi zaman durmak bilmez coşkun bir nehir ama her zaman yeterli, doygun ve usta bir gerillacı.
Bedran, gerillalaştığı 15 yıl boyunca her gününü dağların verdiği ile yetinerek, daha fazlasını hiçbir zaman istemeden yaşayarak geçiren bir dervişti. Çocuklara has saf, temiz karakteri dağların kazandırdıklarıyla büyük bir kişiliğe ulaşmıştı. Emekçiliği, dayanıklılığı, bağlılığı, enerjisi en önde olan Bedran, Kürdistan’da yürütülen mücadelede kalıcı izler bırakan ender insanlardan biri olmayı bildi.
Bedran, tüm gerilla yaşamının her anında dağ sevgisini eksiltmeyerek gerçek aşkı yakalayabilen ender insanlardan bir oldu. Gönlündekini sınırlandırmadan, sevgisini gizlemeden sunan Bedran, içi kadar güzel yüzünde hiçbir tepkisini saklayamazdı. En küçük hatada bile yüzü kızaran, kendine güvendiği konuda müthiş inatlaşan, bildiği bir doğruyu savunurken inanılmaz derecede kararlı duran, bilmediklerini öğrenirken bir çocuk gibi meraklanan, düşmanın üzerine yönelirken fırtına gibi esen Bedran, herkesin örnek alması gereken bir ölçü olarak Kürtlerin ve dağlıların tarihine yazıldı.
Gabar dağının direniş kültürünü ve savaşın kalbi rolünü en iyi hissederek yaşayan, öğrenen Bedran, Gabar’laşan, Gabar ile anılan büyük komutanlarına layık olmasını bilerek bu kültürün devam ettirilmesinde kendisini bir basamak yaptı. O, geleneğin korunmasında en hassas, en örgütlü, en disiplinli gerillalardan biri olarak yaşamında yarattığı etkiyi şahadetinden sonra da herkese göstermeye devam edecektir.
Nice Bedran’lar yaratan Kürdistan dağları bir evladını daha yitirdi.
Acımız, gidiş şeklinedir. Gidişine değil.
Ama bilinsin ki Bedran düşüncelerimizde, hafızalarımızda yer ettiği müddetçe baş koyduğu yol, izlediği ve inandığı yol sürecek, Bedran’ımızı bizden ayıran her türlü düşman bertaraf edilecek, sevdalandığımız Kürdistan dağları özgürleşecektir.
Mücadele Arkadaşları
Afrîn Ahmed Fuad
Navê kod: Cesur Colemêrg
Navê rast: Beytullah Özkan
Dîroka beşdarbûnê: 2006
Dîroka şehadetê: 6. Îlonê. 2010
Gerîlla; erê gerîlla. Ev peyva bi şîroveyan dagirtî. Her yek ji me vê gotina Gerîlla gelek – gelek bikar aniye, çi di rojaneyên xwe de, çi di bîranînên xwe de, çi jî bi devokî aniye ziman... Gerîlla tê bi lêv kirin, lê ya herî rast dikare gerîlla bi lêv bike ancax gerîlla bi xwe be. Ji ber yê ku hemu kêliyên vê jiyanê jiyan dike, hîs dike û pêk tîne ew bi xwe ye.
Bê guman her yek ji me jî rûmetiya vê jiyanê pir baş dizane, her dixwaze li gorî rûmetiya wê tevbigere û tevlî jiyana wê bibe.
Gerîlla peyva ku nayê bi lêv kirin, ancax bi jiyan kirina wê bê hîs kirin. Bayê azadiyê a bi serbestî di bedena her gerîllayekî de diherike, ancax bi kişandina hilmeke çiyayî nav gerîlla de bê hîs kirin. Di gerîlla de parvekirina pariyeke nan tê çi wateyê, ancax bi jiyan kirina wê were fêmkirin. Di gerîlla de dayîna îskana (bardak- qedeh- gilas) avê ji hevalê xwe re di kela germa havînê de tê çi wateyê, dîsa ancax bi jiyan kirina wê bê hîs kirin. Her wiha piştî westana meşa şîverêyên (patîka) dûr, di kela germê de, di seqema sermê de vexwarina îskaneke çayekî çi hestan digerîne, ancax bi vexwarina wê avê a nava koma gerîllan de were hîs kirin.
Jiyana nepen (gizemlî) a gerrîlla jî di hevaltiyê de digihîne asta herî jorîn; ji ber gerîlla ew mirovê ku her dem, çi bi navber çi bê navber jana veqetînê jiyan dike. Gelek caran ev veqetîn dibe ya dawî; lewra bi jan dibe rondikên di çavan de dixeniqe.
Kî dizane ka her yek ji me çiqas car giriya û di nav giriyê xwe de ma?. Kî dizane ku me çend caran jî dilê xwe bi ser giriyê xwe girtin?.
Heval! Her yek ji me baş dizane ka êşa winda kirina her rêhevalekî xwe tê çi wateyê. Her çiqas di navbera me de çiya hebin, rê dûr bin lê em hevdu baş hîs dikin. Êşa me her mezine di kêliya bihîstina her şehadetekê de; lê ya ku ev hevalê şehîd hevalekî / ê ku mirov baş nasdike?, Gelek rojên xweş, zehmet, bi ken û bi girî parve kiribe, wê demê em hemu dizanin ku êş hîn mezintire.. ...
Gelek hevalên şehîd jî hene şehîd dibin, roj û sal ser şehadetbûna wan de derbaz dibe lê herdem çavên mirov li benda roja hatina wan dimîne di riyan de. Dil di kela hestên kovaniyê (özlem) de melevaniya nav rondikên bi xwîn dike; dîsa ji bîr naçe ew mirovên hêja...
Vaye îro hevalno weke her carê ezê qala giyangerekî azadiyê dîtir bikim. Dibe ku hûn bêjin gelo ev heval çawa dikare evqas binivîse, çawa dikare binivîse evqas heval? Lê xeman nekin ez ê ji were bêjim veşareya (sır) van bêjeyên xwe.
Dema her nivîsekî de ez pêl dilê xwe dikim; ta ku bikim lênûsek pak ji rêhevalên xwe re û ji çavan rûndikan diguvêjim ta bikim peyv bibarînim ji rêhevalên xwe re. Bi bîr û baweriya ku pêwîste jiyana bi rûmet a giyana şehîdan bibe dîrok, wê demê diherike peyv ji nav dil, ta bibin rêze nivîsên ku her kesê hevalên xwe meraq dike bixwîne.
Rêber APO di vê mijarê dibêje: ‘’ ji şehîdên ku di dil de veşartîne, binivîsin helbest... binivîsin roman.... ‘’. Lewra heval; ezê îro hestên veqetînê û çend rêzgotinên dilnizim rêk û pêk bikim li hember giyana giranbûha a Rêhevalê xwe yê delal şehîd Cesur COLEMÊRG.
Cesur COLEMÊRG kiye?
Lawê nazdar yê ber sînga dayika xwe ye, Kurê şirîn û pişta bavê xwe ye, birayê delal û taca xuşik û birayê xwe ye, hevalê rasteqîn yê hevalên xwe ye, milîtan û rêhevalê bê kêmasî yê Rêberê xwe ye, şervan û parizvanê gelê xwe ye, zêrevan û tekoşerê azadî û heqîqetê ye, yê ku em çend bêjin nayê zimane, yê ku peyv lewaz û kêm dimîne ji danasîna wî re.
Naskirina rêheval Cesur: Zêde kedekî awarte naxwaze ji bona naskirina wî. Ji ber ku heval Cesur ji zûde amedeye. Bêyî ku mirov kedekî mezin bide, mirov dît ku hevalê Cesur ji zûde ketiye tevgerê ji bo te nasbike, pêre xwe jî dida naskirin.
Ger tu bêdeng be; ji xwe hevalê Cesur wê însiyatîfê ji te bigre di dandin û standinê, bêdengiya te dişkîne û rûyê te bi kenan dixemilîne. Na ger tu vekirî be, ji xwe dîsa hevalê Cesur ji zûde amedeye ji bo dandin û standinê, lê ger tu ne li gorî pîvanên hevattiyê be ji xwe hevalê Cesur ji zûde ketiye liv û tevgera duz kirin taybetmendiyên te, hîna haya te nîne qe şaş nebe ji ber ku hevalê Cesur ji zûde tekoşîna xwe jî bi tere despêkiriye. Yanî hîna bala te zêde nekişandiye wê hevalê Cesur rêbaza ketina dilê te dît be... yanî di kêliyên despêkê yê hevdîtinê de ewqas bi dil germî nêz dibe êdî mumkun nabe ku mirov jî pêre dil germ nebe. Weke gelek zarokên vê xakê û axa xwe dilgerm bû rêhevalê me.
Dilnizmiya rêheval: Di her aliyê jiyanê, ji kenên te heya giriyê te hevalê Cesur li gel te ye. Di kîjan warî de tu destek bixwesta hevalê Cesur ji zûde amede bû ji bo alîkariyê. Ji karên herî biçûk heya karên herî mezin bê guman amedeye. Ger tu difin bilind be dilnizmî ji wî (yanî hevalê Cesur) tê, na ger tu dilnizim be, ji xwe ew te bê bersiv nahêle. Vê dilnizmiya te û xwe ji te dilnizimtir dikir. Bi mezinan re mezin, ciwanan re ciwan û bi zarokan re zarok... Lê li her derê Apociyê, xwedî cihê baweriyê bû...
Rûkeniya rêheval: Qet jê kêm nedibû, herdem rûken bû. Mirov jî bi xwe re dixiste nava hestên keyfxweşiyê, yanî bi nêrandineke tenê hosteyê giriyê te kirina ken bû. Min ew kêm bê ken dît, yanî bêyî ku ji cidiyeta xwe kêm bike herdem yê herî rûken bû.
Êşa veqetînê û şehadeta hevalan gelek ji kûr hîs dikir û bîranên wan parve dikir, wê demê mirov hestên hesreta di dilê wî de mayî pir baş ferq dikir di rûyê wî de. Hele dema ku mijar dibû mijara Rêbertî, ez bûm şahîdê gotina wî di vê derbarê de ‘ax... ax heval tenê min carekê bidîta besê min bû ’. Yanî ji derveyî van rewşan herdem hevalê me Cesur yê rûken bû.
Cidiyet û rêzdariya wî: Ti caran tawîz ne dida di karê xwe de, çi kar be bila bibe herdem bi cidiyet nêz dibû, ji ber ku bawer dikir ku her kes pêwîste cidî nêzî karê xwe bibe, ji ber ev kar dikeve xizmeta azadiya gel û Rêbertiyê.
Dema ku kêmahiyek dihate jîyîn jî mirov didît ku hevalê Cesur ji zûde hesabê ji xwe dixwaze. Di ziraviyên karê xwe de hoste bû, lewra bêyî ku hesab jê were xwestin ji zû de wî hesab ji xwe girtiye û kiriye hêrs da careke din neke...
Ji hemû hevalan re bi rêzdarî nêzdibû, qet nediket nêzîkatiyên ku rêzdariya hevaltiyê xirab bike. Lewra her kes jê re bi rêzdarî nêzdibû, ew jî ji her kesî re. Yanî rêzdariya wî mirovê li hember wî jî dikşand heman nêzîkatiyê...
Hevaltiya wî: Gelek caran dema ku em bi hevre jiyan dikin, em nirxê hev û du baş nizanin, dilê hev di cihê vala de diêşînin, aciz dikin û h.w.d. Lê dema ku hevalekî mirov şehîd dibe, êdî em dest bi pesndayînê didin, weko hîç tiştên berê neqewimîn. Yanî em nirxê hev û du di jiyana hev û du de nizanin, pişt re dema ku rû bi rûyê rewşa şehadetê tên em jî poşmaniyên xwe li çongên xwe didin.
Lê hevalê Cesur ne wisa bû, nirxê hevaltiyê baş dizanî bû, ji ber ku êşa veqetînê jiyan kir bû. Li gorî wê jî pîvanên xwe yê hevaltiyê danî bû, ji ber ku ez bi xwe jî di heman fikrê de bûm. Car – car nîqaşên me pêş diketin di vê derbarê de. Lewra ez bi hêsanî dikarim bêjim ku hevaltiya hevalê Cesur bê kêmasî bû, dibe ku kêm be. Ji ber demeke dirêj min ew heval naskir lê ti caran ez nebûm şahîdê kêmasiyeke wî derbarê hevaltiyê de. Yanî mirov dema ku jiyan dike dibe ku bibe sedemê aciziya hinek hevalan. Lê hevalê Cesur ne wiha bû, bê sînor ezîzê hemû hevalan bû, her kes jê hezdikir heta bê sînor jê hezdikirin. Ev jî ji ber ku hevalê Cesur bêyî sînor bû di heskirina xwe ya hevaltiyê de.
Herdem hevalên xwe hîs dikir û li gel wan bû. Ev heskirina xwe ti caran bi dev ne di anî ziman, lê ji ber ku dilpak û dirust bû mirov dikarî hevaltiya wî di teysandina çavên wî de bibîne.
Pêvajoya ku em bi hevre man gelek qala hevalên xwe yên şehîd dikir û ji kûr de êşa şehadetê wan jiyan dikir. Herdem hevalên xwe radikir di dilê xwe de, lê ji ber veqetînê jî herdem bi axîn bû.
Lewra mirov dikare bêje ku dema hevalê Cesur hate civata hevaltiyê, mumkun nîn bû ku cihê wî ne diyar be. Ji ber ku di hemu sohbetên hevaltiyê de xwedî cihekî diyarde bû. Di hemu aheng û moralan de bi deng û henekên xwe dixemiland civata hevaltiyê. Strana ku herî jê hezdikir jî Têlî û Cenbeliyê Hekarî bû. Xwedî dengekî çiyayî bû, stranên dengbêjiyê gelek bi pisporî li ser lêvên xwe digerand.
Dema ku zerareke digihîne hevalekî /ê hevalê Cesur dikete nav liv û tevgerê da ku bikaribe tiştekî bike, yanî çi pêwîst be hevalê Cesur amede bû ji bo pêkanînê...
Canbexşiya wî: Bêyî gotin dîsa yê amede herdem ew bû, yanî hertim di nava liv û tevgerê de bû. Vala ne disekinî, bi awayekî teqezî karekî wî hebû. Ji çûyîna erkan bigere heya karê hûr, ger kar tine ba elbet wê ji xwe re kareke bidîta. Wê pêşinyar kiriba ku tiştekî bike... Ji bo gihandina hewara hevaltiyê yê li pêş bû... Di rewşên awarte de jî pêşeng bû...
Wêrekiya wî: Weke navê xwe wêrek û cesur bû, di çûyîna ser dijmin de bêyî tirs bû. Çav tarî bû, tenê xwe di hedefê xwe de kilît dikir. Di gelek çalekiyan de cih girtiye, rexmî ku zêde kevin nebû jî lê xwedî cihê baweriyê bû di warê wêrekiya leşkerî de.
Di gelek rewşên awarte de jî yê ku cih li refên herî pêş digirt dîsa ew bû, lê dîsa ev ji bo xwe her kêm didît, lewra bi heter (ısrar) pêşinyara çûyîna bakur dikir. Mirov bêje biryara çûyîna bakur dabû belkî hîna di cîh de be. Di vê mijarê de jî gelek caran nîqaşên me pêş diketin û dîsa bûm şahîda axîna ku ji dil diavêt ji bo çûyîna bakur ku digot ‘’ ax ... ax heval tenê ez biçim Botanê ez tiştek din naxwazim ji dinyayê ‘’. Herî dawî jî gihişte mebesta xwe ya bi rûmet.
Nêzîkatiya wî ji tekoşîna jin: Hevalê Cesur dibe ku nû bû, di warê fikirî de zêde ne kûr bû. Lê bîrdoziya Rêber APO a azadiyê di kesayeta xwe de hûndirîn kiri bû, lewra ne ji wan kesên ku jinê biçûk bibîne, tê digihişt ku pêwîste ji tekoşîna jinê re rêz bê girtin.
Rexmî temenê wî yê ciwan dixwest ku di hevaltiya xwe ya bi hevalên jin re li gorî pîvanên azadiyê pêk bîne. Herdem ji hêza hevalên jin yên gerîlla re rêzdar bû, tê digihişt ku tekoşîna azadiya jinê a wekheviya jin û zilam ne tenê di warê fîzîkî de ye.
Bi beşdar bûna hevalên jin yên nav xebatên azadiyê de gelek bandor dibû, ev bandorbûna xwe bi gotina ‘’ bijî YJA-STAR ‘’ îfade dikir. Rojekê jî xwe ne girt û got ‘’ heval... ez baş dizanim ku hevalên jin pir zehmetî dikşînin di karên giran de, lê înada wan a kirinê min gelek bandor dike, ji ber wê hûrmeta min wê heya dawiyê hebe ji bo wan ‘’. Lewra her kesê ku rêhevalê Cesur baş nasdike dikarîbû vê taybetmendiya wî jî bibîne. Lewra bi sekina xwe ya rêzdar xwedî cihê bawerî, heskirin, rêz û hevaltiya herdu cinsan bû.
Coş û moralê wî: Me berê jî got ku rêheval Cesur herdem rû ken bû, ev ji ber ku di xeta tekoşînê de zelal bû, dizanî bû ka çawa têdikoşe û wate dide hemu gavên jiyanê. Bêyî rawestîn rêheval Cesur di nav liv û tevgerê debû. Ne di westiya, ji ber ku hêza wî ya moralê bilind bû. Dema mirov meraq dikir ka hevalê Cesur evqas hêza hîperaktîf ji kûderê tîne digot; ‘heval; şoreş kedeke awarte dixwaze ji bo serkeftinê, pêwîste her kes bi hemu hêza xwe beşdar bibe ji bo serkeftinê ’ û ji ber bawer dikir ku şoreş tevlîbûneke asteke bilind dixwaze, di wî temenê xwe yê ciwan de taybetmendiyên milîtanekî mezin di kesayeta xwe de pêk anî bû. Ji xwe dema me bi hinek hevalan dikir qala sekin û ruhê hevalê Cesur ê ku milîtanên kevin dianî ber çavên me.
Yek aliyekî din yê hevalê hêja Cesur ew ruhê wî yê zaroktî û dilpakiya wî bû. Rêheval Cesur aşiqê henekan bû, xwedî ruhekî mîzahê yê bilind bû. Gelek caran henek bi hevalan dikir ku pêra civata hevalan dixemiland bi ken û arîşeniyê. Pêre serê wî jî dikete nav belayê henekên wî, yanî hevalan jî bi henek lê dikirin. Ger mirov bi xîtabê henekî bêje jî; weke mesela şivanê ku gur pezê wî xwariye lê dihat hinek caran. Lê ti caran kes ji henekên hevalê Cesur aciz ne dibû. Ji ber ku henekên wî bi pîvan bû. Her wiha di henekên xwe de jî xwedî rûhekî afirîneriyê yê bilind bû. Henekên nû yên ku hîç nayê bala mirovan pêşdixist. Gelek tiştên komîk ên ku di jiyana me de diqewimî bi baldar dişopand û piştre di civata hevalan de digot ku pêre coşeke ken dadigirt civata me.
Yanî her çiqas hevalê Cesur westiyayî be jî lê ji dûr ve dema ku dihat her rû ken bû û wêneya xwe rû li ken her hişte ji me re.
Girêdana wî ya Rêbertî û axa bakur re: Me li jor jî anî bû ziman ku dîtina Rêber APO ji bo hevalê Cesur weke hesretek bû. Gelek caran îfade dikir û xweziya xwe bi dîtina wê rojê dikir. Rêheval Cesur ev hesreta dîtinê her mezin dikir di dilê xwe de. Her çend ku hîs dikir wê Rêbertiyê nebîne bi çavên xwe, lê hemu hewlê wî ji bo azadiya Rêber APO hati bû kilît kirin. Ji bo wî nêzîkatiya herî bi rûmet ew bû ku heskirina Serokatiyê di dilê xwe de mezin bike. Rojekê li rojavabûnê temaşe dikir, pêre hevalê Cesur çavên xwe di rojavabûnê de çikan dibû. Dema min pirs kir xêre hevalê Cesur? Wê demê bi dilekî bi hesretan tijî bûye bersiv da û got: ‘ ax heval ax... du hesretên min hene yek çûyîna bakure, a din jî dîtina Serokatî, ya yekê hevalê F. astenge, ya din jî dijmin astenge. Lê her çend ku hîs dikim ku ezê Rêbertiyê nebînim, lê ez bawer dikim Roja me vê hesreta min hîs dike. Lewra ez çavên xwe bi rojê têr dikim û silavan rêdikim, lê ji bona çûyîna bakur ez bawer dikim ku zu an dereng wê rêxistin bipejirîne, ezê ji bo pêkanîna wê jî îsrar bikim’. Yanî girêdana heval Cesur di asta semyan bûnê bilind dibû ji bo Rêber APO û weke gelek şehîdên me yên bi rûmet ew jî bi hesreta xwe çû ser hedefê ji bo ku roja azadiya Rojê nêz bike...
Belê hevalno; ev hinek ji taybetmendiyên hêja ên hevalê Cesur bû, yanî her çend ku me kêm anî be ziman, her çend ku me hemu taybetmendiyên wî bi lêv nekiribe, lê dîsa kêm be jî min hewce dît ku van taybetmediyên wî ên delal bêjim, ji bû ku ji bo me bibin nimuneyên jiyan kirinê, yê dixwaze bigihîne asta semyaniyê elbet wê kesayeta xwe bikole li gorî van taybetmendiyên hêja a giyana giyangerê azadiyê rêhevalê me yên nemir... Ji bo zindî girtina bîranîna şehîdan pêwîstî bi danajiyan kirina wan heye. Ev jî bi pêkanîna wan di sekina xwe ya jiyanê de, yanî bêyî dem derbaz bibe em nirxê hev bizanibin... Em hev û du bi qencî bînin bîr rûmetire ji hev û du bi teredudî bi bîr anîn... Ji ber vê hevalno her çend ku êşa veqetînê mezin û bi jan be, lê dîsa jî ji ber ku me hevalên weke hevalê Cesur naskir em dilşadî û keyfxweşiya xwe tînin ziman. Ji ber ku jiyana gerîlla em ji her deverê Kurdistanê gihandin hev û du, pêwîst dike em bi hûrmetbin jêre û girêdana xwe mezin bikin ji bo pêkanîna doza şehîdan...
A niha jî hevalno bi destura we ezê biçim gel giyana giyangerê azadiyê Rêheval Cesur ta bikim çend peyvên bi erkê xatirê rabûnê.
Dema ku min dilê xwe bi hêviya hevdîtina bi were dixemiland heval, rûxiyan hemû leylanên min heval. Dema ku min çavên bi riya hatina we li riyan dihiştîn, rondik barîn ser van şîverêyan. Dema ku min giyana xwe geş dikir heval bi bîranînên xwe bi were, hilweşiyan hemû kenên şahiya bi were û bûn êş ketin canê min.
Erê heval; êşa te jî kete canê me. Lê kêfxweşiya me bi naskirina we û rûmetiya hevaltiya we gihişte asta semyaniya herî bilind. Tu jî bû stêrka şevên tarî yê vî welatî.
Di dema ku me xeyala hevdîtina bi were dikir di himêz û coşa azadiyê de, heval te barê me giran kir. Dema ku me kenên xwe bi were zindî digrit heval, di her bîranîneke me bi were şad dibû dilê me. Lê di kêliya xatir xwestinê de biborîne heval me xwe ne girt û me kir yê xwe.
Bi gelê xwe re parve dikim hestên rakirina termê we yê delal. Ji ber dema me hêviya dîtina bi were diçand di dil de striyên êşê di canê me re çû. Di vê cejnê de min nekir ken, weke gelê xwe me nekir şahî û me soz da. Heya ku azadî nebe xemla dilê gelê me, wê her rojê me bibe awireke reş ser serê dagirkeran.
Heya roja dawî a jiyana me heval soz be, soza hevaltiyê be em ê ji bîr nekin êşa vê cejinê û em ê ji bîr nekin êşa vê veqetînê... Soz be heval emê vê janê bixin dirî di canê xwe da ku dilê me, canê me neke tebat heya gihandina armanca we.
Ji ber ku jiyankirina bi tere bi wateyan dagirtibû hevalê delal. Bawer bike wê her dil bi şewqdana çirûskên çavên te wê bi wate bibe di gerduna me de. Ji ber em ji te fêr bûn ku bi rika mirinê wate bidin jiyanê, bi rika girî wate bidin kenên xwe, bi rika mirin û girî em ji te fêr bûn ku jiyan û kenên her xweş û bi wate bikin.
Vaye heval em wêrekiya we di cejnê de dibînin, em we dibînin heval... Lê dîsa em fêrî veqetînê nabin û emê nebin jî...
Ji zûde zagona jiyana gerîlla hatiye nexşandin û pir di kûr de hatiye nivîsin li ser eniya me ku em fêrî veqetînê nebin... Lewra heval hûn zindîne... Em we dibînin... Çawa hûn di dil de weke henaseya azadiyê digerin di canê me de em we dibînin...
Erê; koviyê latên Colemêrgê û lawikê rast a xaka xwedanwendan em te dibînin... Parêzvanê warên pîroz bizanibe ku em te li her derê dibînin... Hilma henaseya we ya azad hîs dikin li ser hemu gir, çiya û şîverêyan.
Bazê çiyayên Colemêrgê û Egîdê azadiyê em we dibînin, bi were dikin kenên bê sînor ser xaka pîroz... Kenfiroşê ser xaka bi girî û xwînê hatiye şoştin, Cembeliyê xaka Colemêrgê qet neke xem em te ji bîr nakin û aram be ku ev doz wê bi serkeve zû ne dereng.
Em dilnizmiya we bi hevaltiyê re dibînin... Em te dibînin li gel hemu hevalan ji ber ku ti kes ji te ne êşiya...
Em te dibînin heval di hemû peyvên xwe yê hevaltiyê de, ji ber coşa we dikelîne giyana gotina hevaltiyê û xirab dike huzura mirina bêjeyan di dil de... Lewra mumkun nîne ku mirov te bi lêv neke hevalê giranbiha...
Mumkun nîne em bêjin ku xem bi ser me de nebarî di çûyîna we de... Mumkun nîne em bêjin ku tu çû, ji ber tu di nav de ye. Weke berê dike erkê xwe yê hevaltiyê li gel me. Bi soza girêdana bi were em we bi xêr dihêlin di dil de û bi şadî dixemlînin dîtina we di nav stêrkên welat de.