Bir çınarın takipçisi olmak ve onunla yol almak devrimin çetrefilli yollarında. Yola başladılar birlikte ve uzadıkça patikalar, onlarda iddialarını büyüttüler taş kafalı tanrılara karşı. Yıldırmadı hiçbir zorluk, yıldırmadı hiçbir zorlanma. Hakkâri yeniden siyahlara büründü. Bak analar yeter diyor bu zülüm ve beyaz laçıklerini yakıyorlar. Kürt kadını için beyaz nedir bilir mi hainler. Beyaz umuttur beyaz yaşamdır ve beyaz yeniden başlayabilmektir yaşama. Beyaz bir gelecek sunmak ister analar yavrularına. Hayalleri olsun isterler çocuklarının içinde ölümün, kanın ve gözyaşının olmadığı, yalnızca umudun olduğu hayaller. Kimselerin el uzatamadığı, dalından koparmadığı fidanlar ekmek isterler bu dünyada. Ve kardeşliğin bir masal olmadığı bir dünya arzularla bu beyaz gecelerde. Beyaza hasret kalmış analarımız. Her gün yürüyüşlerde, mitinglerde ve sokaklarda bağıra çağıra özgürlük derlerde duyuramazlar seslerini görmez, duymaz kitlelere. Kürdistan da beyaz toz zerreciklerini bile çok gördüler yakılmış yüreklere. Beyaz yedi rengin bileşkesidir. Beyaz sentezdir ve berekettir aynı zamanda, hepsini barındırır. Ancak hepsinin toplamından farklı bir renktir. Ümitlerin yeşerdiği beyaz gecelere hasret kentlerde beyaz kardeşliğidir halkların hepsi ancak onların toplamında başkadır. Yani hiçbiridir aynı zamanda. Herkesin kendini bulduğu ancak kimsenin olmadığı bir ülke hayal eder Hakkârili analar. Buydu onların aradığı, beyaz laçıklarıyla simgeledikleri duygu yüklü yarınlar. Bu uğurda en büyük varlıklarını feda ettiler. Yavrularını yolcu ettiler Kürdistan dağlarına. Kürdistan da bir anaydı evlatlarına iyi bakacak kollayacaktı. Ama olmadı. Mekân geniş ancak yürekler dardı. Herkese yer yoktu onların dünyasında. Yalnızca bir ve tek olan onlardı ve acımasız tanrılarına açıktı yalnızda bu mekânlar. Gerisi mi ölüm. Gerisi mi zulüm. Ve kan- gözyaşı. Ehrimanlar atakta. Ehrimanlar pusuda ve barut kokusu sarmış dört yanı. Gözleri kan bürümüş. Analar en son barış yakarışlarının çözümsüz bırakıldığını göstermek ve bu ateşle yanan beyazlar son yok oluşlar olsun demek istediler zalim dehaklara. Yürekler yangın yeri. Her gün yeni cenazeler getirilir barış barış ve barış sayıklamalarıyla sokaklarda uyuklayan halkın karşısına işte derler cevabımız. Tahrir utanır Amed caddeleri karşısında.
Yedi fidan daha devrildi. Yedi beden, yedi can. Oysa gerillacılığı doyasıya yaşayamamıştı birçoğu. Doyasıya dolaşamadan Kürdistan’ın uçsuz bucaksız dağlarında kutsal toprakların kucağına uzandılar. Zınar yoldaş kuzeyin serin rüzgârlarına karşı durup doyasıya yaşatmak isterdi dersim vurgunu Cudi’yi. Cudi varamamıştı içini kasıp kavuran dersim dağlarına hain bir pusuda tankların hedefi olmuştu. Hakkâri günlerce ağladı bu acıya. Yas tuttu tüm Kürdistan kahramanlarına ve 10 binler uğurladı onu son yolculuğuna. Heval Zınar heval Cudi ile birlikte tanımıştı hareketi ve birlikte asi Cilo dağlarından katılım sağlamışlardı. Başlangıç sonu belirler ya katıldıkları mekânı buna göre seçmişlerdi asi olacaklardı yaşanan tüm haksızlıklara karşı. Yıllarca Zagrosların kucağında gerillacılık yaptılar kimi zaman birlikte kimi zaman ayrı alanlarda ancak onların yürekleri hep birlikte atacaktı. Ancak heval Cudi her ne kadar Zagroslar da gerillacılığın tadına varmışsa da bir yanı hep dersim der dururdu. Kelareş’te bir dönem takılı kalmak zorunda olsa da Dersim bir sevda, deli bir âşıksa ona vurgun olan kim durura bilir ki. Kışı Serhat’ta geçirdikten sonra baharla birlikte akmak istedi Munzurlara. Oysa aman vermediler. Sevdasına kavuşamadı heval Cudi. Sınır da oda şehitler kervanına katıldı. Zınar yoldaş ise bu yolculuğu tamamlama sözü vermişti ve takipçisi oldu yol arkadaşının. Yetişti belki Dersime ancak doyasıya koklayamadı Dersimin kokusunu. Rüzgârında savuramadı içindeki hasretleri. Ve diyemedi ki ben sana aşık bir mecnunun elçisiyim bak sana getirdim Cudi’nin selamını. Dersimi avuçlayamadı cudinin anısına. Ve gözlerinde taşıdığı beyaz yaşam hayallerini paylaşamadı dersim halkıyla. Oysa bilmedi halk çoktan bağrına basmıştı vefakâr evladını. Amca çocuklarıydılar Zınar ve Cudi yoldaşlar. Kardeşlikten de öte yoldaşlığın derin paylaşımının güzelliğine vardılar birlikte. Bir çınarın takipçisiydi o ve sözünü yerine getirdi. Dersim yedi gülünü ne ağlıyor. Siyah bayraklar sallanır çözüm çadırlarında. Çözüm der ancak tabutlarla karşılanırlar buralarda insanlar. Gece baskınlarıyla uyanır çocuklar ve babalarının coplanmasına tanıklık ederler. Kız kardeşlerinin tekmelendiğini, ağabeylerinin dövüldüğünü izlerler uyku uyanıklık arası mahmur gözlerle. Ve her şeyin bir rüya olması için dua ederler içlerinden sessizce. Sabah annelerinin ellerinden tutup çözüm çadırlarına giderler. Çözüm çadırlarıyla birlikte umutlarını da yıkmak isterler bu halkın oysa onlar dağların isyan çocuklarının bir parçası kim yıkabilir onların hayallerini. Sabah yine kurulur çadırlar. Ve başkaldırı devam eder. Umutlar yıkılmaz Kürdistan da. Çünkü bilinir ki umuttur bizi yaşatan. Bize güç katan ve yürüten… Umuttur yürüten bu mücadeleyi. Ve kara kuşaklara asılı 7 karanfil hala olduğu gibi dalgalanır Dersim sokaklarında. Dersim halkı umuda sıkılan 7 kurşuna ağlar ve inadına daha bir büyütür içindeki bitirilmek istenen umut çiçeklerini. Şairin dediği gibi vuruldukça çoğalır yiğitler Kürdistan da.
Nüjiyan Erhan
2000 yılının baharını Haftanin’in yüksek dağ yamaçlarında karşılamıştık o yıl. Toprak ana uzunca ve zorlu bir sancı yaşamıştı. Bağrında taşıdığı tohumlar nihayetinde güneşle buluşmuştu. Baharın ilk müjdecileri kardelenler olmuştu her zaman olduğu gibi. Zorlu geçen bir kışın ardından bahara duyulan özlem de büyüktü hepimizde. Yeniden doğuşun adıydı bahar. Ve her bir yürekte umuttu. Güneşin sıcaklığıyla buluşma, tanrısal yalnızlığı bir parça paylaşmanın özlemi, Hezil’in kabaran sularına karışıp büyük okyanusa akmanın dayanılmaz özlemiydi.
Gerillada bulunuşumun ilk yılıydı. Daha küçük yaşta tanımıştım gerillayı. Yaşamlarıyla bu insanlar çocuk düşlerimi süsleyen bir efsaneydi. Her an keşfedilmeyi bekleyen bin bir güzelliğin adıydı. Ve kendimle yeniden buluşmamın adı olan dağlar, “özgürlük” denen sevdanın yoluydu. Yüreğimin en gizli yerinde saklar, gökkuşağının yedi rengiyle süslerdim gerillayı ve dağları. Kimi zaman onlardan biri olamayacağım düşüncesi en büyük korkum olurdu. Metropollerin soğuk duvarları içinde yüreğimi ısıtan çocuk oyunlarına ortak olan onlardı. Köyümüzün yakılışını, gökyüzüne uzanan sisli dumanları, köyden ayrılırken orada bıraktığım çocukluğumu anlatırdım onlara. Sadece onlar beni anlıyor, dinliyorlardı. Benden mekân olarak çok uzaktılar. Köydeki gibi görüp sarılmıyordum onlara ama yine de bana en yakın onlardı. Rüyalarımı süslerdi her biri. Kucağında bir dünyayla bana doğru koşuyorlardı. Ama rüyalarımı hep fabrikaların düdüğü bölerdi. Şimdi artık rüyalarımı gerçekleştirmenin yerindeydim. Bazen yüzümü karşıda görünen Cudi’ye çevirip bunları düşünüyordum. Sıcak bir el omzuma dokundu, dönüp baktığımda yoldaşlığın sıcaklığını, özgürlüğün tutkusunu taşıyan Yekbun yoldaşın gözleriyle karşılaştım. “Ne yapıyorsun heval” dedi. “Cudi ne kadar heybetli görünüyor değil mi” dedim. Yekbun Heval bir ırmak gibi akan bakışlarını Cudi’nin zirvesine çevirmişti bile. “Öyle” dedi ve yanıma oturdu. Anlatmaya başladı Cudi’nin efsanesini, mezra Botan’ı, Zin’in kutsal aşkını. Kelimeler yüreğinden akıp gidiyordu sanki. “Zin özgürlük tutkusu, Mem ülke sevdasıdır. Kutsal aşkın tohumları bin yıllar önce atılmıştı bu topraklarda. O kutsal aşka, özgürlüğe duyulan özlem, tutkudur bizi buraya getiren. Ağıtları, zafer türküleri yapmaya geldik. Zinlerin aşkları bir kez daha karartılmaya çalışıldı. Ama bak güneş her sabah tüm görkemliliğiyle doğuyor karanlığa inat” dedi. O an benimle değil, sanki başka birileriyle daha konuşuyordu. “Bir gün heval şu gördüğün Cudi’ye duyulan kırk yılın özlemi bitecek, Bilge İnsan burada olacak ve Zinler ona selama duracaklar” dedi. O zaman anlamıştım özgürlük denen sevdayı.
Baharla birlikte düşmanın operasyonlarının yoğunlaşacağını tahmin edebiliyorduk. Erzak ihtiyacımız çıkmıştı. En yakın köye erzak almak için görevlendirmeler yapılıyordu. İlk kez uzun bir yürüyüşe çıkacaktım bir grup arkadaşla. Ben ortada yürüyordum. Arada bir öndeki arkadaş durumumu sorup tekrar yürümeye devam ediyordu. Gece karanlıktı. Gözlerim, gökyüzünde kocaman dolunayı arıyordu ama sanki ay da o gece başka bir yolculuğa çıkmıştı. Arkadaşların dolunayın olmayışına sevinmelerine anlam verememiştim ilkin. Ama daha sonra anlayacaktım dolunayın gerillanın dostu olmadığını. Gece saat 03.00’te noktamıza ulaştık. Görevi yerine getirmenin doyumsuz mutluluğu vardı hepimizde. İki saatlik uyku yorgunluğumuzu gidermeye yetmişti. Çünkü gözlerini ilk açtığında rengârenk çiçeklerin sana “rojbaş” der gibi gülümsemeleri kelebek gibi yapıyordu adeta insanı. Uyandığımızda ateş yakılmış, çay demlenmişti bile. Hep birlikte kahvaltıya oturduk. Kısa bir süre sonra koordine arkadaş gelip düşmanın operasyon yaptığı haberini verdi. Yekbun arkadaş hemen tepeye çıkıp durumu öğrenmeye çalıştı. Gerçekten düşman kapsamlı bir operasyon başlatmıştı. Hemen toparlandık ve üç tim halinde bölündük. İki tim tepeyi tutmaya gitti. Üçüncü tim de geri cephede hasta arkadaşların yanında kaldı. Yekbun arkadaş da üçüncü timde kalmıştı. Operasyon yaklaşık bir hafta sürdü. Düşman hepimize doğru ilerliyordu. Arkadaşlar yeni bir eylem planı için toplandı. Düşmanın bulunduğu tepeye sızma yapılacaktı. Sızma grubunun içinde Yekbun arkadaş da vardı. Özlemin coşkusunu ve başarıyı Yekbun arkadaşın cihazdaki tilili sesi müjdelemişti.
Eylem sonrası bütün güç M. Vadisinde toplandı. Sabaha doğru kobra saldırısı başlamıştı. Tüm güç iki koldan geri çekilmeye başlamıştı. Yekbun arkadaşın bulunduğu grup sık ormana ulaşmadan ateş çemberinin içinde kalmıştı. Vadiden gökyüzüne gökkuşağının yedi rengi yükseldi. Koşmak istedim bir an. Ama ayaklarım beni taşımakta güçlük çekiyordu. Doğa bizimle aynı duyguları paylaşmıyordu o an. Toprak ana içine alıp ısıtmak istiyordu sanki yedi soğuk bedeni. Şafak vakti toprağa düşen taze yürekleri ve onların geride bıraktıkları bakışlar, umudun zafer türküsü oldu.
Ruken ARJİN
Şarkıların da tabiriyle, “Dersim dört dağ içinde…” olan bir şehirdir. Dağların ihtişamı ve güzelliği ortasına kurulmuştur. Dört tarafı dağların asi ihtişamını izleyen, asi korunaklığa sahiptir ve Dersim’in tüm güzelliklerinin has bir havası vardır. Kürdistan’ın tüm güzelliklerinden bir parçayı kendine sığdırmış, adeta bir cennet parçası. Güzelliğiyle, asiliğiyle tarih boyunca en çok sahiplenen bir yer, yurtseverliğin vatanı. Kürtlerin kendi olma kavgası isyanlara, direnişlere sahne olmuş ve tarihe damgasını vurmuştur. Bugün de stratejik bir konuma sahip olmasından, tarihsel misyonunun büyüklüğünden ve doğal güzelliklerinden dolayı, gerilla mücadelesi açısından önemli bir mevziidir. Her özgürlük savaşçısı, mutlaka Dersim’e ulaşmayı, orada gerillacılık yapmayı hayalinden geçirmiş ve Kuzey’e gidişlerde en çok arzulanan yer olmuştur.
Dersim denince akla ilk gelen, isyanlardır. En yakın tarihiyle 1938 isyanı, Dersimlilerin hafızalarında dün gibi canlıdır. Sömürgeci güçler tarafından işgal altında olan Kürdistan’ın Dersim alanı birçok defa isyanlara, kan ve gözyaşlarına sahne olmuştur. Ali Boğazı, Akvanos, İksar uçurumları, Leş Deresi, Roj Deresi, Çakaran katliamı ve karşısındaki direniş, insanların belleklerine kazılmıştır. Dersim’e geçmişini sorduğunuzda, kim bilir nerelerden alıp getirecektir. Kim bilir hangi isyan, aşiret kavgaları, yiğitlikleri, ihanetleri veya yenilgilerin ah’larından başlayacaktır. Belki de Seyit Rızaları anlatır. ya da Alişer’in Koçgiri’den kardeşlerine yardımına gelirken, kışın Munzurlardan geçemeyişini. Belki de Zarifelerin, Beselerin kendilerini uçurumdan atışını. düşmanın beyninde kendini bomba yaparak özgürlük çığlıklarıyla ölümsüzleşen Zilan’ı anlatır ya da bağrından kopup Kürdistan’ın özgürlüğü yolunda ihanetçilere direniş dersini verenleri. Beritanları, Cihatlari.Zeynelleri Faikleri Medenileri, Kemal Zapları, Fıratları, Savaşları, Tekoşinleri, ve daha nicelerini anlatır... Anlatmakla bitiremez Dersim, kahramanlık destanını.
“Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önüne büyük yağmur taneleri olarak yağıp, bir insanı derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi?”
Hani o meşhur olan filozofun deyimiyle: “anlatılamayana gelince, susmak gerek” diye.
Gerillayı yazmak yada anlatmak kolay gibi gelebilir yaşadıkların o anki duygularını neyi nasıl hissettiğini moralini üzüntüsü cesaretse cesaretini ya da korkularını kendinde ilk defa karşılaştıklarını şaşkınlığını yazmak anlatmak kolay mı dersiniz.
Gerilla olma istemi sende doğduğu andan itibaren sen artık yeni bir sensin. Hele “Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir?” tespiti yapıldıktan sonra…
Böyle yetersiz kalacak, eksik kalacak sözcüklerle Dersim’in isyan türküsü olmuş çağdaş Seyit Rızaları nasıl anlatılacak ki!
Seyit Rıza Dersim, 1988 yılında Dersim’in Mazgirt ilçesinde, memur olan bir ailenin ilk çocuğu olarak gözlerini açmış hayata. Babasının öğretmen olmasından dolayı, çocukluğunu çok farklı alanlarda yaşayan Seyit Rıza Dersim, Lise 2. sınıfa kadar öğrenimini gördükten sonra, Kürt siyasi mücadelesine daha çok ilgi duymaya başlamış. Bunun sonucunda da İstanbul ilinde, çeşitli çalışmalara ve aktivitelere katılarak, halkının bu onurlu mücadelesinde kendi payına düşenin gerekliliklerinden asla ama asla kaçmamış ve her çalışma da her zaman en önde katılmasını bilmiş.
Seyit Rıza Dersim gençliğinin coşkusu ve istemiyle, yaptığı araştırma ve incelemeler sonucunda, bilinçli bir tercihle dağların doruklarına, birçok akranının seçtiği yoldan yürümeye karar vermiş ve 2004 yılında Dersim’in uçsuz bucaksız dağlarına Kürt halkıyla ezilen halkların özgürlüğü için yollara çıkmış.
Seyit Rıza Dersim katılımının ilk gününde başlayarak her zaman doğruları bulmak için sorular sorarak gelişmeyi kendisine esas almıştır. Sorarak doğrulara ulaşan bir incelemeci ve araştırıcı bir genç gerilla olarak onunla yaşayan yoldaşlarının dikkatini üzerine çekmiştir. Öyle ki mücadelenin en sert ortamında bir dakika bile olsa teorik ve ideolojik olarak kendisini geliştirmekten geri durmamıştır. Okuyan, soran, sorarak araştıran genç Seyit Rıza Dersim çok uzun süreyi almadan PKK’nin yeni paradigmasal gelişmesini anlamaya başlamış, anladıkça da gerilla pratiklerine katılımı daha da sağlam temellerde gelişmeye başlamıştır.
O söz ile uyumu en iyi birleştiren bir genç olarakta göze çarpan bir militandır. Öyle ki o Alevilerin derin felsefesi olan “ya yaptığın gibi ol, ya da olduğun gibi görün” felsefesini PKK gerçekliğiyle bütünleştirerek en iyi yaşayanlardan biridir.
Seyit Rıza Dersim nasıl ki dağlara çıkmasını bilinçli bir tercih üzerine kurmuşsa gerillaya olan tercihi de çok bilinçlicedir. Che’lerin gerillayı emperyalizme, yankellere ve de uluslara baskı güçlerine karşı nasıl ki bir özgürlük silahı olarak ele alıyor ve gerillaya tutku düzeyinde sarılıyorsa, Seyit Rıza Dersim’de gerillaya bir tutku düzeyinde bağlılığı yaşıyor. Bulunduğu her ortamda sürekli en iyi gerillacılık için elinde geleni yapacak ve merkezi olarak hiçbir askeri ve siyasi eğitim almamasına rağmen görkemli bir gerillacı olarak Dersim dağlarında dolaşacaktır.
Seyit Rıza Dersim zorluklara göğsünü her zaman seve seve açan bir militan olarakta yüreklerde taht kuracaktır. Bu zorluklara karşı göğüs gerişinin yanı sıra girdiği her çalışmaya yüreğini yatırarak, yüzlerinde eksilmeyen coşkulu ve sevecen gülümseyişle de bir çekim merkezidir. Buna birde yerinde durmayan, canlı, coşkulu, atılgan, girişimci ve fedakar özelikleri de eklenince o tam bir yoldaşlarının aradığı militan olacaktır.
O önceleri Dersim’in çeşitli sahalarında çalışma yürütecek ve ardından da en zor pratiklerden bilinen Karadeniz Koçgiri hattına açılmayı önererek en zor olana hazır olduğunu da herkese gösterecektir.
Ve 2009 yılında artık Seyit Rıza Dersim bir Karadeniz gerillasıdır. Ve Karadeniz’in birçok alanını arşınlayacak ve halkların devrim umutlarını diri tutmak için tüm gücüyle inandıklarının yoluna yüreğini yatırarak çalışma yürütecektir.
2010 yılı özgürlük hareketi için önemli bir yıldır. Devrim yıllarının yaşandığı yıllardır. Bu yıllarda Seyit Rıza Dersim yine en zorlu pratiklerde gerillacılık yapacak ve dağ dağ dolaşarak Kürt halkının umutlarını karartmaya çalışanlara karşı devrimci halk savaşının ilk pratik adımlarını atarak gerillacılığı daha da ileriye taşıracaktır.
2011 yılı kürt özgürlük hareketi için bir final yılıdır. 2010 yılında yarım kalanları gerçekleştirmek için gecikmiş ve eksik yerine getirilen görevler bu kez 2011 yılında yapılacaktır. Ve bu gecikmiş olupta yerine getirilmesi gereken görevleri yapmak için en önde yine Seyit Rıza Dersim vardır. O küçücük bir birimle aynen nasıl ki Che Guevera Bolivya’da gerillacılık yapmışsa, o da gerillayı Türkiyeleştirmek için yollara düşecektir. Tanımadıkları bir alanda, tanımadıkları bir kitlenin içerisinde, yabancısı oldukları bir coğrafya da çağın tüm teknolojik saldırı güçlerine karşı çıplak bir yürekle ve granit kadar sert bir iradeyle gerillacılık yapacaklardır. Bu kadar güç dengesizlikleri içerisinde sömürgeci güçlere karşı hem eylem yapacak ve hem de tüm Türkiye ortamını alt üst edebileceklerini gösterdikleri eylemler gibi, gerillanın 21. yüzyılda halen nasıl etkili bir özgürlük aracı ve silahı olduğunu herkese göstererek yeniden Che’lere sarılmanın yolunu gösterecektir.
TC’nin tüm askeri, teknolojik, psikolojik özel savaş güçlerinin devreye girdiği, emperyalistlerin tüm gelişmiş teknolojik yardımlarıyla sürdürülen ve binlerce sivil ve askeri gücün katıldığı saldırı operasyonlarına karşı yoldaşlarıyla birlikte direnen Seyit Rıza Dersim 28 Mayıs 2011 tarihinde Kastamonu’da Türk Ordusunun geliştirdiği saldırı operasyonlardan bir tanesinde yaşanan çatışma sonucunda henüz 22 yaşında olan Dersim dağlarının güzel ve yiğit gerillası özgürlük hareketinin şehitler kervanına çok erkenden küçük yaşlarda katılacaktır.
Dolu dolu yaşadığı 7 yıllık gerilla hayatında, onu gören ve tanıyan her gerilla da önemli izler ve derin etkiler bırakan Seyit Rıza Dersim, özgürlük hareketinin büyük fedai savaşçılarından olan tanrıça Zilan’ın şimdiden en iyi takipçilerinden olduğu güneşin berraklığı kadar nettir.
Öyle ki Seyit Rıza Dersim’in şahadeti ardından KCK Yürütme Konseyi Üyesi ve Halk Savunma Merkezi Başkanı Duran Kalkan, “Onu her zaman saygıyla anmalıyız. Bu yeni dönem gerillacılığının sembolü olarak kabul etmek gerekiyor. Yeni dönemin, Devrimci Halk Savaşı dönemi gerillacılığının Agit’i olarak kabul etmek lazım. Görevi ne olursa olsun, sorumluluğu ne olursa olsun; orası önemli değildir. Gerillacılıkta yetkicilik yoktur. Gerillacılık bir ruh, bir tarz, bir kişilik şekillenmesidir. Düşman karşısında özgür, iradeli ve demokratik olarak yaşama ve savaşma biçimidir. Bunu büyük bir cesaret ve özveriyle ortaya çıkardı. Gerçekten de 6. konferansın kararlılık ve iradesinin yeniden oluşmasında gerillacılıkta ısrar ve iddianın bu denli korunmasında büyük bir öncülük görevini yerine getirdi” diyerek, yeni dönem gerillacılığında Seyit Rıza Dersim’in hak ettiği yeri belirtmiştir.
Evet Seyit Rıza Dersim, özgürlük hareketinin Agit’leşen çizgisinin en iyi örnek temsilcilerinden birisi olduğu şimdiden tarihe altın harflerle geçmiştir.
Mücadele arkadaşları
Evin kapısını çaldığımızda saat gece 00,1’e geliyordu. Alanda ilk gecemiz olduğundan köyleri tanımıyorduk. Köyü tarif üzeri aramış zar zor bulabilmiştik. Welat arkadaş daha önce bu alandan geçmiş olduğu için bir şeyler öğrenmişti. Ancak onun köyler hakkındaki bilgileri bendeki ayrıntılı ilçe haritasına uymuyordu. O akşam da ısrarla kendi bildiğini kabul ettirmiş, tel örgülerle dolu torbalarla çamur kanallardan sonra yanlış köye götürmüştü. Neyse ki kapısını rasgele çaldığımız evde helal süt emmiş insanlara denk gelmiştik. Bizi iyi ve sıcak karşılayıp, içeri davet etmişlerdi. Biz gitmemiz gerektiğini söyleyince de burayı, aradığımız esas evi tarif etmişlerdi. Köy büyük ve köy ortalamasına göre gösterişliydi. En iyi tarifi ise tam gerillaya göre köyün köşesinde ve biraz da tekti.
Welat ile Bışar arkadaşlar köşede beklerlerken ben silah elde kapıya yanaşıp gerilla usulü çalmaya başladım, önce ev sakinlerini uyandırmak için sert, sonra kendimi tanıtma amacıyla yumuşak ve yavaşça vurdum. Ne biz içerdekileri tanıyorduk ne de onlar bizi. Bu nednle birçok olasılık gerçekleşebilirdi. 99 geri çekilmeden sonra bazı alanlarda gerillanın tümden çekildiği sanılıyordu. Bunu fırsat bilen kontra birlikler değişik kılıklarda kitlenin moralini düşürmek ve yeni başlayan demokratik kitle hamlesini etkisizleşttrimek istiyorlardı. Kontraların sık sık göründüğü alanlarda halka kapı açtırmada ve kendimizi tanıtmada güçlük çekmiştik. Ancak başımıza gelen türlü olaylardan deneyim de kazanmıştık. İçerde ışıklar yanıp, kapı cızırtıları duyulurken ben olasılıkları son kez gözden geçirip kendimi her ihtimale hazırlıyordum. Çekingen ve korku hissedilen bir kadın sesi “ kiye “ diye sordu nihayet. “ Hevalin heval “ cevabını alınca sesi kesildi. Tekrar tekrar seslendim çıt yok. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayan Welat arkadaş yanımız gelerek “ bayılmış olmasın” dedi, ben de “hayır bayılsa ses çıkardı” dedim. O da “ öyleyse donup kaldı her halde” diye cevap verdi. Ben hiç gülecek durumda değildim. “ belki” deyip daha önce gözüme çarpan yandaki pencereyi itekledim. Bu tür hallerde genelde malum yere telefon açma olasılığı vardı. Perde yarıya kadar çekili olduğundan salonun büyük bölümü ve mutfağın girişi görünüydü. Mutfağın kapısında orta yaşlı bir ana ve genç bir adam duruyordu. Ses gelmiyordu ama telefon açmış gibi bir haller yoktu. Tekrar kapıya geldiğimde, Bışar arkadaş fısıldayarak “ ne oldu” diye sordu, o da telefondan şüphelenmişti. Doğrusu o an yorgun ve çamurlu halimizle telefon ve sonuçlarıyla uğracak halimiz yoktu. “ Yok bir şey, genç bir adam kapıyı açacak. Ama önce evdekileri uyarıyor. Bence doğru eve gelmişiz” dedim. Kapı utangaç ve kararsızca açıldı. Bışarı arkadaşı nöbetçi bırakıp Welat arkadaşla birlikte, davet edilmiş komşu edasıyla içeri girdik. Çamurlu ayakkabılarımızın oldukça etkili olduğunu duyduğumuzda, Welat arkadaş “bilseydim ayakkabılarımı çıkarırdım” dediğinde gülmüştük. Gülmüştük çünkü çoraplarımız ayakkabılarımızdan daha berbattı. Genç adam bize oldukça soğuk ve ilgisiz davranırken kaş altından dikkatle biz süzmesi gözümüzden kaçmamıştı. Ana ise hala heyecanlıydı. Tutmada zorlandığı bir sırı varmış gibi, gelip gelip gidiyordu. Bir ben, bir Welat arkadaş kendimiz tanıtmak için yani gerilla olduğumuzu ispatlamak için bütün hünerimizi ortaya koyduk. Biraz rahatlamışlardı ama tedbiri elden bırakmaya da niyetleri yoktu. Ev aradığımız yurtsever evdi. Genç adam tarife tam uyuyordu. Bu arada dışarıda köpek sesleri geliyordu. O yaratıklara fark edilmeden köye girebilmek için büyük çaba sarf etmiştik. Karanlık bir köşede gizlenen Bışar arkadaşı fark etselerdi bir çuval incir berbat olacaktı. Buna engel olmak için Bışar arkadaşı da içeri çağırdım. Bışar arkadaş dağınık üst başına önem vermeyen, sade bir yoldaştı. Bu özelliğini çoğu zaman eleştirmeme rağmen, hayran olmaktan kendim alıkoyamıyordum. O kendisi olmaktan çıkmış, sempatik yapısıyla içeri girer girmez dikkatleri üzerine çekmişti. Ancak ananın ona yaklaşımı apayrıydı. Onu görünce soğukkanlılığını tümden yitirdi, yakından gözlerine bakıyor, sarı saçlarına dokunup “ ax, wah, of “ çekiyordu. Genç adam azarlarcasına bakınca uzaklaşıyordu. İlk kez karşılaştığımız bu durumu anlayamamıştık. Bışar arkadaş ise bu beklemediği ilgi karşısında şok olmuştu. Ananın en küçük oğlu henüz genç yaşta saflara katılmıştı. Ana küçük oğlunu on yıldır görmemişti. Dahası yaşayıp, yaşamadığını bile bilmiyordu. Bundan haber olmayan bizlerin Bışar arkadaşın ananın küçük oğluna çok benzediğin nerden bilecektik. Bilseydik bile anayı anlamaya zaman ayıracak, bir kuşak değildik. Devrimin belki de en acımasız yönü buydu. Beş bin yıllık birikmiş acılarıyla taşlaşmış bir toplumun evlatlarıydık. Ve tarih bu taşı kıpırdatmamız için sadece ellerimiz değil tüm bedenimizi bu taşın altına koymamızı emrediyordu. Bu ağır sorumluluk bizi doğuran, insana değil topluma öncelik görmemizi zorunlu kılıyordu. Anaya bağlılığın ve gerçek değer vermenin en iyi bu şekilde olacağını büyük öğretmenimizin bizzat yaşamından öğrenmiştik. Bunu o an karşımızdaki anaya kavratamamamız oldukça kötüydü. Bunu kavratmak için daha kat etmemiz gereken çok şey vardı.
Ananın küçük oğlu saflara katıldıktan birkaç yıl sonra düşman bizim kılığımıza girerek evlerine gitmiş. Oğlunun adaşlarıdır diye ana onlara şevkatle, büyük bir ilgiyle yaklaşmış ve köyün dışına kadar peşlerinden gitmiş. Ertesi gün düşman kendi kılığında gelip terör estirmiş. Yan pencereden baktığımızda gördüğüm konuşmada genç adam bu acı deneyimin tekrarlamaması için anayı uyarıyordu. Ana Bışar arkadaşı oğluna benzetmişti. İçindeki ona ses oğlu olduğunu söylüyordu. Ama acı gerçekler dokunmasına, bağrına basmasına engeldi. Bu Kürtlerin ulusal düzeyde yaşadığı ikilemin mikro tipiydi. Yaklaşık yarım saat sonra genç adam gerilla olduğumuza tam emin olunca evin havası değişti. Sil baştan hoş geldiniz, şöyle geçin ayakkabı ve çoraplarınızı çıkarın yıkayalım derken biraz rahatlamıştık. Ama bu Bışar arkadaş bu için söylenemezdi. Zira hava yumuşayınca ana oğlum diye Bışar arkadaşa yönelmişti. Bışar arkadaş bu yanlışı anaya kavratmak için onu ikna etmeye çalışıyordu. Ama ikna etmesi için Eskişehir üniversitesinde öğrendikleri bile anaya etki etmiyordu. Neyse ki aile çok yönlü devreye girdiğinde anayı ikna edebildi. Ana ikna olmuştu ama yine Bışar arkadaşı bizden üstün tutuyordu. Şafakla birlikte kendimizi ancak küçük bir çalılığa atabilmiştik. Çevremiz tanımadığımız köy ve insanlarla doluydu. Hareket etmek şurada kalsın bazen kımıldamamız bile zor oluyordu. O gün ailenin bize yaklaşımından yola çıkarak gerilla halk ilişkisi üzerin sohbet ettik. Özce şu sonuca vardık.
Gerillanın ve gerillacılığın birçok güzel yanı vardır ama en güzeli halkının onu sıcak ve içten karşılamasıdır. Gerilla olmanın hoş olmayan yönü ise sanıldığı gibi açlık susuzluk uykusuzluk ve ölümün yakınlığı değil, halkının hem de uğruna ölümlere gidip geldiği halkının zor gününde on sırt çevirmesidir. Gerilla olmak büyük yürek ve anlayış düzeyi gerektiğinden gerilla buna da anlam verir ve bunu aşmak için daha büyük bir mücadele yürütür.
Şervan Bingöl
Welat arkadaş Temmuz 2003 karlı ovada şehit düşmüştür.
Bışar arkadaş Haziran 2004’te Bingöl merkezde şehit düşmüştür
14 Temmuz Direnişçiliği PKK’nın Felsefik Bakış Açısının bir Sonucudur. Yarattığı Ruhun Vücut bulmasıdır. İdeolojik kimliğin militanca savunulmasıdır.
Kürt halkının tarihe yolculuğu PKK ile başlar.
Kürt halkı güçlü dinamiklere sahip olmasına rağmen bu öz dinamiklerle devinim gücünü gösteremediği için tarihsel gelişiminin gerisinde seyretmiştir. En köklü kültürel değerlerin yaratımında rol oynamasına rağmen, başka halkların tarihinde dip not olarak kalması, tarihin ironisi olarak karşımız da durmaktadır. Toplumsal gelişmenin belli bir ara aşamasından sonra yaşadığı bir diğer talihsizlik; tanrılarını, peygamberlerini, meleklerini, filozoflarını yaratıp yaşatamamıştır. Yine Tel xalaf kültürünün kendi özüne uygun başka bir toplumsal gerçekliğe büründürülememesi de diğer bir ironidir. Yaşanılan bu gerçeklik felsefik bir derinliği, ideolojik bir doğrultuyu ve ruhsal bir bütünlüğü, süreçlere uygun yakalayamaması ne Tel xalaf kültürünün devamını ve ya bir üst evresini yaşamasına yol açmış ne de uygarlıksal gerçeklikle uyum içerisinde tarihsel gelişimini sürdürebilmiştir. Yakın tarihe kadar katmerleşerek süren bu Kürt dramı, önderliksel bir ideoloji olan PKK’nın gün ışığına çıkmasıyla son bulmuştur. Bu nedenle Kürt halkının tarihe yolculuğu PKK ile başlar.
Tarih bilinci bir halkın kolektif belleğidir.
Demokratik bir ulus olarak şekillenen, Kürt halkının kolektif belleğinin oluşmasında, 14 Temmuz Direnişi bir dönüm noktasıdır. Özünde saklı duran felsefenin, ideolojinin ve ruhun açığa çıkıp yaşamsallaşmasıdır. Bu sadece Kürt halkı açısından değil, Ortadoğu gerçekliği bağlamında da geçerlidir. 14 Temmuz Direnişi başta Kürt halkı olmak üzere Ortadoğu halklarının bölgede egemen sisteme karşı, özelde ise bunun en önemli bileşkesi Türkiye cumhuriyeti rejimine karşı; felsefik, ideolojik ve eylemsel çizginin ifadesidir.
PKK ve Kürt halkının bu tarihsel –toplumsal uyanışı özünde Ortadoğu halklarını uyanışıdır. Bu tarihi günümüze taşırma anlamına gelir. Sınıflı toplum uygarlığının en zalim, en despot temsilini yapan Türkiye Cumhuriyeti bu görkemli uyanışı, yeniden karanlığın kuytuluklarına gömmek amacıyla, 12 Eylül faşizmini örgütleyerek uygulamıştır. Amed zindanında en acımasız uygulanan bu zulme karşı 14 Temmuz Kürt halkının ve halkların zafer çizgisidir. Kemal pir yoldaşın ‘Bu hareketin çizgisinde zaferi görüyorum.’ Özdeyişi bu bitik topraklara serpilen yeni felsefe, ideoloji ve yaşamın öngörüsüdür. 14 Temmuz Amed zindanında yaşanılan insanlıkla –zulmün kıyasıya mücadelesidir.
ABD Önderlikli egemen sistem içine girdiği derin sistemsel bunalımdan çıkmak için peş peşe faşist rejimler örgütledi. Filipinlerde Markos, Pakistan’da Ziya-ül Hak, Mısır’da Enver Sedat v.b diktatörlükleri iş başına getirmesi, halklara nefes aldırmaz düzeyde olurken, bizzat kendisi Panama v.s.yerleri işgal ederek egemenliğini pekiştirmek istedi. En önemlisi de İsrail’i Filistin halkına saldırtarak ve 12 Eylül faşizmini örgütleyerek büyük bir tehlike olarak gördüğü PKK şahsında Ortadoğu’nun doğuşunu engellemeye çalıştı. Dahası Emperyalizmin jandarmalığını bölgede üstlenen Türkiye Cumhuriyeti kendisini bir zulüm kalesi olarak yeniden örgütledi. PKK’nın halkların özü, ruhu ve görkemli direnişi olarak 14 Temmuz’un yaşamında ve eyleminde açığa çıktığını görüyoruz.
14 Temmuz Direnişiyle bu gün daha iyi bilince çıkarttığımız halkların demokratik komünal değerlerinin eşitlik ve özgürlük temelinde sürdürücülüğünün somutlaştırılmasıdır. Eğer bir vahşet timsali Türkiye cumhuriyeti o günün koşullarında Amed zindan direnişçiliğini teslimiyet ve ihanete uğratma başarısını gösterebilseydi, bu gün Ortadoğu’da yaşanan büyük alt üst oluşlar halklar lehine gerçekleşmeyebilir, tersine halkların ufkundaki zifiri karanlık daha da katmerleşebilirdi. İşte 14 Temmuz bu zifiri karanlığı dağıtan bir meşale olmuştur. Şayet bu gün Ortadoğu halklarının demokratik komin al değerleri ideolojik bir kimliğe kavuşmuşsa demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü bir toplumsal sistemin dinamikleri açığa çıkarıldıysa ve bunun bilinci felsefesi ve mücadele ruhu bir önderliğe erişmişse bunda 14 Temmuz direnişçiliğinin felsefik bakış açısını ideolojik ve ahlaksal duruşunu, ilkeli yaşam tarzını, amaçlara ve ideolojiye bağlılığın görkemli temsiliyeti vardır.
Yine egemenlikli sistem derin bir kaos sürecini yaşıyorsa, halkların ufkunu karartan diktatörlüklerin vücut bulduğu ulus devletler, derin bir çıkmazı yaşayıp kimileri yıkılıp, kimileri derin bir krizle karşı karşıyaysa, 14 Temmuz direnişçiliğinin halk ve gerilla savaşında, bayraklaşıp halkların eşitlik ve özgürlük mücadelesinde yaşanmasındandır.
14 Temmuz kızıl bir şafaktır Kürdistan’da!
Bu kızıl şafakta beliren PKK’nın direniş ruhunun teslimiyet ve ihanete karşı zafer kazanması yaşamın ve mücadelenin her anında kanıtlanan bu direniş ruhunun bayraklaşarak zindan burçlarında dalgalanmasıdır. .
“Başardık… Başardık… Altı kişiyle başardık..!”
Başarılan neydi?
Mazlum Doğan yoldaşın “Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür.” şiarının karartılmak istenen tutsakların beyin ve yüreklerinde yankılanan ve anlam bulan öze dönüş çağrısıdır.
Başarılan neydi?
Ortadoğu’ya büyük hicreti gerçekleştiren Önderlik felsefesinin, ideolojisinin ve yaşam tarzının zindanda sürdürülmesi, yaşamsallaştırılması ve tarihselleştirilmesidir.
Başarılan neydi?
Ülkeye dönüş çağrısıydı.
14 Temmuz ruhunun, 15 Ağustos direnişçiliğiyle özgürlüğün sembolü dağlarımızda, varlığımızın teminatı özgürlük ateşinin yakılması ve bu ateşin kuşak kuşak serhildanlara .dönüşmesidir. Başarılan; Önderliğe, halka, devrime bağlılık, zafere olan inanç ve tarihi sorumluluk bilincidir.
Tarih, içinde yaşanılan andır. Günümüzdür ve gelecektir.
14 Temmuz bilinci ve bu bilincin pratikleşmesi tarihi canlandırıp güncelleştirdiği gibi bu eylemliği halkların yüreğinde ve vicdanında tarihselleştirdi. Bu tarih her zaman yaşayacak bir miras olduğu gibi zaferin de teminatıdır.
14 Temmuz direnişçiliği PKK’nın felsefik bakış açısının bir sonucudur. Yarattığı ruhun vücut bulmasıdır. İdeolojik kimliğin militanca savunulmasıdır. Yine 14 Temmuz direnişçiliği tarihin akışı, çağın gereği demokratik kurtuluşun temsilli ve bilimsel sosyalizmin doğrultusudur. 14 Temmuz böyle anlaşılmadan bu gün yaratılan görkemli maddi ve manevi değerlerimizde yaşatılamaz.
Mezar sessizliğine karşı bir ışık, bir ses
12 Eylül faşizmi büyük bir vahşetle Kürdistan halkına yönelerek, devrimcilik yurtseverlik ve insanlık adına ne varsa belleklerden söküp atmayı amaçlıyordu. Bunun için PKK kadro sempatizan ve taraftarlarını işkence tezgahlarından geçirerek zindanlara dolduruyordu. Zindana alınan sadece PKK değil insanlıktı. Ve zulüm insanlığı çiğniyordu.
İlk ışık ben olacağım:
Türkiye Cumhuriyeti zulmü akla hayallere durgunluk verecek düzeydeki uygulamalarının başat nedeni Amed zindanını bir ihanet bataklığı haline getirmekti. Bunun için analitik zekânın iktidarlaşma ürünü olan ve insanlık karşıtı, Kullanılan tekniğin bütün araç ve gereçleri insanlık erdemlerini öğütmek için acımasızca kullanıyordu. Eğer direniş alt edilip zindan zindan bir ihanet bataklığına dönüştürülebilinirse ihanet virüsleri tutsakları hücre hücre saracak ve oradan da Kürdistan’a yayılacaktı. Kürt halkı yeniden mezara gömülecekti. İtiraf edilecek olunursa vahşet umut ışınlarını gölgelemişti teslimiyet ve ihanet furyası estiriliyordu. Kendi gerçekliğinden kopmalar bir trajediye dönüşüyordu.
Konuşmanın, ortaklaşmanın, paylaşmanın hatta bireyin kendisi için düşünmenin dahi yasaklandığı her şeyin emir-komuta zincirine göre şekillendirilmeye çalışıldığı bir atmosfer yaratılmıştı. Kürt gerçekliğinden kopartılmak istenen tutsaklar bilinmezliklere sürükleniyordu. Bilinçler köreltilmiş, yürekler korku kalesi haline getirilmişti adeta
Mazlum Doğan yoldaşın “Bu ülke, bu zindan, bu hücreler neden bir mezar kadar sessiz! ve neden zifiri karanlık gittikçe çoğalıyor. Bu zifiri karanlığa neden hiç kimse bir ışık olamıyor”.
“İlk ışık ben olacağım ve ateşimi elden ele dolaştıracağım. Nerede zulüm, nerede karanlık varsa ateşimi orada yakacağım “demesi kızıllaşan Temmuzun ilk kıvılcımları oluyordu.
El ele halaya tutuşurcasına bedenlerini ateşe veren Dörtlerin “Ateşe su dökmeyin, ateşi gürleştirin, ateşi söndüren ihanetçidir.” Demeleri Temmuzun sıcağında dirhem dirhem erimenin inancı ve çağrısı oluyordu.
Savunma Hakkı kutsaldır, bu hakkı kullanmayan lanetlidir:
Temmuz’un bir sabahında tutsaklar zincire vurulmuş, köle pazarına götürülür gibi mahkeme salonuna götürülmüşlerdi. Her zaman ki gibi tutsaklar olacaklardan habersizdi. Bir kaç aydınlık ufuklu insan dışında Hayri durmuş yoldaş söz hakkını alıp konuştuğunda, bütün tutsaklar nefeslerini tutmuş onu dinliyorlardı. Mahkeme heyeti ve salondaki zebaniler afallamış vaziyetteydiler. “savunma hakkımızı kullanamıyoruz. İşkenceli yaşam yaşanmaz durum da” diyen M. Hayri Durmuş sesi salonda yankılanırken tutsaklar bu sesin derin etkisine girmişti. “Kürdistan’da devrim yapmak isteyen her siyasi hareket, silahlı mücadeleyi esas almak zorundadır. Yine ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşacağına inanıyorum” tutsakların beyninde ve vicdanın da yankılanıyordu. Heyetin ikna çabaları sonuçsuz kalmıştı. “Bu son mahkemem olacak” diyerek büyük ölüm orucu eylemini başlatan Hayri yoldaş takiben Kemal Pir yoldaş iradesini “Ben yaşamı uğruna ölecek kadar seviyorum” felsefesiyle bütünleştiriyordu. Kürdistan ‘ın genç kızıl yoldaşı, yıldızı Ali Çiçek “PKK bana teslimiyeti değil, direnişi öğretti. Buna layık olamadım.” Diyerek ölüm orucu kervanına katılıyordu. Söylenen her söz tutsakları sarıyor, duygu seline çeviriyor ve hıçkırıklar boğazlarda düğümleniyordu. İnaçsızlıktan ve devrime yoldaşlara bağlılığın zayıflığından değil ölüm orucu eylemliliğinden habersiz ve hazırsız olmamalarındandı.
Kemal Pir ölüm orucu kararını açıkladıktan sonra “oh be özgürlük ne güzel! Sizde kendinizi hazırlayın” deyişi karşısında yanında oturan bir arkadaş hıçkırıkları ile yutkunarak “tamam” derken, tüm tutsakların ortak tutkusu olan Kemal yoldaşın çağrısı karşısında “Temmuz sıcağında buz kesildim” demesi tüm tutsakların duygularını yansıtıyordu.
Yeni bir süreç başlıyordu:
Direnişçi tutsaklar sevinç ve üzüntüyü iç içe yaşıyordu. Bir yandan direnişin umut ve inancı yaşanırken bir yandan da zamanın da hazır olmamanın ezikliği ve direniş önderlerini anı anına takip edememenin burukluğu yaşanıyordu. Ama ortak paydalarında “artık bu yaşam kabul edilemez” bilinci vardı.
Her şeye rağmen kendini direnişe hazırlama, örülmek istenen teslimiyet belasından kurtulma, Mazlum’un direniş meşalesi, dörtlerin düşmana bile “Bu nasıl bir iradedir”. Dedirten bağlılığını ve 14 Temmuz direnişi sorumluluk bilinciyle, o kör kuytudan kurtulmanın kararlığı şekilleniyordu. Tutsakların belleğinde.
Bu yaşanan gerçeklikle PKK’nın amaç ideallere olan bağlılığı ideolojinin yaşamsallaşması, ilkelere göre yaşamı ve düşman bilincinin derinliğini görmek çıkarılması gereken yaşamsal derslerden biri oluyordu. Mahkeme dönüşünde büyük bir telaşa kapılan düşman, büyük ölüm orucu eylemcilerini tutsaklardan ayırdı. Ve işkenceci başı Esat Oktay’ın yanına götürüldüğünde Esat’ın ilk sözü “Kemal bu kez ölmelisin” diyordu. (Mart 81 ölüm orucunu kastederek) Kemal’in gururla, inanç dolu cevabı şu olmuştu: “Hiçbir güç beni artık bu yaşama döndüremeyecektir”,sözü ölüm orucunun doğrultusunu belirtiyordu. Kemal Pir yoldaşın bu deyişi PKK‘nin felsefik ve ideolojik kişiliğinin nasıl bir yaşam içinde olması ve ya nasıl bir yaşamı kabul etmesi gerektiğinin özlü ifadesidir. Halende esas alınan, alınması zorunlu olan PKK‘lilik ve PKK yaşam anlayışı bu çerçevededir.
Teslimiyet ve ihanet ağının örülmeye çalışıldığı, insanın kendi özüyle karşı karşıya getirilmek istendiği ve özünün kirletildiği, doğal ve insani olan her şeyin irade kırma yönünde kullanıldığı adeta can ve onur pazarı haline getirilen Amed zindanın da büyük ölüm orucunun tek talebi vardı. Mahkemelerde siyasi savunma hakkının tanınması
Tarih boyunca tarihsiz ve talihsiz bırakılan Kürt halkının geldiği bu kavşakta PKK militanları önemli bir tarihsel sınavla karşı karşıyadırlar. Ve tek bir görevleri vardı. Kürt halkını çağdaş anlamda bir direniş tarihine kavuşturmak ve bunu yaratmaktı. Bu da ancak düşman mahkemelerinde düşmanı Kürdistan’daki uygulamaları nedeniyle yargılamaktı. Bu da ancak Kürt halkının şahsında somutlaşan Ortadoğu halklarının demokratik kurtuluş bilinciyle sağlanabilirdi. Nitekim büyük ölüm orucu direnişçilerinin başarısı da buydu. Onlar yüzünü ufuklara çevirip sonsuzluğa eriştiğinde ardlarında çağlayan yürekli ve işleyen bellekleriyle yüzlerce militan bıraktılar.
Birbirinden kopartılıp birer kişi olarak ve aralıklarla hücrelere konulan direnişçilerin iradesini kırmak için bütün yol yöntemler kullanıldı. Öyle ki, insanı insan yapan temel değer yargılarıyla oynandı. Vahşet derecesinde uygulanan işkencelere karşı umut ve inançlarıyla direnen büyük ölüm orucu eylemcileri yeni yaşamı hücre hücre dokuyorlardı. Ve “Direnmek yaşamaktır.”şiarıyla yükselttikleri mücadele geleneğini yeni nesillere armağan ediyorlardı.
Temmuzun kavurucu sıcağında dördüncü katta tek başına daracık bir hücreye konulmuştu. Sadece bir battaniye parçası verilmişti. Bilinçli olarak su verilmiyordu. Çıplak ve kuru beton üzerinde dirhem dirhem erimesine rağmen, durumunu arkadaşlarına hissettirmiyordu. Düşman sevinmesin, yoldaşlar üzülmesin diye, büyük bir sabırla direniyordu. Hayri yoldaşın bu insanüstü sabrı ve metaneti peygambersel bir duruşu yansıtıyordu. Kürtler şayet peygambersel çıkışların yaşandığı bir süreci yaşıyor olsalardı. Hz. Eyüp örmeği olan duruşu ile yeni bir felsefe ve yeni bir yaşam etrafında beklide çok ileri bir çıkış gerçekleştirebileceklerdi.
Ölüm orucu direnişi tutsakların kabesi haline gelmişti:
“Bu insan çığlıklarını unutmayın… Kürdistan Vietnamlaşıyor.”özdeyişi tutsak vicdanlarında yer edinmiş eyleme çağrı niteliğindeydi ölüm orucuna katılacakların listesi uzadıkça uzamış, direniş safları kabarmıştı. Kaldığı hücrede bir deri bir kemik kalan Hayri yoldaş battaniye içinde hastaneye kaldırıldığında bile metanet dolu tebessümünü koruyordu.
Ölüm gelip onu bulmamıştı:
O onurlu yaşamın ölümsüzlüğündeydi her zaman.
Son nefesini vermeden önce ölüm orucu eylemcisi Mustafa Karasu arkadaşı yanına çağırarak ”Benim artık yaşama ihtimalim kalmadı, sorumluluğu sana devrediyorum” derken partiye, halka, devrime ve önderliğe bağlılığını bir kez daha sergiliyordu ve daha önce dile getirdiği “ölürsem mezar taşıma borçlu yazın” özeleştirisel yaklaşımıyla nasıl bir sorumluluk bilinciyle yaşama ve mücadeleye baktığını ideolojik ve ahlaki duruşuyla göstermiştir.
Yaşamın ve mücadelenin her alanında PKK, direnişinin sembolü, umudun, yiğitliğin ve cesaretin timsali, sadeliğin ve yoldaşlığa bağlılığın abidesi,halklar arası kardeşliğe yüreğini bilincini köprü yapan güzel insan, Kemal Pir yoldaş zindan direnişinin ve ölüm orucunun dinamosuydu.
Onun adı kavgaydı, direnişti; dağda, zindanda ve en umutsuz yüreklerde…
Hücresinde geleceği kazanmanın kavgasıydı Kemal Pir. Teslimiyet ve ihanet zebanisi Esat Oktay hücrenin önüne gelip “Kemal ben artık küçük balıklarla uğraşmıyorum, sıra büyük balıklardadır” sözünü hiç duraksamadan filozofça” büyük balığın kılçığı da büyük olur, dikkat et boğazında kalır” şeklinde cevaplamıştı.
Bir keresinde, de bir Türk gazetesiyle kemal pir arkadaşın hücresinin önün seyreden Esat Oktay ”Kemal, Abdullah Öcalan’ı da yakaladık bak gazete yazıyor onu da buraya getiriyoruz” deyince Kemal arkadaş gür sesiyle “hikaye hikaye onu yakalayamazsınız yakalasanız da onu çözemezsiniz” demişti Önderliği en iyi anlayan ve pratikleştiren kemal pir yoldaş önderliğe bağlılığın en güzel temsilini yaşamıştır. Düşmana karşı öyle büyük bir öfkeyle doluydu ki tıpkı Hayri arkadaş gibi “düşman sevinmesin, yoldaşlar üzülmesin” anlayışıyla ölüm orucunun ellili günlerinde gözlerini yitirmesine rağmen günlerce bunu kimseye söylemediği gibi sezdirmemek için çaba göstermiştir.
Yine başka bir gün Esat Oktay Kemal yoldaşa yönelik “Kemal sen öleceksin” deyince Kemal yoldaşta Kemalce cevap vermiştir, her zamanki gibi “Evet ben öleceğim. Ben öldüğümde sen de burada olmayacak ve sen de mutlaka bir gün PKK kurşunuyla öleceksin” cevabını vermiştir.
Kemal arkadaş nasıl bir PKK yaratıldığını iyi biliyordu. Ölümsüzlüğe giderken bile halkların kardeşliğine ve özgürlüğüne olan inancını hep korumuştur.
Ölüm orucu direnişinin PKK mücadelesi içerisindeki yeri ve önemi güncel olduğu gibi dönemsel, dönemsel olduğu kadar tarihsel, tarihsel olduğu kadar yaşamsaldır. Ve PKK mücadelesini süreklileştiren ve zaferden zafere taçlandıran büyük bir irade ve bilinç bileşkesidir.
Yenilmeyen zafer kişiliğidir. 14 Temmuzun direnişçiliği Önderliğin büyük tarihsel hicretini gerçekleştirdiği bir dönemde önderlik çizgisini sadece mücadele sürdürücülüğü biçiminde değil, kadroların mücadeleye bağlanmasında da bir köprü rolü oynamıştır.
Yine yurtseverliğin bir daha ülke topraklarında sökülüp atılmamacasına kök salmasında önemli bir rol oynamıştır.
Gerilla savaşımının ilk kurşun felsefesinin gerçek tetikleyicisi Önderlik öğretisiyle dopdolu olan 14 Temmuz direnişçileri olmuştur.
Tarihi yargılama gücüne erişenler ancak tarihi yargılayabilirler. Onlar tarihi yargılama gücü ve bilinci oldular.
Onlar demokratik kurtuluş ve insanlık mücadelesinde ılık bir ırmak gibi akmasını bildiler. Ve kanlarıyla eşitlik ve özgürlük ideallerini yeşerttiler.
Yaşasın 14 Temmuz Direniş Ruhu!
Hayri Amed-Cuma Tak
Şehit Roza, Şehit Delila, Şehit Avesta şahsında Önder Apo’nun tüm fedailerine...
Ağustos ayı, Kürdistan tarihinde 84 yılıyla, Agit arkadaşın zihinlerimizdeki düşmana attığı ilk kurşunla yer edinmiş bir zaman parçasıdır. İlk kurşun ile bu zaman diliminde aralanan küçücük kapı zaman içinde öyle büyümüş, çoğalmış ve kendi dilimini dahi aşmıştır ki, bir kıvılcımın sığabildiği aralıklar Kürt halkının yüreğinde büyük özgürlük yangınları başlatmıştır. Özgürlüğün ekmek ve sudan daha değerli olduğunu söyler Önder Abdullah Öcalan. Bu vurgusunu çok defa dile getirerek özgürlüğe olan açlığımıza da dikkat çeker. Bu uyarılar biz kadın özgürlük militanlarını tüm zamanlarda özgürlük mücadelesine çeken temel bir yaşam manifestosu olmuştur.
Roza arkadaş işte Önderliğimizin bu uyarısını her zaman için kendine esas alan değerli yoldaşlarımızdan biridir. Bu uyarıyı bir emir bilmiş ve aynı diriliş ruhunu aynı Ağustos günlerinde kuzeye yönelerek kendi yürüyüşünde yeniden başlatmış olan Roza arkadaş özgürlüğün yangınını kendi yüreğinde tutuşturmuş bir komutandır.
Roza arkadaş Kürdistan özgürlük mücadelesinde kadın ordulaşmasının önemli görevlerini üstlenmiş öncü arkadaşlardan biridir. Mücadelenin en kızgın zamanlarında en zorlu pratiklerde yer almış, Garzan sahasındaki zorluklarla örülen mücadelenin ilk zamanlarına kendi emeğiyle kendi gücünü katmış ve kendini bu anlamda yaratmış bir kadın öncüsüdür. Ülke ve dağ sevgisi Garzan’da somutlaştığından yeniden aynı topraklara, mücadeleyi ilk öğrendiği, kendi gücünün değerini ilk görmeye başladığı ve özgürlüğün onu kanatlandırışını ilk tattığı sahalara gitmedeki ısrarı, O’nu bir kez daha kuzey yolculuğuna çıkardı. Özgürlüğü, kendi hakikatini aşkla yaşamanın tek yolu bildi ve o yolu kuzey yollarıyla birleştirdi Roza arkadaş. Bu O’nun bağlılığının da göstergesiydi.
Garzan’da mücadele yürütmek, Garzan dağlarını adımlamak ve o dağların havasını solumak, Şehit Mizgin’in (Gurbet Aydın) sesiyle su gibi aktığı, savaşıyla öncü kadın gerillacılığının ilk örneklerini oluşturduğu ve kadın özgürlüğünün kadın ordulaşmasıyla olacağı gerçeğini yüreklere yerleştirdiği zamanları kendi yürüyüşünde yeniden duyumsamanın da bir yoluydu. Kürdistan’ın kalbi Botan ile karşı karşıya olan Garzan dağları Kürdistan özgürlük mücadelesinde derin izler bıraktığı kadar yaratılan anlamlı zamanlarıyla da gönüllerde yer edinmiş bir ülke parçasıydı. Ve bu ülkeyi yüreğinde yeniden yaşatmanın, özgür zamanlarla bu ülkeyi yüreğine nakışlamanın arzusu, Roza arkadaşta aşk düzeyindedir. Ve bu arzuyu zirvede yaşamanın kararlılığıyla Garzan yolculuğuna çıkmıştı.
Dağlarda özgürlüğün zirvede yaşanacağının somutlaşmış ifadesiydi Roza arkadaş. Komutanlaşmış bir öncü olarak Roza arkadaşın kadın ordu çalışmalarındaki anlamı ve değeri, her kadın militan tarafından bilinmektedir. Kadının savaşta yer alışıyla, savaşın anlamsız ve gereksiz şiddete boğulmasını engellediğini, çete çizgilerine karşı kadın ordulaşmasının nasıl bir panzehir rolü oynadığını ve toplumun özgürleşmesinin kadın özgürleşmesi olmadan mümkün olmadığını en iyi bilen ve bu bilgisini kendi pratiğiyle gerçeğe dönüştüren bir komutandır. Bunu bilmek, öz anlamında her arkadaş için kendini bilmenin bir parçasıdır. Çünkü Roza arkadaşın yer aldığı ve kendinden vererek ördüğü anlamlı zamanları, kendi tarihini bilince çıkarmak, kendini bilmenin bir kıstasıdır.
Roza arkadaşın, Önderliği görme şansı olmamıştı. Bu O’nun içinde derin bir iz bırakmıştı. Mücadele içinde yaşadığı zorlukların her zaman üstesinden gelmeyi bilmişti ve hiçbir zorluk O’nda derin kırılmalar yaratmamıştı. Bir tek zorlandığı nokta Önderliği görememesiydi. Bunu kendi mücadelesini yükselterek tamamlamak istiyordu. Mardinli olmasına ve kendi doğduğu, özünü şekillendirdiği toprakları büyük bir toprak sevgisiyle yüreğinde taşımasına rağmen Garzan’ın en acılı, zorlu ve yoğun bedellerin verildiği zamanlarına terini, kanını, emeğini, yüreğini katmış olduğundan, tam bir Garzan kızı olmuştu.
Güney sahalarında bellli bir süre kalmıştı. Örgütün tüm çalışmalarına kaygısız, hesapsız katılımıyla emeğiyle kendini yaratmış bir arkadaştı. Onun bağlılıkları ideolojik kaynaklardandı. Kimseden beklemeden, Önderlik ideolojisinden aldığı güçle kendini yaratan ve bu yaratımı özgürleşmenin bir şartı sayan duruşu her zaman için saygı uyandırmıştır her arkadaşta. Garzana gidişi de orada yeni bir açılım yapma üzerindeydi. Uzun aradan sonra o bölgeyi tanıyan, halkı bilen, oraya emek vermiş bir arkadaş olan Roza arkadaşın aynı alana yönelmesi bir anlamda kadın özgürlük mücadelesi için de büyük bir kazanımı getirecekti. Bunun öncülerinden biriydi Roza arkadaş. Büyük yaşamasını ve büyük eylemlere adını yazdırmasını bilmiş olan öncülerimizden olan Roza arkadaş, şahadetiyle de kendi büyüklüğünü bizlere bir kez daha göstermiş oldu.
1 Haziran 2004 hamlesinin başlamasıyla birlikte örgüt içinde yaşanan sorunlar, zorlanmalar karşısında bu arkadaşlar şahsında yaşanan büyük direnişler her zaman için özgürlük umudu olmuşlardır. Önderliğimiz “beni seven kızlar yönünü Botana çevirsin” demişti. Bu arkadaşlar da bu sözü yaşam manifestosu sayarak yönlerini Botan başta olmak üzere tüm kuzey alanlarına dönmüşlerdir. Sadelik ve doğallık kadar komutanlaşmanın en anlamlı duruşunu yaşatmasını bilmiş, askeri çizgiyi geliştirmek kadar kadın özgürlük çizgisini temsil etmenin güçlü örnekleri olmuşlardır. Roza arkadaş işte bu arkadaşlardan biridir. Aile olarak da yurtsever bir ailesinin olması, onun yurtseverlik değerleriyle büyümesini, düşman bilincini erkenden yaşamasını ve mücadele ruhuyla dolu olmasını getirmiştir. Ailesi metropollere göç etmesine rağmen ulusal özünü tüm egemen ulus baskılarına rağmen korumasını ve yaşatmasını bilmiş bir ailedir. Bu öz roza arkadaşta mücadele değerleriyle buluşmuştur. Bu buluşmanın kaynağı da Roza arkadaşın arayışlarının yüksek düzeyde olmasıdır. Bu arayışlar katılımındaki sıcak ruhu, coşku dolu duruşu ve herşeyi öğrenmeye hazır yaklaşımlarıyla ortaya konulmuştur. Güneyde kaldığı zamanlarda her zaman için kuzeye gitmenin mücadelesini vermiş, büyük ısrarlarla kuzey sahalarına gitmeyi dayatmış ve kendi ısrarını pratikleştirmenin ilk adımlarını büyük bir arkadaş grubuyla birlikte paylaşmıştır.
Bizler için Roza arkadaşın şahadeti bir onurdur. Bir tek şey var içimizi burkan ve yüreğimizde bir ince sızı yaratan, o da Roza arkadaşın Garzan topraklarına ulaşamadan şehit düşmesidir. Botan’ın kutsal toprakları O’nu bağrına basmasını, O’na sinesinde anlamlı bir toprak ayırmasını bilmiştir. Ama, herşeye rağmen yarım kalan bir yürüyüş, yürüyüşün tam ortasında şehit düşmesi bizlerin de içinde bir yara açmıştır.
Tabi ki O’nun ve aynı grupta bulunduğu tüm arkadaşların kahramanca direnmeleri, son dakikalarına kadar direnişi elden bırakmadan düşman karşısında savaşmaları ve onurlu bir direnişi esas alarak Botan topraklarına düşen anlam tohumları olmaları bizlerin onur kaynağıdır. Mücadelenin kızgın bir zaman kesitinde, yüreğini ve özgürlük aşkını omuzlamış ve yollara düşmüş olan 11 arkadaş, 11 yüreği özgürlüğe sevdalı gerilla, 11 yaşam ve hakikat aşığı, adım adım kendini yaratmanın, emekle, yürekle, zihniyet dönüşümüyle ve aşkla mücadelenin anlam damlalarını yüreğine akıtmanın onurunu yaşamışlardır.
Yaşam ve anlam damlalarını yüreğine akıtmanın en sanatkârane örneği Delila arkadaştır.
Delila arkadaşın sanatçı kişiliği onun dağ yaşamındaki katılımına incelik katmış, tüm zamanlardaki duruşuna da bu incelik, bu estetik yaklaşım yansımıştır. Yaptığı işi, bulunduğu ortamı, yaşadığı zamanı en anlamlı yaşamanın mücadelesini her zaman vermiştir. Yine Avesta arkadaş, yaşadığı tüm zorlanmalara karşı yoğun bir mücadele yürütmüş, kendini aşmanın zirvesine kuzey topraklarında, mücadelenin en kızgın alanlarında ulaşacağına inanmış ve inancına yürümekte gözünü kırpmamış bir arkadaştır. Avesta arkadaşın bu direnişinde ailesinin dile getirdiği onur sözleri halk olarak hepimizin onuru olduğu kadar gerillalar olarak bizlerin ayrıca onur kaynağıdır. Kadın özgürleşmesinin önemli bir aşaması olan kadın ordulaşmasını yeni bir zaman diliminde yaşatmanın yolcuları olan her üç arkadaş da kadın özgürlük mücadelesinin en anlamlı yaşam abideleri olmuşlardır.
Yine Garzan grubuna bu kutsal yolculukta öncülük eden, kuryelik yapan Xwinrej ve Andok arkadaşlar, yaptıkları kutsal eylemin, üstlendikleri kutsal görevlerin bilinciyle, yürüdükleri her adıma yüreklerini katmasını bilmiş arkadaşlardandır. Her adımda yüreklerinin coşkusunu, emeklerinin en moralli ve anlamlısını yürüyüşlerine katarak, Garzan yolculuğunu gerçek anlamda kutsallaştırmış olan bu arkadaşlar şahsında Kürdistan özgürlük mücadelesinin en anlamlı gelecek ışıklarını görmek mümkündür. Çünkü bu arkadaşlar, kendi yaktıkları kıvılcımla yolları aydınlatmakla kalmamış, attıkları her adımla yönünü kuzeye dönmüş gerillaların yüreklerini de aydınlatmışlardır.
Gerillacılık, bir anlamda karanlık zamanlarda ışık olabilmektir. Bu anlamda en büyük gerilla Önder Apo’dur. Kürt halkının en karanlık zamanlarında en aydınlık zamanların umudu olmuş, kuru dallara can vermiş ve verdiği umudu gerçeğe dönüştürmüş olan Önder Apo, 4.stratejik hamle döneminden geçerken “Varlığını korumak, özgürlüğünü sağlamak” esprisini belirleyerek yaşadığımız sürecin görevlerini de ortaya koymuştur.
Bu mücadele aşamasının Kürdistan özgürlük militanlarına verdiği görevlerin öncü gücü HPG ve YJA-Star güçleridir. Bizler ancak, Zilan arkadaşın tanrıçalık yanlarını anlayarak, bilince çıkararak ve Rozaların, Nudaların, Gülbaharların komutanlık çizgileri doğrultusunda uygulayarak, Viyan ve Semaların iç yoğunlaşma derinliğine ulaşarak ve tüm fedai arkadaşların yaşamı uğruna ölecek kadar sevme kararlılığını kendi yaşamımıza uyarlayarak bu öncü görevleri başarıya ulaştırabiliriz. Bundan başka şansımız yoktur. Bundan başka tercih edilecek bir yol da yoktur. Özgürlüğün tek şartı başarmaktır ve başarmak da bilinçli ve anlamlı bir mücadele yürütmekle mümkündür.
Agit yoldaş öncülüğünde yaratılan 15 Ağustos diriliş ruhunu tüm zamanlarda yaşayarak, imha ve inkar siyasetinden kendimizi kurtarmanın öncü gücünü yaratma kararlılığını pratiklerimizde görünür kılarak ancak kendimizi anlamlı yaşam sahipleri haline getirebiliriz. Nasıl ki bu direniş Kürdistan tarihinde bir milat olduysa, Ağustos sıcaklığının direniş ve diriliş ruhuyla kuzeye yönelen arkadaşların mücadele kararlılığı da bizler için bu miladın tüm zamanlara yedirilmesi anlamını taşımaktadır.
Adil ve Nuda arkadaşların öncü duruşu, feda ruhu da bunları anlatır bizlere. Kuzey sahalarına, savaşın en sıcak alanlarına nasıl ki özgürlüğe yöneliş sevinciyle, gerilla gülüşleriyle ve sımsıcak yürekleriyle yürüdülerse, bizler de aynı ruhu kendimizde yaratarak, aynı zafere kilitlenmiş mücadele ruhuyla, başarıdan başka hiçbir yola ihtimal vermeyen kararlı duruşuyla, yaşadığımız zamanı özgür ve ahlaki toplumun yaşanacağı bir geleceğe dönüştürebiliriz. Özgürlükte ve Önderlik çizgisinde ısrarımız, bizlere bunu emretmektedir.
Devrimci Selam ve Saygılarımla,
Çiçek Tekoşin
Yüce insanları mahsustur hayatı anlayarak ve ne için yaşadığını bilerek yaşamak….
Geçenlerde duydum, 10 Haziran günü Kelareş iki güzel yoldaşın şahadetine şahitlik etti diye. Biri Alişer diğeri de Karer yoldaştı. Kendi adıma Karer yoldaşı fazla tanıyamadım ama Ali şer yoldaş ile beş yıl boyunca aynı alanda çalışma yürüttüm.
Alişer yoldaşı mücadeleye birlikte katılmış olan Fikret yoldaş ile birlikte tanıdım. İkisini de birbirinden ayırmak olmazdı. Çünkü başladıkları özgürlük savaşında tek yürek olmuşlardı…
Bir kış günüydü Alişer arkadaş Zagroslardan Kelaraş’e gelmişti. Kelareş’in soğuk havasında bir fırtınanın içinde ilk sıcak merhabalaşmamızı yapmıştık. İlk merhabalaşmamız yıllar süren çalışmanın başlangıcı olacaktı. Uzaklardan gelmişti ama ilk karşılaşmamızda bile sıcak bir yakınlık göstermişti.
Dört yıl boyunca Kelaraş’in her yerinde birlikte çalışma yürüttük. Her geçen gün Alişer arkadaşı daha çok tanıdım. Tanıdıkça ona olan saygım, sevgim daha da arttı. Alişer yoldaş nasıl yaşanılması gerektiği noktasında bulunduğu her yerde bize örnek oluyordu…
Alişer yoldaşın hikayesini duyan herkes onun ne kadar tutarlı bir insan olduğunu anlıyordu. 1977 yılında Malatya’nın …..köyünde alevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. İlkokulu bitirmiş daha sonrasında da geçim derdi diyerek İstanbul’un yolunu tutmuştu. İstanbul’da yaşadığı yıllar boyunca da kendisini oraya ait olarak görmemişti. Düşündüğü tek bir şey vardı o da ülkede yaşanan savaştı. Zaman ilerledikçe içindeki coşkuya hakim olamamış ve gerillaya katılmanın yollarını aramıştı.
İstanbul’da tanıştığı Fikret arkadaşla birlikte gerillaya katılmaya karar verirler. Öyle ki, Fikret arkadaşla bir daha geri dönmemek üzere, aynı kaderi paylaşan bir yolcuğa çıkarlar. Uzun çabalar ve arayışları sonrası ilk olarak 1997’yılında Koçgiri’de arkadaşlara ulaşırlar. Hayalleriyle buluşmanın coşkuyla gerilla olmanın tadını çıkarmaya çalışırlar. Canı gönülden çalışmalara katılırlar. İlk Kürt isyanının yapıldığı yerlerden biri olan Koçgiri’de gerillalaşmak onlar için başka bir anlam ifade edecekti. Koçgirili Alişerlerin Dersim’e taşan isyanının mekanındaydılar. Geçmişi o an gibi yaşayarak savaşacaklardı.
Yaklaşık üç ay Koçgiri’de kaldıktan sonra iki yoldaş da birlikte arkadaşlar tarafından bir görev için şehre gönderilirler. Bu görev sırasında Tokat’ta yakalanırlar. Ardından zamanın geçmek bilmez olduğu zindan günleri başlar. Alişer ve Fikret yoldaşların gerilla özlemleri yarım kalmıştı. Kürdistan’ın özgür dağlarından sonra zindan’a düşmek canlı canlı mezara girmekti. Peygamber Eyüp sabrı ile üç yılı aşkın zindanda çıkacakları günü beklerler. Her gün her saat birlikte yine gerillaya gidecekleri günü düşünürler. Zindandan çıktıkları gibi içlerinde bir özlem olarak kalmış olan dağın yolunu tutarlar. Artık ikisi de dağsız, gerillasız yaşamanın anlamsız olduğunu çok iyi bilmektedir. Ve şuna kesinlikle ikna olmuşlardı; “yaşayacaksa insan ne için yaşadığını bilerek yaşamalı.” İki yoldaş da yaşamın sırrını çözmüş ve zorlu hayat yolunda attıkları adımın ne anlama geldiğini bilerek yürümektedirler.
2001’de tekrardan gerillaya ulaştıklarında Alişer yoldaş Xınere’dedir, Fikret yoldaş da Kandil’de. Bende o zaman Fikret arkadaşla birlikte yeni savaşçı eğitimdeydim. Yıllar sonra Alişer arkadaş ile tanıştığımda Fikret arkadaş, Alişer’le aramızda ortak yanlarımızdan biri olacaktı….
Alişer yoldaş sakin, olgun ve ne zaman konuşması gerektiğin bilen bir arkadaştı. Bulunduğu her ortamda arkadaşlar tarafından büyük saygı görüyordu. Fedakarlığı ve emekçi yanlarıyla tanınıyordu. Kolay kolay kimseye kızmazdı. Eğer Alişer yoldaş birine kızmışsa çevresindeki arkadaşlar onun haklı olduğunu bilirlerdi. Kimse ona neden kızıyorsun diyemezdi çünkü erdemli bir kişiliğe sahip olan Alişer yoldaş kızmışsa mutlaka bir sorun var demekti.
Kendisinde yaratmış olduğu kişilik özelliklerini çalışmalara da yansıtıyordu. Yapılan işlerin sağlam olması için büyük gayret gösterirdi. Yüzeysellikten kaçar, ciddi yaşaması gerektiğini bilirdi.
Askeri çalışmalarda da disiplinli, dikkatli ve 24 saat gerillacılığı esas alırdı. Kendine güvenen kişiliği askeri çalışmalarda da gösteriyordu. Bir an için bile boşluk olmaması için çok çabalıyordu. Kelareş’te kaldığımız 2005’den itibaren yoğun çatışmalar da yaşanmaya başlamıştı. İran devleti sürekli saldırıyordu. Bizler de sadece savuma pozisyonumuzu koruyorduk. Ama gerektiği zaman da arkadaşlar gereken cevabı veriyordu.
2006 yılında yıl üç arkadaş bir yerde pusuya düşmüştü. Düşman sivil elbiseler giyerek o üç arkadaşın etrafını sarmıştı. Arkadaşları imha edeceklerini hesap etmişti. O sırada Alişer arkadaş’ın birimi karşı yamaçtaydı. İlk mermi patlar patlamaz Alişer arkadaş elinde karnas suikast silahıyla cevap vermişti. Düşman mermilerin daha nereden geldiğini anlamadan Alişer arkadaş’ın birimi düşmana büyük bir darbe vurmuştu. Arkadaşları çembere aldığını düşünen düşman bir anda bizimkilerin çemberinde kalmıştı. Çatışmada sadece Pılıng arkadaş yaralandı ama düşmanın pusuya gelen grubundan sadece komutanları yaralı kurtulmuş, diğerleri de ölmüştü. Alişer arkadaş buna benzer birçok çatışmada kritik roller oynamıştı.
Alişer yoldaş halk tarafından da çok sevilen ve saygı duyulan biriydi. Çalışma yürüttüğü alanlardaki köylüler Alişer yoldaşa bağlanıyorlardı. Yaşadıkları sorunları veya kendi aralarındaki kavgalar için onu arayıp buluyorlardı. Alişer yoldaş genç olmasına rağmen köylerdeki aksakallar bile kalabalık bir cematin içinde Alişer yoldaşı gördüklerinde konuşmazlar sadece onu dinlerlerdi. Yukarıda da ifade ettiğim gibi o nerede ve nasıl konuşması gerektiğini çok iyi biliyordu. Az konuşuyordu ama ağzında çıkan kelimelerin ağırlığını tartarak konuşuyordu. Kendisi de insanın nerede olursa olsun kendi ağırlığını koruması gerektiğini söylüyordu. Hele bir de devrimciyse bu daha da önemli oluyordu. Özellikle halkın içindeyken yapılan davranışlarımızın partiye mal olduğunu onun için hiç kimsenin rastgele davranışlar ve tutumlarla partiye haksızlık etmemesi gerektiğine inanıyordu. Yani kendinde taşıdığı yurtsever kişiliğiyle partide kazanmış olduğu militan özellikler onu daha da olgun bir kişi yapıyordu.
2006 yılında Fikret arkadaş Dersim alanına geçmişti. Dersime giderken bulunduğumuz alana da ulaşmıştı. Alişer arkadaşa takılarak “ben senden önce Koçgiri’ye gidiyorum. Seni geçtim” diyordu. Alişer’de “git orada benim için de bir yer ayır” diyordu. Birlikte devrim yoluna çıkan iki can yoldaş böylece bir birlerine takılıp duruyordu. İlk defa ikisini birlikte bir arada görüyordum. Ama birbirlerine olan bağlılıklarını hissetmemek elden değildi. Tek yürek olmuşlardı. Bir birlerini öyle bir özümsemişlerdi ki, her bir davranışları aynıydı. Sohbetleri, hareketleri, esprileri, dünyaya bakışları birbirinin aynısıydı. Büyük bir yoldaşlık aşkı ile birbirlerine bağlanmışlardı. Bu aşk ki hayatta hakikati arayanları ulaşabileceği bir aşktı…
Fikret yoldaş Koçgiri’ye gitti. Ama bir yıl sonrasında şehit düştü. Fikret yoldaş son bir defa da olsa Koçgiri’yi görme amacına ulaşmıştı, geride Alişer’i bırakarak…
Alişer yoldaş da Fikret arkadaşın şahadetinden sonra Koçgiri’ye gitmek için öneriler geliştiriyordu. 2008 yılının sonlarında birlikte Güney’e alanına geldik. PKK Ocak eğitimi gören Alişer yoldaş partinin düzenlemesiyse tekrardan Kelareş’e gönderildi. Kendisi Koçgiri’ye gitmek istiyordu ama arkadaşlar geldiği alanda ihtiyaç olduğunu söylemişti. O da mücadelede ihtiyaçlara göre katılmanın en doğrusu olduğunu bilerek 2009’da yönetim düzeyinde yeniden Kalareş’e gitmişti.
Ondan sonra bir daha kendisini göremedim. Bazen moral veren selamı geliyordu. Selamında bile coşku ve güç alıyordu insan. Her şeyiyle benim için örnek olan güzel yoldaşımın şahadetini duyduğumda belki zor oldu ama halkımız için son nefesine kadar yaşamasını bilen birini tanımış olmanın onurunu da yaşıyorum. Herkese nasip olmaz böyle erdemli insanları tanımak, onlarla yaşamak…
Alişer yoldaş Fikret yoldaşı ve Koçgiri’yi bir daha göremedi. Göremedi ama onlara layık olarak yaşadı. Özgürlük mücadelemizin kendisine vermiş olduğu görevleri başarıyla yerine getirerek özgür bir kişiliğin nasıl olması gerektiğin gösterdi. Söz verdiği gibi Fikret yoldaşını yalnız bırakmadı. Birlikte çıktıkları yolun ayrı mekanlarında şahadet mertebesinde sonsuza dek ve bir daha ayrılmamacasına buluştular….
Hüseyin Boran
Şahadetinin üzerinden 19 yıl geçti. Meçhullerin içinde bulmaya çalıştığım bir tarihte. 3 Haziran 1992 Haftanin Cudi arasında bir vadide kaldın. Bildiğim hâlâ orada olduğundur. Belki de bekliyorsundur. Olan bitenin aydınlanmasını ve bilinmeni bekliyorsundur. Ya da bilemediğim, bilemediğimiz daha çok şey olmuştur. Beni de bu bilinmezlikler kilitledi belki de. Olur da başka ihtimallerin olabildiğinden değil, yüreğimin akmak istemesinden. Bir bildiği vardır diye uyuyorum geceleri. Kalemimi elime alıp seni yazmaya başlamam kabullenmemin de bir belgesidir biliyorum. Demek ki zamanı gelmiş de, belki de çoktan geçmiştir. Gecikmiş bir anmanın özeleştirisini mi vermem yoksa ilk gün gibi taze olan yaramı sarmam mı gerekiyor bilmiyorum. Her halükarda kabul ediyor, yolunun yolcusuyum diyor ve kısmen de olsa ben de bıraktıklarını paylaşıyorum. Paylaştıkça çoğaldığına inanıyorum.
Aslında içinde olduğun bölüğün sınırı geçerken pusuya düştüğünü ve çok az arkadaşın kurtulduğunu duyduğum gün, acını iliklerime kadar hissetmiştim. Kimse adını söylemedi ama şahadetinden iki gün sonra bunu bütün belleğimle hissetmiş, atış talimi yaptığımız o gün silahlardan korktuğum halde hiç tereddütsüz silahı almış ve birinci olmuştum. Şahadetin mücadele kararlılığımın temelini oluşturdu. Ama yine de anladığıma inandım. “Belki” yi hep sıkı sıkı tuttum.
Birkaç gün önce ayrıldığın Ş. Mahir Kampın’a ben de yeni gelmiştim. Görüşemedik. Aslında birkaç gün önce aynı yerde aynı patikadan geçmişiz. Senin grubun Xantur dağının dik patikasından aşşağı doğru inerken, biz de sizin geçeceğiniz Cudi yolundan gelmişiz. Aynı saatlerde Xantur dağının yamacındaki patikadan Anakarargaha gidiyorduk. Aramızda belki de birkaç metre vardı. Ya da birkaç ağaç. Sizin grup yola biraz daha erken çıksa ya da bizim grup Geliye Pisaxa’da oyalansaydı, ayağım burkulsaydı mesela, görüşebilecektik. Birkaç dakikalık zamanımız da olsa anlardık hallerimizi, bilirdik nasıl yoldaş olduğumuzu ve neler yapabileceğimizi. Belki de daha iyi bilirdik birbirimizi. Aramıza giren birkaç ağaç, büyük bir kaya ya da küçük bir virajdan habersiz ayrıldı yollarımız. Ebedi kopuş öncesi sadece o kadar yakınlaşabildik. Bu kadar yakın farkındalığı sonraya ertelenmişti.
Haftani’e gelir gelmez hiç bilmediğim halde orada olduğuna kesin bir inançla sordum herkese. Kodunu bilmiyordum. Olabildiğince açık tariflerime karşılık “Fırat” dediler. Bir de Spartaküs denilmesinden hoşlanıyormuşsun. Fırat Spartaküs diyorlardı. Yeni savaşçı eğitimini Ş. Berivan kampında tamamlayıp pratik birliğe geçtiğini eklediler. Karlı yolların açılmasını Ş. Mahir kampında beklemişsin. Sen de beni anlatmıştın arkadaşlarına. “Biliyorum o da gelecek, bekliyorum” demişsin. Anlamıştın ikimizin hayatının hep aynı kulvarda geçeceğini. Bilgeliğine hayran kalmıştım. Bekletmemeye çalıştım, geldim ama daha görüşmeden…
Diğer kardeşlerimizden farklı olarak ikimizin kaderi hep etkilemişti birbirini. Benden 1,5 yaş küçük olmana rağmen babam okula kaydetmek için ikimizi birlikte götürdü. Seydişehir’de geçen uzun ve zorlu kış aylarını okula giderken birlikte karışılayalım diye. “Elele tutuşur gidersiniz” diyordu. Ama okul müdürü yaşın tutmadığı için kabul etmedi seni, “onu seneye alırız” dese de babam karlı yolları el ele geçmemizde kararlıydı. “Madem küçüğünü almıyorsunuz o zaman ikisi de bekler seneye birlikte giderler” demişti. Ya sen bir yıl erken başlayacaktın ya da ben bir yıl geç. Birincisi denenmiş sonuç vermemişti. O zaman diğeri olacaktı. Bir yıl okula kaydolma yaşını bekledim. Hep aynı elbiseleri aldılar bize. Renkleri farklıydı sadece. Kahverengi kadife pantolon, mavi kazak benim, lacivert kadife pantolon, kırmızı kazak senin. Normalde kazakların rengi tersi olmalıydı ama kırmızı hep sana, mavi de hep bana alınıyordu nedense. Saçlarımızı aynı berberde aynı tarzda kestiriyorlardı. Masum ciddiyetimizle çekilen çocukluk fotoğraflarımızada ikiz gibi dururduk. Senin bodur tombul vücudun ile yeşilimsi gözlerin ve benim seni aşan boyum birlikteyken fazla göze çarpmazdı. Tombul gevşek vücudunla çok savunmasız durduğundan koruma görevini üstlenmiştim. Düşüp bacağını kanatsan, bacağımda sızısını hissediyordum. Okula ulaşmak için geçmek zorunda olduğumuz otoyolda sana araba çarpma ihtimaline karşı hissettiğim korku, bana çarpma ihtimalinde hissettiğim korkuyla aynıydı. Sanki iki can gibi. Sana bir şey olursa bana olurmuş gibi. Hâlbuki kavga ettiğimiz de oluyordu.
Mardin’e kesin dönüş yapmamız kimlik ve kişilik şekillenmemizin rotasını değiştirdi. Seydişehir’de Kürt olduğumuz için yabancıyken, Nusaybin’de dışarıdan geldiğimiz için yabancıydık. Sen çok fazla orada kalmadın. Hemen tercihini kültürel bağlarından yana yaptın. Bir Mardin’li gibi yaşamak, kaynağına geri dönmekti. Mesela artık zaruri yerler dışında Türkçe konuşmuyordun. Benim Türkçeme de kızıyordun. Mardin’liler Türkçeyi nasıl konuşuyorlarsa biz de öyle konuşmalıydık. Yani küçük kardeşim benden önce büyüyordu. Bilinçli bir yönelimdi sanki. Ama bir de erkek olmana bağladım biraz. Mardin’de toplumsal cinsiyet rolleri daha belirgindi. Ya da biz toplumsal cinsiyet rollerini öğrenmeye Mardin’de başladığımız için bize öyle geliyordu. Daha dar sınırlarda yaşayan kadınlar kendilerinde var olanı yaşatma alanını kapalı tutabiliyorlardı. Oysa erkek kardeşim yeni sosyalitenin her an içinde olmak ve burada varlığını geliştirmek durumundaydı. Toplumsallaşmanın bu olumlu yanı erkenden duyarlılıklarının güçlenmesini sağladı. Büyüdükçe duyarlılığı sorumluluğa dönüşüyordu. Aileye karşı sorumluluk, halkına karşı sorumluluk, kültürüne karşı sorumluluk. Çocukken koruduğum gevşek, tombul bedenin, yükü de ağırlaşıyordu sanki. Yükünün bilincinde olarak güç kazanmaya çalışıyordu. Ya da arkadaşlarıyla olmak okuldan daha önemliydi. Belki de kendisi için orada bir gelecek bulamadığındandı. Ya sorumluluklarını yüklenecekti ya da okula gidecekti. Ertelemedi. Hep okulu astı, arkadaşları gibi kavga etti, onlar gibi eylem yaptı. Hatta onlardan eylem yapmayan, halkının özgürlük yolunda ilerlemeyenler olunca başka arkadaşlar seçti. Yani sadece bulduğunu değil, aradıklarını da yaşadı. Yapabildiği kadar…
Tam da serhildanlar süreciydi. 80’lerin sonu 90’ların başı. Daha ondört yaşındayken gözaltına alındığını hatırlıyorum. Devletin binalarından birine bomba atmakla suçladılar. Gerçekten sen mi yapmıştın bilmiyorum. Ama yaşadıklarından sonra anlattıklarından –açık vermemeye çalışsan da- senin de o grup da yer aldığını anlamıştım. Düşmanın inanılmaz işkencelerine rağmen hiç konuşmamıştın. Onlar da senin yaşında birinden böyle bir eylemi beklemediklerinden, gözaltından sonra serbest bırakmışlardı. Eve geldiğinde tanınmaz haldeydin. Serhildanlara koşardın. Bir yerden silah sesi mi geldi, geç kalmış gibi fırlardın. Eylemleştikçe sözün azaldı. Neredeyse konuşmaz oldun. Sadece sözünü eyler oldun. İçine kapandığını, sorunların, sorumlulukların ağırlığından bunaldığını düşündüm. Ama sözün zamanı olmadığını anladım sonra. Demek sözlerin zamanı ile eylemin zamanı da varmış. Daha o yaşta anladın ve uyguladın. O kadar güçlüydü ki bu tavrın belleğime en fazla öyle kazındın. Sessizce, aceleyle gidişin takılır gözlerime ya da o görüntü hep oradadır. Ben de arkandan bakarım. Son görüşüm de öyle oldu. Benim tişörtümü giymiştin. Yeni yeni genişleyen omuzların ve uzamış boyunla beyaz tişört sana daha çok yakışmıştı. Dağlara benim tişörtümle gitmen benim de yolumu işaret ediyordu. Sanki, sanki o tişört aracılığıyla beni de getirmiştin dağlara. Ben de seninleydim. İşarete uydum ve takip ettim. Halkına, özgürlüğüne ve tabi kendi özüne ulaşmanın yolu dağlardan gidiyordu. Bu nedenle hiç tereddütsüz PKK’li oldun. Hiç tereddütsüz, sessizce ve arkana bakmadan bütün özlemlerini yüreğinde dağlara taşıdın. Yükünü yoldaşlarınla paylaşacak, kavganla özlemlerini “olur” yapacaktın. Herkes taşıdığı hayalleri, sevgileri, acıları ve öfkeleri yüklenerek geliyordu zaten. Bir oluyor tüm yürekler, sen büyüyorsun, yükün büyüyor, sen biz oluyor, yürekler tek oluyor.
Kod: Fırat Spartaküs
Ad-soyad: Servet Ayaz
Doğum tarihi ve yeri: 1974-Seydişehir-Konya
Katılım: 1992 baharı
Şahadet tarihi: 3 Haziran 1992-Dola Şehidan
Ne kadarını paylaştın bilemiyorum. Ne kadarına zamanın yetti. Hangi yoldaşının yükünü hafiflettin, ortak oldun. Dağlardaki o kısacık ömrüne neleri sığdırdın, bilemedim hiç. İlk katıldığın dönemde tanıyan birkaç kişi dışında seninle aynı mekânı paylaşan çok az insan gördüm. Bazı ipuçları verdiler. Seni olduğun gibi anlatmaları mümkün değildi. Hayatın verdiği süre o kadarmış. Dağların sırlarından biri olun. Yıllarca aradım, arattım, soruşturdum ama bu gerçeği değiştiremedim. Ne bir fotoğrafını bulabildim ne de sana ait bir parça eşyayı. Seni gerilla kıyafeti içerisinde göremedim, hayal etmeye çalıştım. Yıllar geçtikçe tanıyanların söylediği bir-iki küçük bilgiyle yetinmek zorunda kaldım. Sonucu değiştiremediğim için kendime kızdım. Ama sonra halkımın binlerce meçhul oğlunu ve kızını duydum, gördüm, tanıdım. Daha sivil kıyafetlerini çıkaramamış, dağlara ulaşamamışları, ilk eğitimlerinde yitirilenleri, ilk eyleminde düşenleri, içini dökemeyenleri, sesini duyuramayanları… Bizim gruptayken daha gerilla kıyafeti giyememiş, yolda mayına basan Siirt’li Davut arkadaşı bildim mesela ve sineme çektim. Madem davamız ortak, o zaman yekvücut oluyoruz. Ben Davut’um, Fırat’ım, Dersim’im, Ayfer’im. Öyle ki yitenler yaşar, acılar avunur. Şehitler ölmez, yaşayanlar çoğalır.
Sen bazı arkadaşlara göre belki de anlatabildin kendini, verilen ipuçlarından anladım. Yeni savaşçı eğitiminde konuşkan, canlı ve hatta çok sosyal olduğunu söylüyorlardı. Seni çok seven bir arkadaş, yıllar sonra senden söz ederken gözyaşlarını azad ederek çok paylaşıma açık, rahat ve samimi olduğunu söylemişti. Demek ki içe kapanıklığını aşmış, içini dökmüştün. Demek yükünü paylaştıkça çoğalmış, kendini bulmuştun. Daha ağır sorumlulukları yoldaşlarınla birlikte yüklenmenin güvenini ve rahatlığını yaşamıştın belki de. Demek dağlarda aradığını bulmuş, bulduğunu vermeye gelmiştin. Büyük bir heyecanla başladığın yolculuğunda benim birkaç metre uzağımdan geçmişsin. Sırrını tümüyle çözemesem de yanımdan kararlı, coşkulu ve heyecanlı geçtiğini bilmek güzel.
Cudi’ye yaklaşmışken aradaki yolu gece karanlığına kesemediğinizi, bir vadide dinlenmek zorunda kaldığınızı söylediler. Grubu farkeden çetelerin düşmanla birlikte stratejik yerlere kurularak çevrenizi sardıklarını da. Çatışma başladığında askerden çok, daha görmediğiniz kobra helikopterlerinin ateşi darbelmiş grubu. Bir gün süren çatışma soncunda 27 arkadaş şehit düştü, 8 arkadaş da –çocuk yaştaki arkadaşlar- ele geçmişti.
27 can ayrılmadınız yerinizden, orada kaldınız. Oraya adınızı verdiniz. Eskiden adınız var mıydı bilmiyorum ama şimdi Dola Şehida deniliyor vadinize. Şehitler vadisi. Bir toplu mezar artık, birlikte yattığın yoldaşlarınla bir gün şehitliklerimize getirilmeyi bekleyerek. Toplu mezarların açıldığı şu son süreçte umutlar biraz daha arttı. Açılacak ve aydınlanacak.
Bu umudumu koruyarak yolunun takipçisi olmaya devam ediyorum. Ben de bıraktığın suretini olduğu gibi koruyorum. Derin yeşilimsi gözler, yeni yeni terleyen sakallarının arasından gülümseyen gamzeler ve uzun boyunla duruyorsun hâlâ. Hep böyle kalacaksın.
Özlemle kucaklıyor ve gamzelerinden öpüyorum.
Yoldaşın, kardeşin
Tekoşin Ozan
Şehit Ciwan Anısına
Uzun bir yolculuktan sonra her birimizin farklı alanlardan gelip buluştuğu, kamp ortamındayız. Konuşmalar, ikili sohbetler farklı farklı. Aynı zamanların içinden çıksak da birbirine yakın bölgelerde şekillenen aynı ülkenin çocuklarıyız. Renklerimiz doğanın renklerine benziyor. Kendi içinde canlılığını ve çeşitliliğini koruyor. Kampta yükselen seslerin tonu ise bu manzarayı yansıtıyor. Birbirini henüz tanımayan bu topluluk bir araya geldiği andan itibaren, renkleri birbirine uyumlu görünen bir tablo gibi… İlk karşılaşmanın getirdiği heyecan, yeni yüzlerin birbirine bakışlarının şaşkınlığını gizleyemiyor. Başlangıçta ikili tartışmaların içeriği tanışmayla başlasa da daha sonra PKK’ye katılmanın nedenleri tartışılarak, sohbetler derinleştiriliyor.
—Heval, benim adım... Vs.
—Ben, … Üniversitesinden geldim.
—Heval sen nereden geldin?
—Kaç yıl okudun?
—Okulunu bitirdin mi?
— Şu anda yeni bir üniversiteye başlamışsın. Senin için neler değişti? Vs.
Türünden sorular, ilk günlerin günlük çay sohbetlerinin konuları oluyor. Henüz tanışma sürecinde gelişen eğitim arası sohbetlerde benzer nitelikte gelişiyor. Sohbetlerde kullanılan usluplar henüz üniversite kantinlerini yansıtsa da, herkes yeni bir sistemde olduğunun farkında. Günün başlangıcından itibaren yaşamın her anı değişik ifadelere bürünmüş. Içtima, sabah sporu vs. düzensiz uyku seanslarını disipline ediyor. Yani her yeni adımda yeni bir tarz. Yeni tarza uyum sağlamak zor olsa da çekici geliyor.
“Bu sistem bireye neler kazandıracak? Neleri sorgulatacak? Nasıl bir yaşam tarzı var? Nasıl bir özgürlük?” soruları, günü belirleyen yeni düşünce aktiviteleri oluyor. Bir de parti uslubu dediğimiz şey… o ifadeleri nasıl yakalayacağız? En çok zorlanacağımız konu bu olacak gibi geliyor bu topluluğa. Şimdiye kadar üniversitelerde kullandığımız alaycı espriler, şakalaşmalar, kuralları olmayan bir oyunun diline benziyordu. Bir de o öğrenci kantinlerinin havası, sohbetleri ve sohbetlerde en çok gelişen ‘biz özgürüz’ yanılgıları, kendini toplumsal sorunlardan kurtarmış havaları, kaşıkların, bardakların, tabakların sesleri ve ardı arkası kesilmeyen anlamsız gülmeler vs'ler... Saatlerin boşa harcandığı, içeriği boş geçirilen günler… Yaşamı istediği gibi, deli-dolu geçirmek isteyen zihniyetler… Oysa şimdi, aramak istesek de bulamayacak derecede bir kültürler yumağındayız. Geçmişte böyle düşünen zihniyetler, şimdi bu düşüncelerini sorgulayan bir sorular yumağı içinde yürüyor. Artık, bir önceki günün sohbetleri tekrarlanmıyor, her gün aynı espriler yapılmadığı gibi, her sözcüğün altı doldurularak anlam katmaya çalışılıyor. Hazır cevap, nerede neyi ifade edeceğini bilmeyen anlamsız uslupları burada bulmak mümkün olmuyor.
Neresi burası? Çoğunluğu üniversite ortamlarından gelmiş bu topluluğun gündemi nasıl böyle değişti? Ilk olarak bu ortamda sorulan soru bu oluyordu herhalde. Ama cevabı hazır. Burası PKK yeni savaşçılar eğitim devresi.
Yeni bir yaşam projesi… Alışılmış kapitalist modernist yaşamın tersi bir yaşam. Her gün kendi içinde yeni bir günü yaratan, günün sürükleneni değil, sürükleyeni olma iddiasının yaşandığı bir ortam. Bir o kadar da akıcı ve berrak… Bir sonraki gün bir önceki günü tekrarlamıyor. Sohbetlerin içeriği bile değişiyor. Saatler ilerledikçe yaşamın içeriği dolu dolu. Burada söylenen her şeyin altı dolduruluyor ya da pratiğe dökeceğin tarz da bir ifadeye kavuşuyor. PKK’nin gerçekliği teori pratik teori gerçeğiyle anlam buluyor. Ilk önce yaşamı öğrenirken bu mısralar gözümüze batıyor. Artık söylediğim her kelime attığın her adım rastgele, günübirlik değil, düşüncenin hizmetinde gelişiyor… Düşünceye dayalı yürütülen bu yaşımın en zorlu hallerinde devreye giren iradi hâkimiyet seni daha da güçlendirerek başarıya ulaştırıyor. Sistemin ortaya çıkardığı her türlü bedensel, psikolojik vs. gibi hastalıklara iradi hâkimiyetin gelişiyor. Bu ortamda bedenini her türlü hastalığa karşı bir silaha çeviriyorsun. Bir ilk yardım ekibinin müdahalelerini öğrenmek gibi kendi kişiliğine, bedenine ilk müdahaleyi öğreniyorsun. Ilk eğitimin her açıdan doğrultu kazandıran boyutları seni güçlendiriyor. Öyle ki hasta olduğunda bile ‘ben hastayım’ demene izin verdirtmeyecek bir irade geliştiriyor. İrade de kendisini konuşturan duygulardır. Yani irade duyguların yetkinleşmesidir. Bu eğitim sistemin etkileriyle gelişen duygu düzeyimizi, toplumsal yaşamın denetimine, hizmetine koyuyor. Duyguları yetkinleştirecek şeyi, yani analitik zekâ ile olan bağını öğreniyorsun. Bu da güçlenerek, kendine ve çevrendeki topluluğa karşı duyarlı bir kimliği, tarzı oluşturuyor.
Civan arkadaşla böyle bir eğitim ortamında karşılaştık ve tanıştık. Çoğunlukla üniversite ortamlarından gelen arkadaşların oluşturduğu bir tartışma ortamı vardı. Sıcak, canlı ve meraklı bir topluluğun geliştirdiği bu tartışma ortamında, teorik tartışmalar ortamı hareketlendiriyordu. PKK’ye yüklenen anlam gücü farklı farklı bakış açılarıyla ele alınırken ortaklaşmaya zemin sunan tartışmalarla bütünleştirilmeye çalışılıyordu.
Civan yoldaşın temel eğitim devresinde katılım çabası mevcuttu. “Özellikle PKK nasıl bir partidir? İdeolojik ve teorik argümanları nasıl gelişmiş, nasıl yapılanmış? Önderlik gerçeği nedir?” şeklinde gelişen temel konularda anlamaya çalışan, merak dolu düşünceleriyle göze çarpıyordu. Bu ifadeler insanda çelişkiler yaratırken, esprileriyle de bazı anlayış ve yaklaşımları ortama yansıtarak olumsuz olduklarını dile getiriyordu. Hatta yer yer küçük burjuva üslubuyla da alaylı ve küçümseyici yaklaşımları oluyordu. Örneğin Kürt olduğunu kabul eden ama hâlâ kendi gelenek ve kültürel değerlerini tanımayan arkadaşları alaylı bir üslupla karşılıyordu. Başlangıçta bu üslubunun eleştirisi yapıldığında da “ben yüzlerce üniversite gençliğinin sadece bir tanesiyim. Benim gibi birçok arkadaş bu üslubu kullanıyor. Bu uslûp üstelik bizim öğrenci ortamında sevilen bir üsluptu” diyordu. Oysa bu üslupta, anlamsız esprilerin süslediği kelimelerle, küçümseyen alaylı yaklaşan bir iticilik vardı. Kendini beğenen bir uslup ve tarz hâkimdi. Hangi yaşam anlayışını ifade ederse etsin, PKK üslubu bu değildi. PKK üslubu kavratıcı ikna edici ve geliştiriciydi. Partiye katılmadan önce Civan arkadaş birçok arkadaş gibi PKK’yi sadece teorik olarak kitaplardan okumuş fakat somut yönleriyle karşılaştığında bir bocalamayı yaşamıştı. Yaşadığı çelişkiler daha çok PKK yaşam tarzına dönüktü. PKK’nin daha çok bizim gibi gençlik kesimine hitap eden yönü sadece silahlı bir örgüt olması değil, T.C sisteminin dayattığı komünal yaşam değerlerimize karşı gelişen saldırılara cevap olmaktı. Bunun için kapitalist modernitenin geliştirdiği yaşam tarzına karşı alternatif bir yaşam tarzı geliştiriliyordu. PKK bu yaşama karşı yeni bir yaşam tarzı ve biçimiydi. Bu tarz gerillayla somutlaşıp, halklaşmıştı. Civan arkadaşın saflara katılımı bu yaşam tarzına olan özlemiydi. Ve özellikle de bunu ütopik görmeden çok yerinde ve zamanında uygulamaya çalışma çabası vardı. Civan arkadaş kendi dilini inkâr eden bir aile ortamında yetişen bir arkadaş değildi. Onun bu halini Kürtçe konuşmadaki rahat ifadeleri anlatıyordu. Hakim görünüyordu. Belliydi ki, daha önce aile içinde veya doğduğu alanda kendi anadilini sürekli konuşma imkânı olmuştu. Çünkü okul ya da esnaf vb… kurumlarda konuşmak yasaktı. Dilini kullandığı tek yer o dönemde aile ortamları, köy meydanı vs. oluyordu. Konuşurken baskıya uğramamış bir kişinin kendi anadilini kullanmasına benzeyen ifadeleri belirleyiciydi. Şaşırmadan ya da kelimelerinin arasına birkaç Türkçe kelime katmadan rahat ve sakin konuşuyordu. Belki Türk eğitim sisteminden etkilenen yönleri olsa da ulusal değerlerini inkâr etmiyordu. Kürt motifleriyle büyümüştü. Hiyerarşik toplumun öngördüğü toplumsal gelenekleri yerine getiren, geleneksel aile örf ve adetlere bağlıydı. Bunun için, toplumsal geleneklere bağlılık gereği ailenin öngördüğü geleneksel evliliği yapmaya doğru bir adım atmıştı. Daha nişanlıyken, tanıştığı üniversite ortamındaki arkadaşlarının desteğiyle bu verili ilişkiyi aşmış ve partiye katılmıştı. Bir diğer değimle sistemin en küçük devletiyle bütün iplerini koparmıştı. Onu bu ilişkilere koyduğu tavrı onda büyük bir sarsıntıyı getirmişti. Verili ilişki yerine, her şeyini paylaştığı ama belli bir ideolojik kimlik temelinde amaçlarda ortaklaştığı arkadaşlarıyla kuracağı yeni ilişki biçimi geçiyordu. Onunla tanıştığımız bu ortamda bu ilişkilerini sorgulama sürecini yaşıyordu. Onun için henüz netleşmeyen düşünceler yumağında, yeni yaşam tarzının ölçülerinin arayışındaydı. Bazen sorduğu sorular insanı şaşırtıyordu. Bu duruşu eğitim ortamında daha da belirgindi. Sorduğu sorular onun arayışlarını, merakını ve PKK’yi tanıma istemindeki çabasını ortaya koyuyordu. Yeniyle eski yaşam arasındaki çelişkileri en çok yaşayan arkadaşlardan biriydi. Bir de bu çelişkilerini açıkça ifade ediyordu. Bir açıklık vardı. Düşüncelerini ortaya koyup tartışmaktan çekinmeden, cesaretlice ortaya koyuyordu. Bu duruşu ne kadar onu ve yaşadığı ortamı zorlasa da onda doğacak olan yeni fikirlerin işareti oluyordu. Özellikle inanç olayına yaklaşımında Önderliği anlamak istiyordu. Önderliğin dinleri tahlil ederek, onları ret etmeden, toplumsal yönlerini de çözümleyerek insanlığa yararlı olan boyutlarını nasıl ele aldığını anlamaya çalışıyordu. Bu yaklaşımı toplumsal cinsiyet ölçülerine yaklaşımlarında da ortaya çıkmıştı. “Özgürlük nedir? Nasıl özgürleşebiliriz?” sorularını kendisine soruyordu. Artık temel yoğunlaşması bu doğrultuda olmuştu. Devre boyunca eğitimlere katılımında tanıştığı bu yeni ideolojiye karşı, düşüncesinde yaşadığı çelişkilerini ortaya koyuyordu. Tartışmalarda cesurdu. Yaşadığı her türlü çelişkisini açıkça ortaya koymaktan çekinmeden, PKK’nin militan ölçülerini yakalamaya çalışıyordu. Bu çelişkilerden bir tanesi de Önderliğin kadına yaklaşımı oluşturuyordu. Sistemdeki zihniyetini yeni yaşam ölçü ve kurallarını tartışarak dönüştürmeye yeni düşünce sistemini algılamaya açık bir düzeyi vardı. Eğitim ortamında bazı arkadaşlarda “bizim zaten ‘kadın köledir’ gibi bir yaklaşımımız yoktur. Bu konuları aştık, özgürleştik” diyorlardı. Bu düşünce yapısı birçok arkadaşta hâkim olduğu için, Ciwan arkadaş gibi arkadaşların yaklaşımları da ‘feodal’ duruşu ifade eden bir yaklaşım olarak algılanıyordu. Oysa sistem olarak erkek egemen yaklaşımlarını ele aldığımızda, toplumdaki cinsiyet kalıplarına göre yetişen bütün arkadaşların kadına yaklaşımında aynı ölçüleri görmek mümkündü. Düşüncede savunulan gerçekler pratikte henüz ortaya çıkmamış ve özgür kişilik henüz oluşmamıştı. Bu boyutuyla Ciwan arkadaşın yaklaşımları sorgulayıcı ve kendinde çözümleyici bir düzeydeydi. Bunu çözümlerken eğitimde sorular soruyor, bu soruları da özellikle kadın arkadaşlar tarafından dikkat çekiyordu. Bir gün kadına yaklaşımı tartıştığımız bir anda, söz hakkı isteyerek, ayağa kalktı. Bu kalkış, kendinde bir alt-üstü yaratma temelinde gelişti. İfadeleri adeta düzenin kendisinde yarattığı sistem ölçülerine meydan okuyordu. Geliştiği sosyal ortamı kısa bir çözümlemeden geçirdikten sonra, üniversite süreçlerinde kadın arkadaşlara bakış açısını ortaya koyarak, şunu belirtmişti; “Ben sistem içinde yaşadığım süreçlerde kadına baktığım anda onu sadece cinsel bir meta olarak görüyor ve öyle yaklaşıyordum. Şu anda bu okul ortamında anlatıldığı gibi, kadının bu kadar kapsamlı, özgürlük yaklaşımlarıyla ele alındığını bilmiyordum, algılamıyordum. Geçmişte bu düşüncemden dolayı bütün kadın arkadaşlarımdan özür diliyorum. Ama eski bakış açım hem benim hem de benim gibi kapitalist sistem içerisinde büyüyen erkek arkadaşlar açısından böyleydi. Ben bu kirli düşünce sistemimi çözümlemek, bir insandan kadın dahi olsa yararlanma mantığımı ortadan kaldırmak istiyorum. İnsanlara sadece kendi ihtiyaçlarım temelinde yaklaşmak istemiyorum. Ama düşünce sistemim böyle gelişmiş. Erkek egemen toplumun etkilerini derin yaşıyorum. Bu düşünce yapımı değiştirmek için, arkadaşların değerlendirmelerine ihtiyacım var” şeklinde bir değerlendirme yapmıştı. Dersin konusu “Kadın Sorununa devrimci yaklaşımımızdı.” Her arkadaş ders içinde kendi düşüncelerini ve yaşadığı çelişkilerini ortaya koyuyordu. Arkadaşlarda görülen yetersizliklere karşı da diğer arkadaşların değerlendirmeleri oluyordu. Sistemin düşünce kalıpları kırılıyor, yeni yaşamı yaratacak düşünceler ortaya konuluyordu. Genel doğrultuyu Önderlik çözümlemelerini videodan izleyerek alıyorduk. Her seyredilen çözümleme yeni çelişki ve çelişkinin tartışılmasına dönük tartışmaları geliştiriyor, yoğun bir düşünce çatışması yaşanıyordu. Ciwan arkadaş da bu çelişkilerini bu tartışmalara yoğun katılarak gidermeye çalışıyordu. Özellikle kadın arkadaşların Ciwan arkadaşın düşüncelerine dönük yoğun eleştiri ve değerlendirmeleri oluyordu. İfadelerini ortamla paylaşması O’nun kişiliğiyle olan çatışmalarında yeniyi yakalama heyecanını gösteriyordu. Bu süreçler onda çok sancılı geçmişti. Düşünceleri alt-üst olmuştu. Yeni ideolojik doğrultuyu yakalama da yoğun zorlamaları yaşıyordu. Yer yer ‘bu çalkantıdan çıkabilir miyim’ sorularıyla düşündüklerini dışa yansıtıyordu. Sarımsı saçlarının karmaşıklığı bazen içinden çıkılamaz bir labirenti andırıyordu. Hep bir düşünen insan şeklini anlatan duruşu, yer yer dudaklarına yansıyan yüksek sesli kahkahasıyla bozulan yüz hatları… Hepsini iç içe yaşayan belleğiyle yeni yaşam arayışını devam ettiriyordu. Eğitim devresi boyunca bu yönlü çelişkileri ve bu çelişkilere bağlı çatışmaları hep devam etti. Duruşu parti ortamına ilk geldiği gibi değildi. Henüz tam bir doğrultuyu yakalamasa da yeni bir düşünce oluşturmanın karmaşıklığını yaşıyordu. Sistemin karşıtı oluşturacağı yeni düşüncelerini geliştirirken, geleneksel gerçeğini parçalayarak yürüyordu. Bu da onda güçlü bir kişilik çatışmasını ve buna bağlı yeni kimlik arayışını güçlendiriyordu.
PKK eğitim alanı bir savaş sahasıydı. Bireyin kendi iç hastalıklarıyla savaştığı alandı. Egemenlerin mantığıyla bilinen savaş yaklaşımı sadece silahı eline alıp savaşmak ya da karşıtını yok etmek değildi. Fiziki, düşünsel, ruhsal, sosyal vb. birçok yönü olan bu savaşın ismi kişilikte yeni bir sosyal devrim yaratmaydı. Öldürülen canlı olan insan değil, onu çevreleyen her türlü kirli, pas tutmuş, vücuda zarar veren maddeleri yok etme savaşımıydı. Bu savaşımda ölenler, kapitalist modernitenin, kişiliklerde yarattığı özelliklerdi. Bu özelliklerin yarattığı hastalıklar sağlıklı yaşamaya elvermiyordu. Eğitim ortamında bu hastalıkların tedavisi ve bu tedavide kullanılacak ilaçlar yani yol ve yöntemleri öğreniliyordu. Süreçle görecekti ki, PKK’de her çalışma sahası bir eğitim ortamıydı. Öğrenme ve öğretme yöntemleri yoldaşlık ilişkilerinde belirleyici bir rol oynuyordu. Üniversitelerde olduğu gibi tek tip insan yaratma, yaratıcılığın ortadan kaldırıldığı ezbere kişiliklerin şekillendirildiği bir savaşın ortamı değildi. Bütün bu düşünceleri onu her geçen gün çelişkilerin daha yoğun yaşandığı bir ortama sürükleyecekti. Kişilikteki bu kadar yoğun savaşım boyutu, daha yüksek bir performansla devam etmeliydi ki, dönüştürülebilinsin. Böyle bir ortam ise, özgür insanın kendi yarattığı ve tüm insanlığa mal ettiği koşulların yaşam bulduğu Parti Önderlik Sahasıydı. Ciwan yoldaş, içindeki bu yoğun çelişki ve çatışmalarla, yeni bir ortama gitti. Parti Önderlik Sahasında, Önderliğin eğitimiyle yaşadıklarını daha büyük bir anlam gücüyle geliştirmeye çalışacaktı. Oldukça sevinçliydi. Yeni eğitim sahası yaşadığı bu kaostan çıkışın adı olacaktı. Artık, kitaplarda ve Önderliğin arkadaşlarla yaptığı diyaloglarda öğrendiklerini bizzat kendisi uygulama imkânı bulacaktı. Sistem üniversitelerinden parti üniversitelerine, akademilerine uzanan bu yolda, özgürlük yolcusuydu artık… İdeolojik, siyasal, örgütsel kadro yönetim gerçekliğine ulaşmak için yola çıkıyordu. Kendi şahsında yaşadığı sorunları çözümleyerek, özgürlük yolunda mücadele eden tüm yoldaşlarına mal edecekti…
İlk defa, ’97 kış ortalarında ulaştığı Parti Önderlik Sahasında Önder APO’yu görmüştü. İlk önce yaptığı kısa bir diyalogla kendisini tanıtmış ve eğitime başlamıştı. Burada gördüğü yüzler temel devredeki arkadaşlardan çok farklıydı. İlk etapta belli bir olgunluk göze çarpıyordu, yürüyen, tartışan, yazan bu arkadaş yapısında… Konuşulanlar, ideolojik ve siyasal derinliği ifade ediyordu. Kelimeler yüzeyselliği çoktan aşmış, belleklerde kendi yerlerini almıştı. Boşa giden bir cümle bulmak zordu. Özgürlüğe kilitlenen insan manzaraları, Önder APO’nun kurduğu tüm diyalogları çözmeye çalışıyor ve buna odaklanıyordu. Ciwan arkadaş Önder APO’yu görmenin şaşkınlığını, yüreğine sığdıramadığı sevincini, yanındaki yoldaşlarıyla paylaşmaya çalışıyordu. Ama her şeyi anlatabilmenin zayıflığını yaşıyordu. Bunun için bir dönem günlüğüne duygularını işlemeyi denemişti. Ama zamanla içine sığdıramadığı bu heyecan dolu anlarına daha güçlü bir ifade kazandırmıştı. Önderliğin verdiği eğitimlerle içinde yaşadığı çelişkilerine çözüm arayışları daha da güçlenmiş, kendisini özgür bir topluma dönüştürmeyi hedeflemişti. Önemli olanın Önder APO’nun gerçekleştirmek istediği özgür toplumun tutarlı duygu gücüyle yaşayan bir neferi olmaktı. Yapacağı eylem bu olmalıydı. Kapitalist sistem içinde bir kadına bağlanırken duygu düzeyinin çok güçlü olduğunu zannediyordu. Önder APO’nun yarattığı duygu gücüyle karşılaştığında bunun ne kadar zayıf olduğunu görmüştü. Bunun ana topraklara, halk gerçekliğine, yoldaşlığa, temel görevlere iliklerine kadar bağlı olarak gelişip, güçlendiğini fark etmişti. Kendisinde yaşadığı hayalcilik ve sıradanlığın iç içe geçtiğini hissederek yürümeye karar vermişti. Bunlardan hızla sıyrılmayı hedefliyordu.
Önder APO’yu izliyordu. Her çözümlemesinde bütün dikkatlerini daha önce yaşadığı en büyük çelişkilerden biri olan kadın gerçekliğini anlamaya çevirmişti. Sistem içinde yaşadığı en güçlü duygulardan biri de bir kadına sahip olmaktı. Her erkek gibi kendisini kadının doğal sahibiymiş gibi görme yaklaşımının Önderlikteki gerçekliğini inceliyordu. Bunu şimdiye kadar sadece kadının istediği bir durum olduğunu, kadının zayıf bir pozisyonda olmasından kaynaklı hep sığınabileceği bir sahip aradığına dair bir ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyordu. Oysa Önder APO’nun bu konudaki düşüncelerini incelediğinde, tek taraflı bakışının yanında kadını hep suçlayan bir yaklaşımının olduğunu fark etmişti. Bu konuda bir kez daha alt-üstleri yaşamıştı. Bunu kendinde yıkmak büyük duygu, düşünce gücü istiyordu. Her ne kadar toplumda yaşanan geleneksel kalıpları doğru görmese de, kendisinin de bu ideoloji temelinde geliştiğini ilk kez kendisinde tespit etmişti. O zaman nasıl yaşamalıya cevabı ne olacaktı? Kendisindeki bu beş bin yıllık mülkiyet ilişkisini nasıl yıkacak, kadının özüyle buluşarak yeni yaşamı nasıl geliştirecek ilişkileri nasıl yakalayacaktı? Bunun için kadına kendisini haksız bir dayatma yaklaşımını terk etmesi gerektiğini, her ifadesinde bu mülkiyetçi, sınıf yaklaşımlarına rağmen yaşanan sorunların kaynağını kadında aramayacağına karar vererek, ciddi bir düşünce değişikliğini kendinde yaratmayı hedefleyecekti.
Bu aşamadan sonra Ciwan arkadaşta kadına karşı her ne kadar yer yer eğitimlerde özeleştirisel yaklaşım olsa da, tepkisel ve her tartışmada kadına kendini dayatan anlayış ve tutumlarında pratik boyutta bir değişiklik yaşanmaya başlamıştı. Bu yaklaşımları kadın arkadaşlar tarafından da fark edilmişti. Temel eğitimde beraber olduğu arkadaşların ondaki bu değişikliği hissetmeleri aralarındaki ilişkilerde bir samimiyeti getiriyordu. Artık kafası karışık, tartıştığında sürekli kendi egemen düşünce sistemini bulduğu haklı gereçlerle dayatan bir yaklaşımı dayatmayan anlamaya ve çözme istemini karşısındaki arkadaşlara yansıtan bir Ciwan yoldaş vardı. Bu yaklaşımlarıyla daha sempatik daha mütevazı oluyordu. İlk katıldığında kadına dönük geliştirdiği değerlendirmelerin üstünden, birçok akarsu geçmişti. Yeni düşüncenin tohumlarını kendinde ekmeye başlamıştı. Bir elinde kazma kendindeki eski kökleri çıkarıyor, bir elinde kürekle bunun artıklarını temizlemeye çalışıyordu. Bu düşünce kadın arkadaşlarla kuracağı ilişkinin bir savaş ilişkisi olacağını ona anlatmıştı. Kadına güzel sözler söyleyip duygularını okşamakla, kendini abartarak büyüklüğünü ifade etmeyi, güç ve kuvvetini kadın üzerinde deneyerek üstünlüğünü ifade etmek artık uygarlık denen toplumsal biçimlenişin izleri oluyordu. Bundan sonraki savaşım ve ilişki tarzı bunu yıkacak, kadınla düzeyli bir yaşam geliştirmek tutku düzeyinde ortaya çıkarılacaktı.
Bu duygu ve düşünce gücüyle eğitimin sonuna kadar yoğunlaştı. Altı ay gibi bir süreçten sonra, Mardin eyaletine gitmeyi önerdi. Önderlikle yaptığı son diyalogunda, Önderlik ona “Raporunu okudum, bana epey çerçeveli ve içerikli bir rapor gibi geldi. Senin tek eksikliğin tecrübe noksanlığın. Tabi onun içinde tarz, tempo zorunlu olarak vardır ve belirleyici anlama sahiptir. Şimdi uygunsun aslında, Mardin’in böyle bir şeye ihtiyacı vardı. Böyle bir anlayış gücüne, böyle bir aydınlanma gücüne böyle bir ideolojik-siyasi güce ihtiyacı vardır. Kişiliğin Mardin’in olası zaaflarına, hastalıklarına bir cevap olabilir. Aldığın eğitim buna kesin imkân veriyor ” diyerek, onu yeni yaşamın planı için bitmez-tükenmez bir çabaya davet ediyordu. Bunu yaparken de eski yaşamın gerilikleriyle asla uzlaşmaması gerektiğini belirterek, bu düzeyi geliştirmek için bir köprü olabileceğini vurguluyordu.
Ciwan yoldaş da “Zaferleri olup, başka bir zafere koşan bir savaşçının selamını verip Önderliği onurlandırmayı” isteyen yoldaşlardandı. Fakat kısa bir dönem sonra pratik gerçeklik içinde tam gelişme imkânını yakalamışken, şahadete ulaştı. Ciwan yoldaş şahsında tüm şehit yoldaşların anısı önünde saygıyla eğiliyor, onlardan aldığımız güçle yolumuza devam edeceğimizi belirtiyoruz.
Roze Amara
Kadın olmak: aya giden yolda, zamanında okuma yazma bilmemektir.
Kadın olmak: köyün son çitin arkasındaki dünyayı görmemektir.
kadın olmak: kocaya erkek çocuk doğurmak erkek çocuk doğurmayana kadar doğurmayı sürdürmek ve erkek çocuk doğurmadığında ise horlanıp sokak ortasına atılmaktır.
Kadın olmak: 24 saat çalışmak ‘’ne iş yapıyorsun sorusuna’’ cevap bulmamaktir.
kadın olmak: sokak ortasına laf atıldığında başını önüne eğip cevap vermemektir.
Kadınca yaşamak
Kadın olmak: köleliğin zincirlerini kırmak ve özgürlüğe şahlanmaktır.
Kadın olmak: erkeğin egemenliğini ret etmek ve özgürlüğünü sağlamaktır.
Kadın olmak: eril sisteminin maskesini parçalamak kendisiyle birlikte, toplum
özgürleştirmektir.
Kadın olmak: uygarlığın kurduğu dünyaya ev sahipliği yapmamaktır.
Kadın olmak: emeğin, özgürlüğün,duygunun, onurun ve barışın yolundaki ışık olmaktır.
Kadın olmak: Zilanlaşmak, Beritanlaşmak,Semalaşmak ve Viyanlaşmaktır.
Kadın olmak: özgürlüğe inanmak ve gördüğün surattan utanmamaktır.
Beş bin yılın egemen uygarlığın kurduğu sistemi ret eden ve özgürlüğe gönül vermiş, özgürlük için canı pahasına savaşan binlerce özgürlük savaşçılarından biriydi gerilla komutanı Dicle.
KOD ADI- Dicle Tolhıldan
ADI SOYADI- Leyla Hanan
1976 güney batı Kürdistan AFRİN kentinde orta halı yurtsever bir ailede dünyaya gelir.1992 yılında Kürt özgürlük hareketiyle tanışıyor ve 1994 yılında Kürdistan dağlarında gerilla saflarına katılarak özgürlük mücadelesini orada sürdürüyor. Xınere, Botan, Behdinan,Hevtanin.vb. Kürdistan dağlarının bir çok alanında gerillacılık yapar.
Dicle Afrin Metina taburunda komutan olur. Metina taburuna gelmeden önce cephe karargâh yönetiminde yer alır, Gülbahar yoldaşının gidişinden sonra görevini daha da yükselterek tabur komutanı olur.
Gerilla komutanı Dicle’nin yoldaşları Dicle’yi şu kelimelerle ifade ediyorlar ‘’ tarz ve yöntemi çok farklıydı, İnsanı anlayabileceği kapasitede yaklaşım sergilediğini, her arkadaşa yaklaşımı, yoğunlaştırma biçimi çok farklı’’ olduğunu söylüyorlardı.
Gerilla komutanı Dicle’nın yoldaşları Diclenin eğitime verdiği önemi ve yoldaşlarına olan ilgisini şu sözlerle ifade ediyorlar ‘’Dicle yoldaş Kendini kış eğitim süreçlerine hazırlardı. Yoğunlaştırdı tartışırdı. Önderliğin Savunmaları çerçevesinde sorular sorardı. Mesela derdi Önderlik neden bu kelimeyi söylemiş? Şunu neden anlatmış buna neden gerek duymuş? Kadın nasıl olmalıdır? Kültürüne bağlılık hangi temelde olmalıdır? PKK içerisindeki arkadaşların duruşu yaklaşımı nasıl olmalıdır? Kürt toplumun kişilikleri nasıl olmalıdır? Nasıl değişime uğramalıdır? Kürt toplumunda gelişim seyirleri hangi düzeyde olmalıdır? Diye sorularla bizi yoğunlaşmalara sevk ederdi’’diye anlatıyorlar.
Onun komutanlığını ve yoldaşlığını anlatan yoldaşları bir komutanın Kürdistan dağlarında nasıl savaşacağını,bir komutanın yoldaşlığı nasıl olacağını “biz Dicle yoldaşımızdan öğrendik” diyorlar.
25 Haziran 2008 yılında Ağrı Tendürek kırsalında Türk ordusu tarafında gerillalara karşı yapılan büyük bir operasyonda özgürlük savaşçısı gerilla komutanı Dicle yaşamını yitirir.
Dicle yeni döneme açılan kanatlaşmanın da kendisi olur. O yoldaşlığa bağlılığın da simgesi olur. Onun komutanı olan Nucan, onun ölümünden sonra, anısına yazdığı yazıda onu şöyle ifadelendiriyor.
“Böyle apansız, bu kadar çabuk gidişinin ardından çok düşündüm. Oysa yüreğim hala inanmamakta ısrarlı. İnsanı sımsıkı saran yoldaşlığına, sevgine biraz daha dokunabilecek miyim diye soruyorum kendime; kaldıramıyor yüreğim. Sıcacık gülümseyişinle resimlerini her gördüğümde, ilk kez duyuyor muşum gibi irkiliyorum hala. Ve her seferinde “ asla da kabul etmeyeceğim!” sözünü yineliyorum. Bir de nasıl cevap olunur, nasıl kendimizde var kılarız sorgulamasını hep yaşıyorum. O keşkeleri söylemek yerine tarzını, yaşam duruşunu, Önderliğe olan bağlılığını esas almalıyım diyorum ya, hiçbir şey yüreğimizde bıraktığın ateşin yakıcılığına kâfi gelmiyor işte. İlle de yanında olmak, sana dokunmak istiyor bu yürek. Seni örnek alarak, bu acıya dayanma gücü yaratacak, anlam verecek ve beni ileriye götürmesini sağlayacağım. Senin Önderliğe verdiğin söze bağlılığını esas alacağım. Hani alan sorumlusu olduğun çalışmadan istifa edince, Önderlik üç gün seninle konuşmamış, üçüncü gün sende “ Önderliğe bağlıyım diyorsan bir daha hiçbir görev için itiraz ve istifa etmeyeceksin” sözünü almıştı. Aşırı zorlandığın zamanlarda da bu söze sahip çıktın. En yakından gördüm bunu. Seninle yaşadım zorlanmalarını. Bütün defterlerinde, hatta tuttuğun tutanakların köşelerinde parantez içine aldığın (her şey Önderliğim için) cümlesi, bu yoğunlaşmanın derinliğini yansıtıyordu. Ben de sana, özgürlük koşusunda her zaman iddiamı koruyacağıma ve seninde dediğin gibi “ teslim olmadan” esas aldığın yolda senin kadar güçlü yürümeye dair söz veriyorum. Ve yine aynı senin gibi sözüne bağlılığınla acımın üstesinden gelmeye çalışacağım.”
Mücadele Arkadaşları