Andok ve Bişar Yoldaşların Anısına
Melodiler ardı sıra koşuşuyor kulağımda. Hangisine kapılıp gideceğimi şaşırıyorum.
Anılar ayrıntılarıyla canlanıyorlar. Gözlerim kapalı sanıyorum ama açık olduklarını fark ediyorum.
Bütün bunlar birkaç saatlik yürümenin ardından, arkadaşlarımdan sadece birkaç dakika önce ulaştığım boğazda mı gerçekleşiyor?
Haziran sıcağında terlemiş vücuduma vuran hafif rüzgarın, üşüme sınırında beni sürüklediği sıcak anıları ayıklamakta zorlanıyorum. Bışar’ın benden onlarca dakika önce ulaştığı boğazlarda teselli veren gülümsemesi ile beni beklediği 99-2000 kışını hatırlıyorum. O’nun dağdaki bu rahatlığını, gerilladaki hızlı gelişimini kıskanıyorum. Bir sonraki sefer ondan önce ulaşma, yorgun bacaklarına destek için el uzatma sözünü kendime veriyorum. Veriyorum ama onun yine herkesten daha coşkuyla harekete geçeceğini ve hepimizi arkasında bırakacağını bilerek bunu yapıyorum.
Arkadaşlarım henüz ulaşmamış ve ben bu boğazda melodiler eşliğindeki anılarımla kendimden geçiyorum. Onca sesin içinden yine Bışar’ın 2001 yılında Erzurum eyaletine giderken haykıran sesini duyuyorum. Kulaklarıma inanamıyorum, sanki dün gibi...keşke diyorum, tıpkı o gün dediğim gibi, beni de götürse kendi sesinin ardından. O ses gibi kalsam ardımdakilerin anılarında, hiç silinmesem...
Arkadaşlarımın birkaç yüz metre aşağıdan gelişlerini hisseder gibiyim. Ne sesleri kulaklarımda, ne de silüetleri gözümde. Başka sesler ve görüntüler beni işgal etmekte. Andok’un hiç bükülmeyen endamı karşımda. Yıllarca yaşadık birlikte, bir sefer olsun farklı görseydim onu, leke mi düşerdi bu yaşananlara...nasıl başarıyordu tüm ruhunu bu felsefe ile doyurmayı, nasıl yaratıyordu bu hiç sarsılmayan morali, neye dayanıyordu inanılmaz inancı. 1997 yılında meydanlarda gençliği harekete geçiren Andok’un kararlı resmi, 1998 Temmuzunda Meriç Irmağını keserken, ‘99 kışında gerillacılığa alışırken, 2000 yazında zorlu eğitimden geçerken, 2001 yılında bizi arkasında bırakıp Amed’e yönelirken şimdi yine karşımda. O gencecik bedene nasıl sığdırmıştı böylesi bir ruhu...Bir ses arıyorum onca sesin içinden Andok’a ait. Farklı bir şey duyacakmışım gibi kulak kabartıyorum; ve o tanıdık sözler: “serkeftin yoldaş”.
Arkadaşlarım boğaza ulaştı. Ne duyuyorum, ne görüyorum onları. Bir rüyada gibiyim, uyandırılmaktan, uyanınca yitmesinden korkuyorum. Bir rüyada gibiyim, Bışar ile hız yarışına girdiğim, Andok ile ruh yenilediğim. Yitmesin diye hafızamın derinliklerine kazıyorum bu rüyayı, yüreğimin en kuytu köşesine yazıyorum. Hem de onların adıyla...
Bişar Andok
Mazlum Doğan Yoldaşın Anısına
Son günlerde üzerimizdeki baskı alabildiğine yoğunlaştı. Son olarak Hayri’yi koğuştan aldılar. Nereye, niçin götürüldüğünü bilmiyoruz. Fakat tahminimize göre bu hafta içinde iddianamelerimiz gelecek. Hayri’yi kitlemizden ve bizden tecrit etmek için Kolordunun emri ile alıp, tek başına bir hücreye kapattılar. Aldıkları zaman koğuştakilere “başka koğuşa götürüyoruz” demişler. Bu demektir ki, artık sürekli olarak hücrede ve kitleden tecrit edilmiş olarak kalacak. Bu hafta içinde Hayrilerin kaldığı koğuşun bitişiği olan 9 ve 13. koğuş hepten boşaltılmış. Arkadaşlar tonlarca dayak atılarak hücreye atılmışlar. Yüne 19. koğuştaki Parti taraftarları da koğuştan çıkarılarak saatlerce dövülüp koğuşa götürülmüşler. Duyduğumuza ve tahminimize göre Parti taraftarlarının kaldığı ve sömürgecilerin uygulamalarına karşı direnişin sürdüğü diğer koğuşların da başına aynı şey gelmiş. Dayak yiyen arkadaşların kafaları kırılmış, falakaya yatırılan arkadaşların iniltileri ve feryatları bir hafta boyunca cezaevinde hiç eksik olmadı. Duyduğumuza göre dayak yiyen arkadaşların çoğu koma halinde imişler. Arkadaşlarda ne kol, ne ayak, ne kafa, ne de ağız burun kalmış. Şimdilik biz altlı üstlü iki koğuş kaldık. Fakat bizim de dayaksız günümüz yok. Hele ziyarete, avukata, savcılık ya da mahkemeye götürülenlerimiz çok feci dövülüyorlar. Arkadaşlar ağız-burun kan içinde, sürünerek koğuşa yetişiyorlar. Üzerimizdeki maddi ve manevi işkence arkadaşları çok sarsıyor. Koğuşlarda kalan kitleye tamamen korku, tedirginlik, kuşku egemen. Zaten kitle denetimimizden çıkmış durumda. Özellikle Mazlum ve Yıldırım’ın altlı üstlü kaldıkları koğuşlar hariç diğer koğuşlarda tam bir teslimiyet hakim. Bizim sempatizanlarımız da kaldığı fakat yönlendirici arkadaşların olmadığı bazı karışık koğuşlarda artık tırşıkçılar, DDKD, Özgürlük Yolu vb. idareye boyun eğiyorlar. Açıkçası tahminimize ve aldığımız haberlere göre M ve Y arkadaşların koğuşları dışında idareye boyun eğmeyen koğuşlar kalmadı. Zaten yalnızca bizim koğuşlar direniyor. Dev-Yol, Ala Rizgari gibi vb. ise idareye isteksizce boyun eğiyorlardı. Şimdi zayıf direnmeler de yerini boyun eğmeye bıraktı (hücreler hariç).Direnen son iki koğuşun hiçbir güvenceleri yok. Her gün, her saat alınıp dövülerek hücreye atılmayı bekliyorlar. Atılmasalar bile tamamen tecrit edilmiş durumdadırlar. Kendi kitlemizi bırakalım, diğer siyasetlerden bile herhangi bir koğuşla ilişki kurmalarına olanak yok. Fakat bu iki koğuşta mutlaka dağıtılacak. Partiye bağlı direnen arkadaşlar hücreye atılacaklar. Şu anda hücrelerde 500’e yakın arkadaşımız olduğunu sanıyoruz. Sayıları en az 300 olan bu arkadaşlar tam manası ile direniyorlar. Bu nedenle kendilerine kantinden ihtiyaç temin etmek, doktor, banyo vb yasak. Her gün dayak yiyorlar. Toplam olarak 1000 civarındaki parti yandaşından geri kalanları farklı koğuşlara dağılmış durumdadır. Kadro düzeyindeki arkadaşların olduğu koğuşlar direniyor. (Bizim şu anda yalnız iki koğuştan haberimiz var). Diğerleri ise idareye, duyduğumuza göre boyun eğiyorlar. (Bu koğuşlar karışıktır). yani ziyarete çıkarken, avukatla görüşürken, mahkemeye, savcıya giderken kol uzatıp hizaya giriyorlar. Komutla uygun adım yürüyorlar. Yemeklerde “ordu-millet var olsun” biçiminde dua okuyorlar. İstiklal marşı okuyorlar. “Ne mutlu Türküm diyene” diye slogan atıyorlar . vb…Bizim idareye boğun eğen taraftarlarımız ya halktan sıradan kişiler ya da poliste çözülmüş kişiliksiz unsurlar. Bir kısmı ise kararsız-dürüst sempatizanlar. Bu son kesim korkudan ve koğuşlarındaki diğer kişilerden kopmamak için idareye boyun eğiyorlar. Çünkü teslim olmuş, kitle içinde tek tek direnen unsur çıktığı zaman çok hırpalanıyor. Bu arkadaşlar ise yeni geldikleri ve örgütsüz oldukları için direnemiyorlar. Hatta aynı koğuşta kalan arkadaşların bir ortak komün yaşantıları bile yok. Açıkçası mahkemelere bölünmüş ve yarısı (en az) teslimiyeti kabul etmiş olarak çıkacağız. Hapishanenin halihazır yapısı direnme eğilimini egemen kılmamızı çok zorlaştırıyor. En başta birbirimizden habersiziz. İdarenin bize karşı güttüğü taktik çok ilginç ve basit. Bir kere bizi diğer siyasetlerden tecrit etmek, onların bizimle tavır almalarını önlemek için ne lazımsa yapıyor. Diğer siyasetlerin tümünü dayakla, tehditle, biraz da ılımlı davranarak teslim almış durumda. Özellikle DDKD tam idaresinin gözde koğuşu. Tırşıkçılara bile örnek gösteriliyorlar. Özgürlük yolu da DDKD’den farksız. Özgürlükçüler “idarenin her dediğini aynen yaparak işi laçkalaştırıyoruz. Böylece yürüyüş yapmak, ant okumak, marş söylemek önemsizleşiyor. Eski önemini yitiriyor” diyorlar. Açlık grevine dek direnen Dev-Yol ve Ala Rizgari ise istemeyerek de olsa artık boyun eğmiş durumdalar. İkinci olarak bizi içten bölmek. Bu konuda da hayli başarı sağladılar. Sıradan sempatizanlarımızı ve halktan kişileri önemli oranda dayakla bizden koparmış durumdalar. Bunları ya diğer siyasetlerle ve sıradan kişilerle aynı koğuşa koyarak ya da koğuşlarda direnen insanları (kadrolarımızı) ayıklayıp hücreye atarak başsız bıraktılar. Maddi ve manevi işkence ile teslim aldılar. Bazısının yüreğinde direnme istemi olsa bile bu koşullarda aktif direnmeye dönüşmesi çok zor. Çünkü teslimiyet öyle bir yol ki bu yola giren ayrılamıyor. Üçüncüsü gözaltından yeni gelen ve gözleri korkmuş arkadaşlar aynı koğuşlara düşseler bile bir araya gelip toparlanmamaları için sürekli dayak ve psikolojik işkence ile teslim alınıyorlar. Bunların direnen unsurlarla her türlü teması kesiliyor. Bu nedenle sorgulamadan yeni gelen acemi arkadaşlar idareye boyun eğmekten başka çare görmüyorlar. İki aydır (açlık grevinin başından bu yana) bizim (DDKD dışındaki tüm koğuşların) radyo, TV, ısıtıcı vb şeyleri alınmış durumda. Satranç dama vb. eğlence araçları da dahil her türlü kültürel araçtan yoksunuz. Koğuşlarda küçük bir gazete parçası, kanun kitapları vb bile yok. 15 güne kadar bize haftada 4-5 gün gazete verilir ve sabah verilen gazete akşam alınırdı. Şimdi (dua okumadığımız için midir nedir bilmiyoruz) o da yok. Artık dış dünya ile hiçbir bağlantımız yok. Eskiden günde iki kişiye verilen bir ekmek şimdi üç kişiye veriliyor. Kantinden hiçbir ihtiyacımız karşılanmadığı için ekmek de alamıyoruz. Arkadaşlar açlıktan kıvranıp duruyorlar. Eskiden elbise gibi dışarıdan sigara da alabiliyorduk. Şimdi sigarasız da kaldık. İdarenin uygulamalarına boyun eğmemiz için yemek, ekmek, sigara, gazete havalandırma şantaj aracı olarak kullanılıyor. İki aydır çay, havalandırma, kantinden ihtiyaç temini, doktor vb görmedik. İlaçlarımız da toplandığı için hasta arkadaşlar acıdan kıvranıp duruyorlar.
2- Urfa’da yakalanan Giresunlu Zeki Yılmaz arkadaş idam cezasına çarptırıldı. Zeki’nin idamına gerekçe gösterilen olayla ilgisi yoktu. Üzerindeki silah temizdi. Silah sonradan polisçe kullanılıp boş kovanları olayda kullanılan silaha aittir denilerek balistiğe gönderilmiş. Ayrıca Zeki poliste de olayı kabul etmemişti. Hatta 12 Eylül öncesi bırakılma durumundan söz ediliyordu.
Açıkçası Zeki’nin idam kararı tıpkı Orhan’ınki gibi kasıtlıdır. Sırf arkadaşın siyasal bir kadro oluşu idam kararına temel teşkil etmiştir. Yani bizim arkadaşlar hangi maddeden (450, 168 vb.) yargılanırlarsa yargılansınlar aslında 125. maddeye göre cezalandırılıyorlar. Kararlar hukuki değil siyasal oluyor. (Bu durum iç ve dış kamuoyunda deşifre edilmelidir).
Bir de bize olduğu gibi idam cezası almış arkadaşlara da eziyet ve işkence yapılıyor. Duyduğumuza göre arkadaşların ağzından sahte pişmanlık ya da itiraf belgeleri almaya çalışıyorlarmış. Fakat arkadaşlar direniyor, moralleri iyidir. Zeki karardan sonra “Yaşasın PKK! Kahrolsun sömürgeci-faşist TC., Yaşasın Marksizm-Leninizm” sloganları atmış. Bu nedenle mahkeme salonunda askerlerce dövülmüş. Hücreye geldiğinde arkadaşlardan tecrit edilerek tek koğuşa konmuş ve hayli hırpalanmış. 3- Bizim savunma hazırlıkları iki aydır durmuş. Eldeki metinleri de dağıtmıştık. Bir kesimini yaktık. PKK tarihi kısmını size göndermeye çalıştık. Elinize geçip geçmediğini bilmiyoruz. Çünkü dışarı göndermesi için verdiğimiz arkadaşın akıbetini bilmiyoruz.
3- İddianameler elimize geçince, iddianameye cevap hazırlayacağız. Eğer fırsat bulursak (yani yazabilirsek) size de iletmeye çalışırız. Asıl savunma metnimizin ise ne olduğunu bilmiyoruz. Eğer elde kalmış ise tamamlarız. Dana doğrusu ne pahasına olursa olsun tamamlamaya ve size ulaştırmaya çalışırız. Fakat yukarıda belirttiğim gibi çalışma koşullarımız yok. Ne olacağımız, çalışmaya fırsat bulup bulamayacağımız belli değil. Sömürgeciler bizim siyasi tavır koymamızı, savunma yapmamızı önlemek için ne lazımsa yapıyorlar. Sabah akşam, gece gündüz göz altındayız. Gece saat 11’den sonra ayakta görülen adam koğuştan alıp götürülüyor, bir ton dayak ve işkenceden sonra hücreye atılıyor. Koğuşlar didik didik aranıyor. Öyle ki mektuplardaki pullar bile tek tek kaldırılıyor. Yani yazmak ve saklamak imkansız gibi bir şey. İdare ve gardiyanlar her türlü yazı ve yazılı şeye düşmanlar.
4- Duyduğumuza göre Ankara’daki 11 arkadaşın ve Elazığ’daki arkadaşların dosyaları Diyarbakır’da imiş. Fakat iddianameleri henüz ortada yok. tahminimize göre diğer bölgelerdeki arkadaşların da dosyaları Diyarbakır’da toplanacak, iddianameleri bizimki gibi Ankara’dan hazırlanıp gönderilecek. Karar ise Diyarbakır’da verilecek. Yani arkadaşlar Diyarbakır’a getirilmeyebilirler. Zaten karar demek cuntanın ve MİT’in kararı demek olacak. Hatta biz Diyarbakır cezaevindeki arkadaşların bile “huzursuzluk çıkarıyorlar” denilerek sorgudan sonra mahkemeye çıkarılmama tehlikesi var. Hedef savunma yapmamızı ve kamuoyunun oluşmasını engellemek ve bu arada çok ağır cezalar verip infaz etmektir.
Partiye bu konuda kamuoyunu oluşturmak ve davalarımıza dikkati çekmek için çok görev düşüyor. Biz elimizden geleni ardımıza koymadık ve asla koymayacağız. Birbirimizle (içte) ilişki kurduğumuz müddetçe kitlemizin parçalanmasına, düşmana boyun eğmesine, teslimiyete izin vermedik. Geceli-gündüzlü savunma için hazırlık yaptık. Bundan sonra da Partinin çıkarlarını ve prestijini yüksekte tutmak için ne lazımsa yapacağız. Bundan kuşkunuz olmasın. Fakat bu notumuzun son olacağından, artık sizinle ve cezaevindeki diğer arkadaşlarla ilişki kuramamaktan korkuyoruz. O zaman partiye propaganda materyali olarak kullanabileceği bir savunma materyali veremesek bile düşman karşısında Partiyi, ideolojiyi ve politikasını sözlü olarak savunmaya çalışırız. Suçumuz savunma metnini 12 Eylül öncesi hazır hale getirip, bir nüshasını size ulaştırmış olmamamızdır. Fakat o zaman içte (cezaevinde) arkadaşların eğitimi ile uğraşıyor ve savunma hazırlığını yalnızca geceleri ve çok gizli olarak yapıyorduk. Bu nedenle tamamlayamadık.
5- Dışarıdaki durumu bilmiyoruz. Bu nedenle herhangi bir öneride bulunamıyoruz. Fakat hissettiğimiz kadarıyla Cunta, Türkiye’yi ABD ve NATO’nun Ortadoğu’daki Truva atı haline getirme çabasındadır. Politikası Reagan ABD’sinin emperyalist Ortadoğu politikası ile çakışıyor. Cunta bölge gericiliği ile tam içli-dışlı olmuş durumda. Gördüğümüz kadarıyla Irak ya da Irak’taki muhtemel değişikliğe hazırlanıyor. Kerkük ve Musul’u gasp etmek için sabırsızlanıyor.
Azgın gerici ve saldırgan Türk cuntası, Partimize ve Türkiye’deki devrimci güçlere karşı saldırısını sürdürmeye devam edecek. İnsan haklarını hayasızca çiğnemeye ve halkımızı azgınca sömürmeye hız verecek. Çünkü Türk burjuvazisinin bunalımdan çıkış için baskı ve zulmü yoğunlaştırmaktan başka çaresi yoktur. Partimiz, cuntaya karşı hazırlığını, iç ve dış ittifaklarını bu durumu dikkate alarak geliştirmelidir. Bilinmelidir ki barış döneminde legalizm batağında gelişen sağ oportünist politikalar iflas etmişlerdir. Bir daha eski güçlerini toparlamaları imkansızdır. Parçalanacaklar ve güçsüz düşecekler. Bu nedenle DDKD, Özgürlük Yolu gibi teslimiyetçi siyasetçilerin şeflerinden çok tabanları, taraftarları mücadeleye çekilmelidir.
Şu anda sol maceracı anlayış da tehlikelidir. Partimizi yıpratır, gücümüzü dağıtır. Hazırlık ve toparlanma taktiği doğrudur. Acelecilik ve gözü dönmüş atılganlıktan çekinmek gerekir. Bizce örgütlenme, propaganda ve askeri hazırlık bir iki yıl sürmelidir.
Selamlar
Mazlum Doğan / Son Mektubu
Xorto (Halil Şahin) Yoldaşın Anısına
Zaman yaşanılanları unutturmaz. Dağda yaşananlar ise zamanla demlenir, çoğalır ve büyür.
Dağlı anılar, yüreğimizin en dibinde, daima kendisini diri tutan yanımız... Çünkü gerçek ile yüreğimizin tanıştığı mekân, dağ, yüreğin unutamadığı tek gerçek, dağlı anılar...Dağ, hep insana bir umut bahşeder. Sonsuz bir yalnızlık ve sessizliktir dağ yaşamı. Soyluluğunda gizler hep öteki yüzünü... Öteki yüzü toprak kadar sessiz, okyanus gibi derin ve bilgedir. Kürt, dağın yalnızlığında ve sessizliğinde kendini yaratan bir halktır.
Memleketimizde çocuklar dağın öteki yüzünün sevdasıyla büyür, öyle büyüdük. Dağ düşlerimiz, yeni bir yolculuk... Öyle çıktık yollara…
Dağ bir yol, yol bir çağrı, çağrı yüreğe düşmüş cemre, düşlerin gerçekleşmesi...
Yüreğimize dar gelen düşlerimizi bir tek dağın öteki yüzünde yaydık evrene... İnsanla öyle buluştuk. Kendimizi, düşlerimizin gerçekleştiği kadar gerçekleştirdik. Gerçekleştikçe güzelleştik, gerçekleştiremediklerimiz ise boynumuza bir günah gibi dolanır... Lakin yaşam gerekçemiz olanlardır...
Sınırlar dağlarda aşılır. İnsanın kendi sınırını aşıp, sevdaya ve güzelleşmeye ulaştığı yerdir dağ. Uzun dağ yolları ve yılları kat ettik. Çok şey değişti, düşlerimiz büyüdü, yüreğimiz genişledi. Biz değiştik. Yollar değişti, çağrılar çoğaldı, yüreklere yıldızlardan patikalar kuruldu. Lakin bir tek şey değişmedi, o da gidenlerin bıraktıkları…
“Her insanın içinde bir dağ yatar ve her Kürdün yüreğinde dağın ötesini yakalama sevdası demlenir” der bir yoldaş Nurhak Efsanesi adlı kitabında.
Evet, her insanın içinde bir dağ yatar. Önemli olan bu dağı açığa çıkarmaktır. Bu dağa yaraşırcasına yaşaya bilmektir. Hele bu dağ Nurhak ise adeta Sinan Cemgillerin izinden yürüyen bir militan olarak buralara ismini altın harflerle yazdırmaktır.
Nurhakların böyle bir militanı Xorto, yani Halil Şahin yoldaş olduğu kesindir. Bir insanın bir dağı bu kadar seveceğini ben ilk kez görüyordum. Kendisini bu denli dağla kıyaslayıp onun geçmişini adeta kendi geçmişi bilip bu dağa sarıldığını da ilk kez görüyordum. Ve o aramızda ebediyen ayrıldığında ona ilişkin yazılacak yazıda yine onun hayran olup aşık olduğu dağın ismi geçiyordu. “Nurhaklar Sana Bir Gün Güneş Doğar” yazı başlığı beni hep duygulandırmıştır.
Kürdistan’da birçok kahramanlık öyküsü, destanlar, efsaneler genelde dağla insanın buluşmasından sonra yaratılabilir. Ya da dağ, Kürdün efsanesinin yaratıldığı yer mi desek? Ne dersek diyelim hayatın akışı içerisinde Kürdün kahramanlığı biraz da dağın kalbinde, zirvelerinde ve de onun ana rahminde yaşam imkanı buluyor. Bu bir yazgı, Kürdün yazgısı.
Kürdün alın yazısı bu olsa da asıl Kürdün kahramanlık destanları büyük direniş eylemi ve yeniden yaratılış eylemi olan 15 Ağustos’la başlar ve yönünü her dağa çeviren gencin öyküsü biraz da kahramanca bir duruşu içerir. Tüm imkansızlıklara rağmen düşmana inat dağlara çıkarak bir halkın umudu olmaya çalışmak, kendi başına efsaneleşmeye yeter de artar. Yaşanacak zorluklara karşı gösterilecek direnç ve iddiayı da eklerseniz tarihin akışı sizi bir agit yapmaya yeter. Yeter ki bu halka, bu topraklara, bu davaya sade bir şekilde yalansız bağlı kalın ve bağlı yaşayın…
Xorto yoldaş dağa çıkarak efsaneleşen bir Kürt fedaisi değildir. O, dağa çıkmadan bulunduğu alanın bir efsanesi ve kahramanıdır. O adeta hangi taşı kaldırsan altında çıkacak cıva gibi bir gençtir.
Aynen bugün gibi hatırlıyorum. Yıl 1992. O zamanlarda Güney Batı Eyaletinde 6 bölgemiz vardı. Bunlardan bir tanesi Elbistan’dı. Geniş bir alandır. Bizim alanlarımız ya da bölgelerimiz düşmanın çizdiği sınırları hiçbir zaman kapsamadı. Biz gerillalar, hareketimize göre alanları belirleriz. Arazi, coğrafya, sular, ovalar, nüfus, sosyo-ekonomik durum, derken birçok unsurun değerlendirmesi ardından bölgeler oluşturulur.
Elbistan bölgesi gerillanın üslenmesi açısından en stratejik alanların başında geliyordu. Engizekler, Nurhaklar derken gerillanın kaldığı derin ve görkemli arazileri kapsadığı için doğalında Elbistan bölgesi önem kazanan bir alanımız oluyordu.
İşte böylesine bir alana bizim düzenlediğimiz bir bölge komutanımız bulunuyordu. Ne var ki arkadaşlar nereye gidiyorlarsa orada karşılarına Xorto ismi çıkıyordu. Hangi taşı kaldırırlarsa altında Xorto ismi çıkıyordu. Ve hangi milisi, hangi yurtseveri ve hangi genci görmek isteseler hep Xorto ismi karşılarına dikiliveriyordu. Bir de sadece ismi arkadaşların karşısına dikilmiyordu aynı zamanda kitlelerde yarattığı etkiyi anlatmadan geçmek te hani ayıp olur. O kiminle ilişkilenmişse orada kesinlikle ona bir bağlılığın geliştiğini görebilirdiniz. Bir de ilginç olan bir durum ise gerillaya gelen birçok maddi değerlerin örgütlenmesinde yine onun ismi geçiyordu. Yeni savaşçı katılımı hakeza. İlk kez Elbistan ilçe merkeziyle ilişkiler kurulduğunda gerillanın karşısına yine o, yani Xorto çıkıvermişti.
Devam edeyim. O zaman görüştüğümüz yurtseverlerin çoğu Elbistan bölge komutanı olarak Xorto yoldaşı tanıyorlardı. Ancak Xorto yoldaş gerillaya katılmış değildi. Hatta gerillayla ilişkilenmemişti. Ancak o bir gerilla gibi çalışan ve bir komutan gibi eylem koyan bir gençti. İyi bir örgütleyen ve iyi bir ajitatör olduğunu da sonra gerillaya geldiğinde öğrenecektik.
Evet, o gerillaya gelmeden halkın gönlünde taht kurmuş bir gençti. Arkadaşlar bir gün bu halkımız arasında efsaneleşen genci görmek istediler. Ne de olsa adımıza hareket ediyor. Halkımız da onu gerilla sanıyor, hem de gerillanın bölge komutanı biliyordu.
Gerillayla o meğerse zaten ilişki arıyor. Ona milislerimizin aracılığıyla yoldaşlara ulaştıklarında o hiç tereddüt etmeden yoldaşların yanına gelecektir. Ve o alanda efsaneleşmiş genci tanımış olacaklardır. İşini iyi yapan bu dinamik, atik ve yerinde durmayan gencin çalışmalarına devam etmesini gerilla da isteyecekti. Ve o deşifre olana kadar bu çalışmalarını başarıyla yapacaktı. Hem de gerilla komutanlarının yapamadıklarını yapacaktı. Özcesi kim komutan kim yurtsever, kim militan kim milis aslında o pratikleriyle hepimize göstermiş olacaktı.
Ben Xorto yoldaşı ilk kez 1993 yılında görecektim. Beyaz tenli, şirin sözlü, ince esprili, narin, hep güleç yüzüyle bir moral ve coşku kaynağı. Gerçekten bana anlatılan Xorto. Oldukça emekçi, fedakar, girişken, usanmadan çalışan, sorunlar karşısında yılmayan.
Ancak benim üzerimde en çok bıraktığı etki onun hitabeti olmuştu. Ve bu hitabeti bir şiire dökülmeye görsün, akan sular adeta durur. Yanında bir şiir defteri vardı. O şiir defterini okuma şansını ben de bulmuştum. Ve onun ağzından dilinden şiir dinlemek bir zevkti. Ben çokta şiirle haşir neşir olan biri değilim. Ancak Xorto yoldaşın şiirleri insanı derinden sarsıyordu. Adeta yaşamın içerisinde daha doğrusu yüreğinize işlenmiş tüm özlemleri, sevgileri, arayışları, hınçları, tepkileri, haykırışları, kinleri, nefretleri bir yudumdan dile getiriyordu.
Annesini çok seviyordu. Ale anne hepimizin merakı olmuştu. Kendi adıma ben hep Ale anayı görmek ve tanımak istemişimdir. O Ale ananın oğluydu. Bir ara ben de Elbistan alanında kaldığımda Ale ananın yiğitliğini duyacaktım ve halen Ale anayla tanışmamanın hüznünü yaşıyorum.
Xorto yoldaşın birçok şiiri Ale anaya birer çağrı ve mesaj gibiydi ve bir şiirinde bu duygularını bakın nasıl görkemli dile getiriyordu:
Bir gün atarlarsa cenazemi köy meydanına
Ağzı burnu kesilmiş
Bedeni paramparça
Dönüp bakma yerde yatana
Orada yatan ben olamam
Yıldızlara ve güneşe bak
Ben oradan gülümseyeceğim sana
Sana oğulluğumun verilecek hesabı budur anne...
Evet, Xorto aynen şiiri gibi hep gülümseyendi. Hatırlıyorum 1993 yılının Temmuz ayıydı. Koç Dağı’nda büyük bir çatışma yaşanmış. Bu çatışma da Xebat isminde Adana katılımlı Mardinli bir genç yoldaşımız şehit düşerken çok sayıda düşman gücü vurulmuş ve düşmanın bir üsteğmen ile bir askerini esir almıştık. Yaşanan yoğun operasyonlar ardında Nurhaklara çıkmıştık, Xorto yoldaş da bu çatışmada vardı.
Benim sevdiğim dağ hep Nurhak olmuştur. Siz Pazarcık yönünde Engizeklere çıktığınızda karşınıza biraz ilerledikten sonra ilk göreceğiniz Engizek değildir. İlk göreceğiniz yer Nurhak dağlarıdır ve siz Nurhakları güneşin ilk ışıklarını alırken göreceksiniz. Karşınızda adeta yerde fışkırırcasına bir yassı yumruk gibi kızıla bürünen rengiyle gökyüzüne çıkan dağ kütlesini gördüğünüzde yapacağınız acaba ne olur? Ya da ilk gördüğünüzde karşınızda bu kızılımsı ateş topuna ne derseniz? İsyanlar içerisinde iseniz isyanınızı daha da gürbüzleştiren bir fitil çakmanın yaşanacağını inanın ben size garanti edebilirim. Ben ilk kez Nurhakları gördüğümde deyim yerindeyse aşık olmuştum ama ne bileyim ki bu aşık olmayı farklı yoldaşlarda yaşamış. Ve ne bileyim ki bu aşkın öyküsünü görkemli bir kalemle dile getirenler varmış. Hem de daha gerillaya katılmadan bu öyküler yazılmış…
Xorto yoldaşla kaldıkça onun bu aşk öyküsünün benimkinden kat be kat derin olduğunu görecektim. Ve onun hep “Ben Kuzey Nurhakların Çocuğuyum” sözlerinin içyüzünü birkaç ay sonra öğrenecektim. Biz düşmana vurduğumuz darbenin ardından Nurhakların güneyinden başlayarak Nurhakların kuzeyine doğru bir yolculuk yapıyoruz. Güneyden Nurhakları, Engizeklerden hep görmüştüm ancak Kuzey Nurhakları bu kez Nurhakların o heybetli gövdesini aşarak gidip görecektim. Bu yürüyüşümde Xorto hep benim özel alan tanıtımcım olacaktı. O yöreyi her ne kadar küçük yaşta terk etmiş olsa da önce İstanbul, peşinden gittiği Trabzon’da Özgürlük Hareketi’nin düşünceleriyle tanışacak ve hızla Elbistan alanına dönerek Kistik Köyü’ne gelecektir. O aslen oralıdır. 1969 yılında Elbistan’ın Kistik Köyü’nde dünyaya gelecektir ve alanda tek başına çalışma yürütürken her yeri karış karış tanıyacak ve araziyi tanıyan iyi bir uzman olacaktır.
İşte ben Kuzey Nurhakları Xorto yoldaştan öğrenecektim. Elbette önce onun şiirlerinden öğrendim, ancak bu kez onun öncülüğünde Kuzey Nurhaklara giriş yapıyoruz. Sünet, Kantarma, Karahasan, Hasanaliyan derken Kistik ve Sevdilli de tanıyacağım. Kistik ile Kaşan arasındaki dağ kütlesine bir gün çıktığımızda neden Xorto yoldaşın bu dağa bu kadar hayran olduğunu öğrenecektim. Bu yürüyüşümüzde büyük ve ölümsüz efsane komutanımız Sarı İbrahim yoldaş da vardı. Peri bacalarından farkı olmayan bu dağ kütlesi sanki elle işlenmişti. Yüzlerce mağaraya benzer girintili çıkıntılı oyuk labirentin ta kendisiydi. O zirvelerde bilmediğiniz bir mağarada karşınıza bir kaynak çıkarsa şaşırmayın. Ancak hazırlıklı olmanız gereken durum bu değildir. Asıl hazırlıklı olmanız gereken durum Xorto yoldaşın her kaynağı karış karış bilmesidir. Ve tabii ki her bir kaynağa dönük anlatacağı bir öyküsünün olmasıdır.
İşte bu Xorto yoldaştır. Hep insana bir şeyler anlatarak kendisine hayran olunmasını size sağlayandır. Bir de bu dağların görkemliliği ile bütünleşen canlı dinamik hiperaktifliğini de katın, ortaya çıkacak olan bir efsanedir. Xorto efsanesi. Bir halkın bir insana niçin bu kadar bağlandığını onunla geçireceğiniz birkaç gün yeter de artardı.
Onunla Kuzey Nurhaklar yürüyüşümüzü sürdürürken Sinan Cemgillerin gelip kaldığı yeri de görüyoruz. Adeta binlerce küçük, elle işlenmiş taştan yapılmış gökdelenleri anımsatan tepenin yakınından duruyoruz. Tek bir çıkışı var. Burada kalırlarken onlara bakan bizim balcı diye tabir ettiğimiz İ. amcamızdır. Nasıl ki o yıllarda devrimcilere destek sunmuş ise aynen bu kez daha kapsamlı olarak yeni Nurhaklara gelen gerillalara bağrını açıyor ve onları kendi gözleri gibi koruyor. Sonra da şehit düşen Mizgin-Elif Gezer yoldaşın … İ. bizim hep seveceğimiz balcı amcamız oluyor. Balcı amcamızı bize tanıtan yine Xorto yoldaştır. Onun bu topraklarda tanımadığı insan yoktur. O tanımıyorsa da onlar tanrıça Ale ananın oğlu Xorto’yu tanıyorlar. Ana tanrıçaya saygıdan ve oğlunun halkçılığından herkes onu sevmiş ve her zaman kendilerine baş tacı yapmışlardır.
Evet, Xorto bir efsane demiştik. O Nurhakların bir efsanesidir. O Nurhaklara yaraşırcasına bu coğrafyanın halkıyla bir olmasını bilmesinin ötesinde onların içlerine girerek kendi yuvasını onların yüreğinde ve gönüllerinde kurmuştur. Biz ise onunla Kuzey Nurhakların köylerini gezerken bunu yaşayarak tadıyoruz.
Xorto yoldaş nasıl ki önce toplumda halkın yüreğinde büyümüş ise giderek gerillada ilk adaptasyon ayları dışında giderek gelişen biridir. O artık her çalışmanın içerisinde yer alan dinamik Xorto’dur. O alanda sorunlarımızı çözen militandır. O bizim öncümüzdür. O bizim gözümüz kulağımız. O bizim yanı başımızda eksilmeyen can yoldaşımızdır.
Yine hatırlıyorum. Bir gün Kistik köyündeyiz. Yani onun doğduğu köydeyiz ve kendi köyüyle komşu köylerinin çok ticaretle uğraştıklarını bilmiyorum. O ise detaylarıyla bilendir. O gün uzak yerlerde köyü ziyarete köyün tüm büyükleri ve biraz da zengin diye bilinenleri gelmiş. Xorto yoldaş bizim parti için yardım toplamamız için uygun fırsat olduğunu söyleyecekti. Ancak onları tanıyan yoktu. En azından ben tanımıyordum ve alanda şimdilik ikimiz vardık. Ben bir nevi misafir o ise alanın sorumlusuydu. Onun gündüz köye girmesi insanlarımız için güvenlik sorununa yol açabilirdi. Nitekim onu herkes tanıyordu. Ben ise yörede yabancı bir simaydım. Kararımızı verdik. Ben sivil elbise giyerek gelenlerin yanına bir eve Pazarcıklı bir öğrenci olarak girecektim. Ne de olsa yöre dilimiz aynıdır. Kültürel olarak Elbistan’la yakınlığımız bulunuyor.
Xorto yoldaşın verdiği bilgiler temelinde köye giriyorum. Tabii ondan önce beni barındıracak bir üniversiteli genci Xorto çağırıyor. Tanıştıktan sonra bizim gençle okul arkadaşı olarak köye gidiyoruz. Xorto ise başka bir evde saklı kalacak. Gece hepsini toplayarak istemlerimizi belirteceğiz. Ben ise gündüz sadece bir öğrenciyim. Köye giriyorum. Herkesle tanışıyorum. Çeşitli konulardaki sohbetlerle birlikte biraz da sol eksenli tartışmanın yanı sıra Alevilik kültürünü de genişçe tartışıyoruz. Partimizin verdiği bilgillerden anladığımız kadarıyla bu ailelerle konuştuk.Ve tümünü bir Pazarcıklı, Aleviliği bilen bir genç olarak etkiliyoruz. Kimse bir gerillayla ilişkilendiğinin farkında değil.
Akşama doğru Xorto yoldaşın bulunduğu yere gidiyor planlamamızı gözden geçiriyoruz. Tüm köylülere haber vererek bir damın üstüne gelmesini istiyoruz. Hepsi geliyor. Ancak bu kez karşılarında gerilla elbiseler içerisinde bir Pazarcıklı genç ile Kistik köyünün kahramanı ve en sevilen genci Xorto’yu gördüklerinde doğrusu önce şaşkına dönmüşlerdi.
Xorto yoldaş genişçe bir konuşma yapıyor. Siyasal değerlendirme derken birçok konuyu derinlikli anlatıyor. Gelen sorulara cevaplar verildikten sonra, özgürlük hareketine nasıl katkıda bulunacaklarına mesele geliyor. Gelen köylülerin ağırlığı olgun yaklaşıyor. Bize güvenliğimize ilişkin babacan nasihatlerde vererek yardımlarını esirgemeyeceklerini söylüyorlar. Güzel insanlardı. Bura insanının ürkek görüntüsüne bakmayın yürekleri dağları kaldıracak kadar geniş ve cesaret doludur. Bu insanları görmüş olmasaydım da böyle olacaklarını tahmin etmem zor olmazdı. Yanımda duran Xorto yoldaşa bakarak buralı insanların nasıl olabileceğini kestirmek zaten zor olmayacaktı.
Ben bu şirin insanları bir daha görmeyecektim. Parti beni başka alana istiyordu. Xorto yoldaşla önce Ağcaşar sonra şimdi ismini hatırlayamadığım bir dağ köyünden sonra Mir Aliyan ve nihayet o cennet gibi güzel köy olan Nergele’ye ulaşıyoruz. Nergele köyünü ben Kürdistan’ın en güzel ve yurtsever köylerinden biri olarak hep anımsayacağım. Derin bir vadide,1000 hanelik bir köy. 4 ilkokulu bulunan, köyün içerisinde fışkıran Nergele çayından yola çıkmaya başladığınızda abartısız iki saat hızlı bir yürüyüşle ancak bu köyden çıkabiliyordunuz. Bir de bir meyve cennetidir Nergele. Çok uzaklarda yükseklerde kanallar açarak sular getirilmiş ve keskin yamaçlar büyük emekle işlenerek evler ve her türden ağaç ekilmiştir. Siz bir de Nergele’ye köyün yükseltilerinde bulunan sık kamalak ormanında durup bakacaksınız. Hele hele sabahın erken saatlerinde çayın üzerinde yükselen buharın köyün üstünde bir bulut tacı gibi durmasını izleyin. Ve siz artık bu köye nasıl ki Nurhakları ilk gördüğünüzde vuruluyorsanız burayı da bir kere görmüşseniz artık unutamazsınız.
Evet, Xorto yoldaşla burada bu cennette, Nergele’de ayrılacağız. Ve bu güzel insanı bir daha görmeyecektim. Aradan belli bir zaman bir geçti. Ben Binboğalara oradan da Ortadoğu’ya gideceğim. O yani Nurhakların efsaneleşmiş ismi Xorto, tekrar Elbistan alanına dönecektir. Orada bir müddet sonra sorumlu olarak tüm cephe çalışmalarını yürütecektir. Kış 1993–1994 yılında o kendi köyleri yakınında kalarak çalışma yürütecektir. Kışın o acımasızlığına rağmen o çalışmalarının temposunu düşürmeyecek ve giderek daha fazla açılım sağlayacaktır. Düşmanın kulağına yürütülen çalışmalar gidecektir. Ve kimin bu çalışmaları yürüttüğünün bilgisi de ulaşacaktır. O ile bir bayan yoldaşın kaldıklarını öğreneceklerdir. Küçük bir birim olduğu bilgisini aldıktan sonra, alana geniş operasyonlar yapacaklardır. 17 Ocak 1994 günü Xorto yoldaşla Adıyamanlı Fidan yoldaşlar bir sığınaktayken yerleri tespit edilecektir. Düşmanla güç dengesizliği, alanın ve iklimin dezavantajlı konumundan yapılacak olan bir şey vardır, Direnmek.
Xorto ve Fidan yoldaşlar ölümüne direneceklerdir. Saatlerce çatışacaklardır. Düşman yoldaşların üzerine gidemeyecektir. Bunun üzerine panzerler devreye girecek yine de düşman bir şey yapamayacaktır. Ancak yoldaşların cephaneleri giderek azalmaktadır ve şartların elverişsizliğinden dolayı manevra yapma imkânı da yoktur. Yapılacak olan militanca bu halk uğruna yaşamını sonlandırmaktır. Ve yapılan da bu olacaktır. İnce narin bir Kürt kızı olan Fidan yoldaşla, bu toprakların yetiştirmiş olduğu en yiğit efsanevi evladı ve büyük şair Xorto yoldaş son mermilerini ve bombalarını kendilerinde patlatarak kahramanca direnişlerini kahramanlara yaraşırcasına taçlandıracaklardır.
Evet, Kuzey Nurhakların genç efsanesini kaybediyoruz. Onu yıldızlara uğurluyoruz. Ama düşman sevinmesin. Xorto efsanesinin ardından aynı alanda onlarca Xorto’yla ben sonra da saflarda karşılaşacaktım. Birçoğu ismini ya Xorto koyup gelmiş ya da Halil bırakıp gelmiştir. Hepsi de ondan etkilenerek gelmiştir.
İşte ölümsüzlük dedikler gerçeklik bu olmalıdır. Fiziksel ölümü başkaların ruhuna ekerek yaşamak!
Evet, şair yoldaşım. Seni aynı o ilk karşılaştığımız gibi anımsıyorum. O coşkun ve moralinden kendimize ekeceğimize söz vermiştik. Yıllar da geçse o heybetli duruşundan halen etkilenerek yaşıyoruz.
Evet, militan yoldaşım. Senin şahadetinin ardından çok şey olup bitti. Ancak bir şey var ki o hiç değişmedi o da sana olan hayranlığımız ve bağlılığımızdır. Ve sana olan özlemimizidir…
Gözün arkada kalmasın yiğit Kistikli militan.
Ruhun şad olsun şair yoldaşım, ruhun şad olsun ince, güzel, narin yoldaşım.
Kasım Engin
Halil Dağ (Halil Uysal) Yoldaşın Anısına

Kameraman Xelil, Yazar Xelil, Sinemacı Xelil, Türk Xelil, Kürt Xelil, Devrimci Xelil, Gerilla Xelil, İnsan Xelil, Yoldaş Xelil. Tüm bu sıfatlar seni dile getirir Xelil yoldaş.
Xelil Dağ; Xelil Arapça bir isimdir, anlamı en yakın arkadaş, en yakın samimi dost.
Dağ; Türkçede görkemli, heybetli olmanın adıdır. Xelil Dağ ise; dağ gibi bir arkadaş, dağın dostu, dağa en yakın, görkemli olanı ifade eder. Bu isim sana ne kadar da yakışıyor Xelil yoldaş.
Ben senin Botan günlüklerini okudum ve aklıma ilk gelen şey; birlikte bir grup yoldaşla Şîkefta Birindara’ya çıkarken biraz yorulmuş ve oraya ulaşmadan bir mola vermiştik. Ben sana “sen her zaman herkesin fotoğrafını çekiyorsun, bu kez de seninkini birisi çeksin ve ben de seninkini çekeyim” demiştim. Ve yine gözlerimin önüne sen Kuzey’e geçmeden bir hafta kala birlikte kaldığımızı, çok tartıştığımızı ve senin çok soru sorduğunu hatırladım. Ve son gidiş anında da senin çantana el atıp kaldırdığımda, yükünün ne kadar ağır olduğunu görmüş ve sana derin yolculuğunda bir yoldaşı destek sunması için görevlendirmiştik. Bilirim devrim saflarında sen hep ağır yük kaldırdın, bizimkisi biraz destek sunmaktı. Ve düşüncelerimi Herekol’da girdiğiniz çatışmanın ardından seninle büyük cihaz üzerinde tartışmamızda gezindiriyorum. Gönlümden geçen sözler şunlardı;“yeter artık geri dönebilirsin.” ancak gördüm ki senin devam etmedeki ısrarın daha da fazlalaşmış ve iraden daha da çelikleşmiş. Ve söylemek istediklerimi söyleyemedim. Bu yüce istemin ve çelikten iradene karşı boğazım düğümlendi. Söylemek istediklerimi söylemiş olsaydım moralini belki olumsuz etkilerdi düşüncesini yaşadım. Ve bunun için sana Kuzey yolculuğuna çıkmadan önce “sonuna kadar inisiyatif senindir” sözümü tekrarlamaktan başka söyleyecek bir şey kalmadı bana ve görkemli Ararat yürüyüşü istemini bir kez daha ret etmedik ve sana bir şey demedik, diyemedik.
Xelil yoldaş, sen bu dağları sevdin ve herkes de seni sevdi. Sen arkadaşların sohbetlerinde, sen ateşin közleri üzerinde demlenen çayda, sen karanlıklarda gür ateşlerin etrafında tutulan gerilla halaylarında, sen yoldaşlarının eylem anına doğru yol alırken dillerinden düşmeyen türküde, sen yoldaşların sessizliği ve toplantılarındaki ciddiyetinde gerillanın derin ve özel duyguları oldun. Yine sen yoldaşlarının acı haberlerini yoldaşlar duyduklarında onları ilk görüp de resmini çekendin, yaşayandın ve şiirini yazandın. Ve sen gerillanın bu hüzünlü anlarını siluetleriyle birlikte kaleminle kâğıda, makinenle fotoğrafına nakşedendin...
Sen gerillanın düşmana vurduğu ağır darbeleri, hedeflerini düşürerek ele geçirdiklerinde ölümle yaşam arasındaki coşkularını, duygularını yaşadın, resmini çektin ve inci gibi yazına döktün. Ve sendin düşmanın helikopterini, yoldaşların düşürdüğünde resmini çeken ve kameraya alan. Yoldaşların düşmanın tank ve panzerlerini havaya uçurduklarında, yine sendin o anı görüntüleyen ve resmini çeken, haber yapıp tüm dünyaya duyuran.
Sen, asi dağlarımızın kayalıklarında, derin yarıklarında gizlenmiş oyuklarında ve geçit vermez uçurumlarında adım adım, karış karış dolaşandın. Sen bu dağların derinliklerinde saklı isimleri bilinmeyen şikeftlerin dehlizlerini hatta içlerinde insan kemikleri çürümüş olanları da gördün. Hepsini bir sen dolaştın. Sen buralarda, tarihin derinliklerinde yazılmamış olanı, daha doğrusu yazılmaya izin verilmeyenleri “yazılmamış olan tarihi”, atalarımızın hikâyelerini ve ilk izlerini arıyordun. Sen gördüklerinin resmini çektin ve kameranla yeniden yaşamla bütünleştirerek filmleştirdin. Sen, bu ülkenin topraklarının en eski tarihini, atalarının izlerini arayıp buldun ve geçmişle, bugünle, gelecekle bağını, ilişkisini kurarak bize onların ulaştırılmasını sağladın.
Sen bu dağların en asi kayalıklarında ve en yüksek dağ zirvelerinde dolaştın. Sen Avdal Kovi’yi, sen Çarçela'nın zirvelerini ilk görüntüleyendin ve sen Cilo'nun en yükseklerinde bulunan özel kaldırılmış sandığın içindeki deftere yazısını yazan ilk gerilla oldun. Sen Cudi'nin zirvelerine, Nuh'un Gemisi'nin bulunduğu Sefine’ye de gittin. Bunların hepsini görüntüledin ve dokunaklı kaleminle, tarihle buluşturmak için yazdın, çizdin. İnsanlığa Kürdistan’a bir dipnot düştün.
Sen bu ülkenin tüm güzelliklerini ve görülmeye değer ne kadar yer varsa dolaştın. Avaşin ve Zagros zozanlarını, Basya, Zap ve Faraşin yaylalarının o ölümsüz “merg ve çimenlerini” de gördün. Faraşin'in ana kaynağı olan mavi balıklarının resmini çektin, kamerana aldın ve yine altın kaleminle mısralara dökerek mazlum halklarımıza ulaştırdın. Ve Hezil çayıyla vadisini, Herekol’un o görkemli asi duruşunu hatta Cudi'nin o meşhur “Lawuke Xerib’ini” de gezdin. Sen tarihin o meşhur gezgincilerinden biri olarak onların izinden ancak bu kez daha çağdaşı olarak, Kameraman Xelil yoldaş olarak bunları kamerana alarak onların arasında yer aldın.
Kürdistan’da dağ keçileri en duyarlı yaratıklardır. En sert ve yalçın kayalıklarda ve uçurumlarda yaşarlar. Ve kendilerine insanların yaklaşmalarına izin vermezler. Ancak sen Cudi ve Çarçela’da dağ keçilerine kendini yaklaştırmasını bildin. Sen bu zor olanın resmini çektin hatta filmini yaptın. Ve Kürdistan tarihinin bilmem kaç bin yıl öncesinde kayalara resmedilmiş ilk Pêz Kovi’lerin fotoğrafını ve filmini çekerken de bu ilk Pêzkovilerin resimlerini yapan sanat âşıklarını ne kadar kıskandığını da yazdın. Hâlbuki hepimizin bir kıskanacağı varsa o da sensin. Senin bu kadar ülkeyle birleşmen olsa olsa bizim bir kıskanma gerekçemiz olabilir Xelil yoldaş.
Xelil yoldaş sen gerillanın mücadelesinde bir şeylerin eksik olduğunu hissettin. Ve sen çabanla, ısrarınla bu boşluğu gidermeye, kapatmaya çalışmadın sadece. Hayır, sen aynı zamanda kendi önüne hedef olarak koyduğun bu çalışmayı başarıyla gerçekleştirdin. Sen gerillanın saklı kalmış ve yaşam içerisindeki duygularının sihirli-sırlı yönlerini yakalayıp halkımıza, halklarımıza kavuşturmasını da bildin. Ve sen halkımız ile gerillayı birbirine yakınlaştırdın. Ve sen Kürt halkı ile gerilla arasına bir köprü olmayı başardın. Ve bunu ancak sen yapabilirdin Xelil yoldaş, dağın samimi, yakın dostu!
Dr. Bahoz ERDAL
Şerif Spertê (Hüseyin Şengül) Yoldaşın Anısına
Şerif Sperti yoldaş, isminden anlaşılacağı gibi konargöçer Sperti aşireti mensubudur. 1973 yılında Şırnak Silopi’ye bağlı, Başak-Zédıka köyünde gözlerini dünyaya açar. Okulu burada okur.
Sperti aşireti, heterojen bir yapıya sahiptir. Her bir babık başka bir yerden gelerek bu aşiretin oluşumuna katkı sunmuşlardır.
Aşiret ismini “Rusperti”den almaktadır. Yani ismi Rusperti olan çaydan alır. Bu akarca Besta’nın güney doğusu olan Beytüşşebap’tan gelerek, Besta’ya oradan Cudi ve sonra da Xabur Suyu’na karışarak, Dicle nehrine akan küçük bir akarsudur.
Kimi tarihçiler Sperti ve Berti aşiretinin aynı aşiret mensupları olduğunu söyler. Lakin hangi kol kimden kopmuş, ayrılmış ya da oluşmuş belli değildir.
Rusperti akarcasının, eskilerden önemli bir yere sahip olduğu söylenir. M. Emin Zeki, Kürdistan Tarihi adlı çalışmasında Rusperti ismini, M.Ö. 700 yıllarına kadar götürmektedir. Bu alanda Sperti adında devlete benzer bir oluşumun varlığından söz eder. Ve bugün halen, aynı alanda devasa, mevzi biçiminde kalıntılar mevcuttur.
Rusperti akarcası, Çeméxaceki kaynağından fışkırarak Hezil’e akar. Ve burada yaşayan insanlara Spertililer denmiştir.
Sperti aşireti, Haci Beyran konfederasyonu içerisinde yer alır. Bu aşiret üstü yapıda; Şırnaklılar, Silopililer, Guyiler, Giteler, Hewériler, Berwarlar ve Spertililer yer alır. Bu konfederasyonun başını, yani liderliğini Şırnaklılar yapar ve bunlar içerisinde de Mala Axaye Sor öncülüğü yürütür.
Bu konfederasyon üyelerinin bir kısmı koçerdir. Hayvancılıkla geçinir. Belli bir yurtları yoktur. Bunlar; Giteler, Heweriler, Berwarlar ve Spertiler. Bunların hepsi de tümden Koçer değildir. Karmaşık ve yerleşik yaşama geçenler de, bu yapı içerisinde bulunmaktadır.
Hacı Beyran konfederasyonunun yanı sıra Botan’da farklı aşiret konfederasyonları da bulunmaktadır. Bunlar; Boti, Behdinan, Etruşiler olarak adlandırılır.
Sperti aşireti, Koçer bir aşiret yapısına sahip olduğu için sürekli hareketliliği yaşamak zorundadırlar. Bir kısmı zozanlarda kalır ki bu yerleşim sahaları, düşman tarafından 1990 yıllarında yerle bir edilirler. Zozanlarda bulunan ve sonra da düşman tarafından yakılan yerleşim sahaları; Govık, Bawena, Gırgamıjdé, Çeméxeçke, Geliyé Mehemed. Büyük komutan Kemal Sperti arkadaş Gırgamıjdé köyündendir.
Ovadaki Sperti yerleşkeleri ise şöyledir: Zéwké, Rıkava, Xırbıke, Kulya, Saletun, Wehsıd ve Basurin. Bu son üç köyün yarısı Sperti aşiret mensubudur.
Aşiret yaklaşık 2000 aileyi içerisinde barındırırken, bugün yüzde 95’i Silopi de yaşamaktadır. Koçerlik artık yapılmamaktadır. Düşman bunu ‘90 yılından sonra yasaklamıştır.
Koçerlik bir kültür, kültürleşmedir. Bir yaşam kültürüdür. Hayvancılıktır yaptıkları. Yerleşik değildirler. Konargöçerdirler. Bir yerde kalamazlar. Onlar nerede yayla ya da otlaklık varsa oradalar. Bir nevi bağımlılıkları yoktur. Bağımlılıkları, otlaklardır. Belki de bunun için tarihten bugüne hep, kendine yeten yaşam tarzını esas almışlardır. Onlar boyun eğmeyi bilmez. Boyun eğmek, onursuzluktur. Kelle gitse de onur korunur.
Yukarıda dile getirdiğimiz Koçer yapılanması, ağırlıklı olarak kışın Silopi de kalacaktır.
Eskilerden Koçerler Silopi’den yola çıkarken uzun bir güzergâhı takip edeceklerdir. Onlar kışın Silopi’den sonra, adım adım yüksek yaylalara açılma öyle sanıldığı gibi kolay bir yolculuk değildir. Öncelikle Koçerlerin bir toprağı yoktur. Uzun yıllara yayılmış anlaşmalar da yapamazlar. Değişken durumlardan kaynaklı, onlar anlaşmaları hep yenilemek zorundadırlar. Bunun için yol güzergâhlarında yaşanacak olası yanlış otlatmalardan ve duyarsızlıklardan kaynaklı onlarca aşiret mensubu birey yaşamını yitirebiliyor. Bir sürünün yanlışlıkla bir meraya girmesi kanın akmasına yeter de artar da. Bir Koçer gencinin, yerleşik olan aşiretlerden birinin kızına hafiften gönül vermesi, aynı sonucu doğurmaya müsaittir.
Koçerler, geçtikleri alanlarda yerleşik aşiret mensuplarının arazilerine para vermek zorundadırlar. Buna “Koda dıkın ya da Koda kırın” derler. Yani arazide hayvanlarını otlatma karşılığında verilen bir nevi kira parasıdır. Olur da bir miktar üzerinde buluşmazlarsa yine kavga gerekçesidir bu. Yer yer geçiş güzergâhlarında, geçişlerine izin verilmez. O zaman yapılacak olan göğüs göğse kavga ederek geçmedir. Bu çoğu zaman ölümlerle sonuçlanmaktadır. Aynı hikâye eylüle doğru geri dönüş süreçlerinde de yaşanır.
Koçerlik bu bağlamda tam bir kavga kültürüyle yetişmenin de adıdır. Buralarda herkes silahşordur. Bu toplumlarda elbette bireysel kahramanlar da olur ancak yaşamın kendisi herkesi bir kahraman ve dövüşçü olmaya zorlamaktadır. Samuraylar gibi bir kez bu yaşama adım atmışlarsa, içerisine doğmuşlarsa yaşamlarının sertliği belirlenmiştir.
Bu aşiretlerde erkekler öndedir. Bireysel mertlik kabul görendir. Müslümanlıkları daha esnektir. Daha hoşgörülüdürler. Tekçi zihniyetleri, azdır. Örneğin kadın, bu toplumlarda ya da topluluklarda kapalı değildir. Daha açıktır. Daha katılımcıdır. Daha direngen ve dirayetlidir. Pısırık ve ölgün değil, canlı ve yaratıcıdır. O, kardeşinin ya da kocasının yanı başında başı açık rahat oturandır. Spertililer de ilginç bir özellik daha vardır. Koyun ya da keçi sağma erkek işidir. Erkekler birçok kadın işi diye bilenen işi yaparlar. Aile içerisinde daha sıcak ve eşitlikçi bir yapıları vardır. Bu da esasta neolitik değerlerin, bin yıllarca nasıl süzülerek geldiğini bize göstermektedir.
Silopi’den önce Cudi’nin ova yakası, sonra Şırnak yakası derken Besta, Şaibekir ve en son durak olarak Kela Meme zozanları. Kela Meme’nin Besta yakası Sperti aşiretinin yerleridir, yaylalarıdır. Burası onların zozanlarıdır. Ancak Şaibeker’den Faraşin, Nebernave kadar uzanırlar.
Bu aşiretin daha ilginç bir özelliği de hepsinin, ama hepsinin yani zozanlara çıkmış tüm Koçerlerin Baharen Delav diye tabir edilen ve Şaibekir’in üstlerinde Deryé Barana’nın altında bulunan gölletin etrafında toplanmalarıdır. Burada düğünler yapılır. Burada yorgunluklar atılır. Burada ne kadar yiğitlikler varsa gösterilir. Peşi sıra ise kim nereye gidecekse çıkıp gider.
Spertiler 13 Babık’tir. Yani 13 sülaledir. Bunlara; Mala Zéré, M. Hesém, M. Nasır, M. Behlul, M. Berheskan, M. Mamdel, M. Guri, M. Bırindér, M. Aliye Mısto, M. Cango, M. Xelife, M. Kazé ve Mala Bazulardır.
Şehit Şerif yoldaş Mala Zéré Babık’ından ve Silopi de oturmaktadır. Bu babık beş malbata ayrılır. Bunlar; Mala Quto, Mala Şewat, Mala Dırbasé Şahin, Mala Sımo Mirza ve Gulhayder’lerdir.
Başka bir tuhaf özellik ise demokratik seçimleridir. Spertiler zozanlara çıkarken kendi aralarında yani 13 “babık” sülale arasında o yıl ki zozan sorumlularını seçmeleridir. Ve bu seçim bir sezonluğuna yapılır. Denilir ki eskilerden Hacı Beyranların büyükleri olan Şırnaklılar, bir nevi Sperti sözcüsünü belirlermiş. Ama sonraları yerleşen ise her Babık’ın Ruspileri (sülalenin ileri gelenleri) bir araya gelerek kendi sözcülerini kendileri belirlemesi yerleşmiştir.
Daha da ilginç olan bir özelliği ise; Botanlı olup da düşmana çetecilik yapmayan tek aşirettir. Elbette birçok Koçer aşiret yurtseverdir. Birçoğu çetecilik yaparken de yurtseverlik görevini icra etmişlerdir. Ancak Sperti'ler de çete yoktur. Onlara göre asla olmaz da.
Onlar sakinlerdir. Sebatlıdırlar. Ancak zulüm kimden gelirse gelsin, kat be kat fazlasını yaparak kendilerince adaletin yerine geldiğine ya da getirildiğine inanırlar.
Ajan, bu aşirette yoktur. Devlet yanlısı birisi şöyle ya da böyle yaşatılmaz. Yani hep duru bir durum söz konusudur. Ya kendileri bu onursuzluğa tahammül göstermeden temizleyecek ya da gerillaya kendi kardeşi de olsa gelip şikâyet ederek cezalandırılmasını isteyecektir.
Spertiler de aynen Guyanlar gibi ağalık kurumu yoktur. Anlayacağımız, tarihte sızıp gelen Nakşîlik burada etkili olamamıştır.
Aşiretin devrim saflarında yaklaşık 85 şehidi vardır.
Ve o olup biteni anlamak için arayışlara girer.
Bu alanda koçerliğin yaygın görülen yaşam tarzı olduğunu yazdık. Küçükbaş hayvan besleyen koçerler, baharla birlikte sürüleriyle birlikte cümbür cemaat zozanlara taşınırlar. Kışa kadar sürer bu iş. Kışa yakın dönemlerde ise tekrar köylerine dönerler. Bu yüzden "Koçer" denir onlara. Ovalarda otların kurumaya başladığı süreçlerde, zozanlar yemyeşildir. Eriyen karların altında, diz boyu uzanır otlar. Her aşiretin bir otlağı vardır zozanlarda. Öyle rastgele giremez kimse otlağa. Eğer girilecekse, ücreti verilir. Bu, zozanlarda yazılmamış bir kuraldır. Bu kurala herkes uyar. Ve bu kural ihlal edildiğinde silahlar çekilir, mevziler kurulur, çatışma, vuruşma başlar. Ortalık kan gölüne döner. Aşiretler birbirine girer.
İşte böyle bir ortamda büyür Şerif yoldaş. Tüm bu çelişkileri, çatışmaları yaşayarak, görerek büyür.
Daha küçük yaşlarda içinde bulunduğu bu çelişkili durumu değerlendirmeye, düşünmeye başlar. Kendi kendisine sorular sorar, yanıt aramaya çalışır. Zihni yoruluncaya kadar böyle sorup cevap bulmaya çalışır.
Agit (Mahsum Korkmaz) yoldaş Botan'a ilk gelen gruplar arasındadır. Bestler, Herekol, Kato, Masiro derken Botan'ın tamamına ulaşır. Buradaki halka, Ulusal kurtuluş siyasetini götürür, günlerce anlatır, toplantılar düzenler, kavratır, bilinçlendirir.
Şerif yoldaş ve ailesi de zozanlarda gerilla ile tanışır. Kürdistan adına silahlanmış insanlarla ilk kez karşılaşırlar. Onların konuşmalarını can kulağıyla dinler, kurtuluşun bu ideolojide olduğunu bu sayede öğrenirler. Ve gönülden bağlanarak, mücadelenin kopmaz destekçileri olurlar. Şerif yoldaş da küçük yaşına rağmen gerillalardan etkilenir. Bu korkusuz, kendini halkına adamış, her şeyiyle etkileyici insanlara büyük bir sempati besler.
Yıllar tez akar... 15 Ağustos 1984'te adım adım geliştirilen örgütlenme, büyük bir atılıma dönüşür. Kürtlük adına her şeye bitti denildiği bir noktada, böyle bir atılım etkisini çabuk gösterir. Yeni bir isyan başladı düşüncesine kapılan herkes, silahını kaparak dağların yolunu tutar. Öyle ki, birçok insanı tekrar evlerine göndermek için saatlerce dil dökülür, propaganda yapılır. Her tarafta bir isyan, bir serhildan havası vardır. Ama gerilla hazırlıksızdır. Parti Önderliği'nin uyarılarına rağmen, atılımın etkisini hesaplayamamıştır gerilla komutanları. Bu yüzden birçok insan evlerine dönmek zorunda kalır.
Bu ayağa kalkış, sömürgecilerin dikkatinden kaçmaz ve büyük bir panik içine düşerler. Bu yüzden önce büyük operasyonlar, ardından OHAL, daha sonra da koruculuk politikaları devreye sokulur. Suç işlemiş birçok aşiret ve aşiret reisi, korucu olmaları ve gerillayla savaşmaları karşılığında affedilir.
Savaş her geçen gün genişler, coğrafyayı öğrenen, halkın desteğini alan gerilla adım adım bütün Botan'a yayılır.
1988 yılına gelindiğinde Botan'da savaş bir hayli gelişmiştir. Eski isyanlar gibi kısa sürede bastırılacağı düşünülen ve "son isyan" olarak nitelendirilen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, söylenenlerin aksine alanını genişletmiş, ordulaşma, serhildan, kurtarılmış bölge planları yapılmaya başlanmıştır. III. Kongresini yapan PKK, Askerlik Kanunu, Vergilendirme, Ordulaşma ve kurtarılmış bölgelerin yaratılmasını karar altına almış ve çalışmalar bu temelde yürütülmüştür.
Bu yıl henüz 15'inde olan Şerif yoldaş, özel savaş güçlerinin baskıları nedeniyle artık zozanlara çıkamamanın acısını derinden yaşar; zozanlarda gördüğü, birlikte oturup sohbet ettiği, sıcak süt, taze peynir ikram ettiği gerillaları özler hep. Çobanlık yaptığı yaylaları, soğuk sularından içtiği pınarları, dağların serin esintisini arar durur. Bunlara kavuşabilmenin tek çaresini de gerillaya katılmak olarak görür. Bunun için hemen karşısında bütün ihtişamıyla yükselen kutsal Cudi dağına gitmesi gerekmektedir. Çünkü Cudi dağı şimdi sadece Nuh'un gemisini değil, gerillaları da bağrında taşımaktadır.
Ve yola çıkar Şerif yoldaş... Adım adım, kaya kaya, vadi vadi tanıdığı Cudi dağında gerillaları arar. Ve sonunda onları bulur. Daha önceden tanıdığı gerillalara geliş sebebini açıklar. Gerillalar, yaşı küçük olduğu için önce almak istemezler. O kadar ısrar eder ki, O'nunla baş edemeyeceklerini anlayınca yanlarında kalmasına müsaade ederler.
Koçerlik yaşamı zaten bir gerilla yaşamı gibidir. Dağlarda gezilir, soğukta, sıcakta kalınır, doğanın zorluklarına, sömürgeci ordunun acımasızlığına karşı direnilir... Bu nedenle gerilla yaşamına uymada zorluk çekmez Şerif yoldaş.
O, 1988 yılında katıldıktan sonra düşman ailesine çok büyük işkenceler yapacaktır. Üç kardeşi olan ve yoksul bir ailenin evladıdır. Aile bu eziyeti çekmektedir. Ailede halen ömür boyu müebbet cezası yemiş yurtsever vardır.
Ben Şerif yoldaşla ilk kez 1989 yılında Cudi’de karşılaştım. O zaman o kuryelik yapıyordu. O zamanlar kuryelik yapmak her babayiğidin karı değildi. Genelde kuryelik bizde zor bir çalışmadır. Ancak o yıllarda bu çalışma daha fazla önem arz ediyordu.
Öncelikle siz güvenilir olacaksınız, safları zorluklardan ya da başka nedenlerden dolayı bırakacak durumunuz olmamalı. Fiziki olarak güçlü olmanız şart. Savaşçılığınız mutlak olmalı. Araziyi hem iyi tanımalısınız hem de hâkim olmalısınız. Duyarlı yaşayan biri olmanız, disiplinli olmanız da bir o kadar gerekiyor. Kısacası o zamanın bir kuryesi doğalında bir komutandır. Çünkü o inisiyatiflidir ve yine çalışmasından kaynaklı yönetimlere yakındır ve bu da yönetim çalışmalarından haberdar olmak demektir.
O bu çalışmaya getirilmeden Cudi’de yapılan birçok eyleme aktif katılacaktır. Cudi o yıllarda biraz da mücadelenin kalbi durumundadır. Cudi eylemlerin merkezidir. O burada büyük komutan Aziz Karakoçan yoldaşın, Adil Aslan yoldaşın ve yine büyük komutan Munzur'un kahramanı Şiyar-Kazım Kulu-yoldaşın savaşçısı olarak onlarca eyleme katılacaktır.
O dönemlerde en önde manga komutanlarından olan Erdal Heyştani, Adil Bilika, Gazi Mardin, Erdal Gundik, Fazıl Giteyi, Rojhat Bluzeri yoldaşlarla en önde savaşarak tecrübe kazanacaktır. Ancak o yaşça onlara göre, biraz daha tıfıldır.
Yine o dönem özgürlük hareketi mücadelesine damgasını vuracak başka bir eylemi, Adil Aslan yoldaş planlayacaktır. Bu çatışma da Cudi’de daha doğrusu Deriye Çırçırok’ta, Adil Aslan arkadaşın denetiminde bir helikopter düşürülecektir. Bu ikinci helikopterdi düşürülen. Ve bu helikopterin gövdesi arkadaşların içine düşecekti. Bu çatışmada Adil Aslan arkadaş en öndedir. Adil Bilika, Mardinli komutan Şehit Gazi yoldaş ile sonra da Botan da cephe komutanı olacak Şehit Rojhate Bluzeri, Fazıl Giteyi ve Erdale Heyştani yoldaşları da saymak gerekir. Ve tabii ki bizim genç olan Şerif yoldaşı da katmak gerekecektir.
Bu tecrübeler ardından o, 1990 yılında manga komutanı olacaktır. Ve ardında Gabar’a geçecektir. O 1991 yılında Gabar’da takım komutanı olarak, Gabar karargâhına bakmaktadır. O yıllarda kimi eksikliklerden dolayı görevden alınır ve o Gabar’dan Besta’ya geçer. Ancak ona verilen bir emek süreci vardır. O bunun bilincinde biri olarak katılır.
İnsanlar vardır yetmezlik yaşarlar ancak sanki bir şey olmamış gibi yaşarlar. Önderlik böylesi tiplemelere manda derili insanlar diye eleştiri geliştirmişti. Mandanın derisi kalındır, erken delemezsiniz. Bu tip bireylere, eleştiri fayda etmediği gibi bu tiplerin ar perdeleri de çok incedir ya da yoktur. Ancak Şerif yoldaş gibi yeni katılımlı ve bağlı gençlerin bağlılıkları, ayrıdır. Onlar bir yetmezlik yapmışlar ise yıllarca bunun ezikliğini yaşarlar. Örneğin Şerif yoldaş, yıllar sonrada bu konular açıldığında benzi atmış ve bu içerisine girdiği yetmezliği bir türlü af edemediğini göstermiştir. Hâlbuki parti için o mesele kapanmış ve artık gelişen, gelişmeye açık olan bir komutanın gelişimi vardır. Ancak o utanma duygusu yüksek olan bir yoldaş olarak her zaman böyle durumlarda sıkılmıştır.
Ve gelecekte, Besta’da çalışmalara çok yoğun katılacaktır. Adeta, kendisiyle savaşırcasına pratiklere katılacaktır. Ancak o dönemlerde biraz da kendi içine kapanacaktır. Hâlbuki doğallığı, açıklığı ve sosyal ilişkilere yatkınlığı, taşımasına rağmen o bu yıllarda sessizleşecektir.
Ve o çok güçlü bir gerilla olarak Avyan karakol baskınına katılacaktır.
Bu eylemde tepeler düşecek ve karakol tarumar edilecektir. Arkadaşlar karakolu ele geçirerek bir ast teğmeni esir almanın yanı sıra, 1 adet 81’lik havan topu, 60’lık havan topu, 57’lik top, 6 adet G–3 silahı, 2 adet M G-3 ile birçok cephane ve askeri malzeme alacaklardır. Bu eylemde dört değerli yoldaş şehit düşecektir. Bunlar kol komutanlarından Delil Akeri, Ferhane Hole-Kale, Bagok Mardin ve başka bir yoldaştır.
Bu eylemin koordinesi Pılıng yoldaştır. Kol komutanları; Metine Akeri, Şerif Sperti, Hamid’e Sperti, Hamid’e Heyştani ve eylemde şehit düşecek olan Delil Akeri arkadaşlardır.
Bu eylemden sonra 4. bölge güçleri, kış üslenmelerine çekilecektir.
Bu coşkuyla yeni planlamamızı yapıyoruz. Üç güç olacağız. Bir gücü Pılıng, bir gücü Xebat ve bir gücü de kadro okulu olarak düzenleyeceğiz. Bu kadro okuluna dışarıdaki güçlerden de arkadaşlar alacağız. Okulumuzu Gıre Xane’ye planlıyoruz.
Biz henüz kış kampına girmeden 1991 sonu 1992 başı çok şiddetli yağan kar geliyor. Bir yağışta 3 metre kar geliyor. Açtığımız naylon çadırlar soba isinden dolayı siyah olacaktır. Biz bu durumu yaşarken Kemaloka da düşman indirme yapacak, ancak kar yağışına onlarda kapılacaklar ve indirmeyi durduracaklar. O indirdiklerini nasıl alacakları çok ciddi bir sorun olacaktır. İndirmeler yerine, kobralarla bombardıman yapılacak ve üç arkadaş şehit düşecektir.
Ertesi gün iki kobra bulunduğumuz noktaya gelerek noktamızı vuruyor. Biz erken davranarak yakınımızda bulunan su vadisine geçerek suyun içerisinde kalıyoruz. Suda iz bulamayan düşman kampı yoğun vuruyor. Hava buz gibi… İki hafif yaralımız var. Düşman ayrıldıktan sonra kampa dönerek ısınmaya çalışırken, düşman kobraları yine saldırıya geçiyor. Biz tekrar suyumuza giriyoruz.
Sabaha doğru bu işin böyle gidemeyeceğinin kararı ardından Herekol eteklerine doğru kayıyoruz. Şafak atar atmaz, uçaklar gelip noktamızı vuruyorlar. Hatırlıyorum, Pılıng arkadaş “Bu iş ciddileşiyor, Kürdistan Vietnam gibi oluyor.” diyecekti.
Kışın başlangıcı o kadar kar ve terk edilmiş bir kamp ile yaşanan kıtlık ve zorlukları bir düşünün. Herekol yüksek bir dağ kütlesidir. Siz eteklerine tırmanmışsınız, her taraf buz gibi. İstediğiniz zaman ateş yakamıyorsunuz, eğer odun bulma imkânınız varsa o da olursa tabii. Çok zorlanacağımız bir kıştır. Ancak bu kışın daha başlangıcıdır. Asıl felaketi ileride yaşayacağız.
İki kamp biçimde örgütleniyoruz. Pılıng yoldaşın kampı yukarılarda Herekol eteklerinde, biz ise daha aşağılardayız. Hızla kamplarımızı yapıyoruz. Her yıl üslenmeye yaklaşımımız neyse bu kez de öyle yaklaşıyoruz. Ancak meteoroloji değişiklik gösterince evdeki hesap çarşıya uymuyor. Olan oluyor.
Sabah sekize çeyrek kala çok büyük bir gümbürtüyle sarsılıyoruz. İlk önce hava saldırısıdır diyoruz. Ancak sesler dinmiyor, yoğunlaşıyor. Havada uçan saldırı uçakları da yok. Ancak bir müddet sonra fark ediyoruz ki, gümbürtü bir çığındır. Müdahale ediyoruz. İlk müdahale eden grubun sorumlusu benim. Hızla yarım saat yukarımızda bulunan kampa ulaşabilecekken, saatlerce sürüyor. Arazinin, coğrafyanın rengi ve biçimi tanınamaz haldedir.
Kampa yaklaşık 500 metre kala ilk sürüklenen naylon çadırları görüyoruz. Biraz daha ilerlediğime de bir eli dışarıda elinde de radyosu ile dona kalmış Pılıng arkadaşı görüyorum. Onu hızla çıkarıyoruz. Biz hızla gelmişiz, yanımızda kazma-kürek gibi malzemeler yok. Tabii bir faciadır gördüğümüz. Bazı yoldaşları ellerimizle attığımız karların altından çıkarıyoruz.
17 arkadaş kayıptır. Ayrıca çok sayıda yoldaş da şehit düşecektir. Bunlar: Metin Akeri, Emine Omyanis’i, Cemile Narexi, Edibe Avyan, Haki Küçük Güneyli, Rojina Gundık Remo, Welat…
Karın altından gelen sesi takip ederek, iki arkadaşı daha çıkarıyoruz. Bunlardan birisi yıllar sonra şehit düşecek, Küçük Güneyli Sadık arkadaştı. Üç gün sonra karın altından çıkaracağımız başka bir yoldaşımız Hogır Küçük Güneylidir. Çıkardıktan bir müddet sonra yaşama veda edecektir. Oldukça zorlu süreçten fiziki olarak çok güçlü olan, Şerif yoldaş olağanüstü bir yoldaşlık örneği sergileyecek ve adeta her yerde aranan olacaktır.
Biz ‘92 baharında birlikte zozanlara çıkacağız, ancak onun henüz görevi yoktur. Ancak çalışmada en önde olan yoldaşların hep arasındadır. Ben geri gelirken, o Pılıng yoldaşın yanında kalacaktır. Ve Xumaro Karakol Tepesi’ne saldırıda o, tepeyi saldırı ruhuyla düşürendir. Bunun üzerine o tekrar manga komutanlığına getirilir.
O yıl fazla eylemler yoktur. Burada Botan, Sinan ve Pılıng yoldaşlar sorumlu olarak varlardır. Zerbil çete köyünü arkadaşlar vuruyorlar, ancak ertesi gün düşman havan toplarıyla çok yoğun cevap verecek ve burada 14 yoldaş şehit düşecektir. Tam bir hezimettir yaşanan. Hem saldırıya geç, hem de kayıp ver. Bu tarz PKK’de olmayan bir kaybetme biçimidir. Ve PKK’ye yabancıdır. O, burada olup biten duyarsızlıkları görecek ve gelecekte nasıl yapılmamasının tecrübesini kendisine katacaktır.
O’nun artık “Zozanların Kaplanı” olarak anılacağı yıllar gelmektedir. O, bu yıl -yani 1993 yılında- Çatak alanına gönderilir. O takım komutanıdır. Bir nevi mıntıka sorumlusudur. Tüm hareketlerde bire bir vardır.
Baharın gelişiyle birlikte Şerif yoldaş, Çatak mıntıka sorumluluğu ile görevlendirilir. Ve Beytüşşebap bölge yönetiminde yerini alarak, yeniden zozanlara yönelir. Bu yıl pratiğinde en çok eylem yapan birlik olarak ödüllendirilen Şerif arkadaşın komutasındaki birlik, Narê karakol eyleminde, 14 silah kaldırarak yılın gelişmelerinde büyük pay sahibi olur. Başarılı pratiğinden dolayı bölük komutanlığına getirilen Şerif yoldaş, bu yıldaki kapsamlı birçok eylemde birliğiyle birlikte yer alır. '93 yılında bilinen Osyan kuşatması ve Bestler'e yönelik kapsamlı operasyonların karşılanmasında, başında bulunduğu hareketli birlik ile önemli roller oynar.
Bu yıllarda Çatak alanı, henüz gerilla faaliyetine tam anlamıyla açılmış değildir. Dolayısıyla zorlu bir dönem yaşanacaktır. Azimle, fedakârca süren çabalar sayesinde alan adeta yeniden fethedilir, halka gidilerek ulusal kurtuluş siyaseti yeniden anlatılır, özel savaş güçleriyle yoğun bir savaşa tutuşulur. Ve alan Şerif yoldaşın ismiyle anılır hale gelir.
1989 yılında Botan'da kendini hissettiren feodal komplocu anlayışın, kontra vari yaklaşımları sonucu çeteciliğe itilen ve gerillaya neredeyse kapalı hale getirilen Çatak alanının, yeniden ulusal kurtuluş güçlerine açılması için, sabırlı, cesaretli, kararlı ve savaşkan komutanlara ve savaşçılara ihtiyaç vardır. İşte Şerif yoldaş, kendi birliğiyle birlikte bu iradeyi gösterir. Alana girişiyle birlikte müthiş savaşarak, Türk ordusuna ağır darbeler vurur. Çeteciliğe büyük darbe indirir ve alanda gerillanın otoritesini tesis ederek alanın kördüğüm haline gelmiş sorunlarını bir bir çözer, köy köy, ev ev gerillanın hizmetine açar.
Artık onun örgüte, halka, partiye daha fazla hizmet verme imkânı ve şartları doğmuştur. O artık tecrübe sahibidir. Bizde ilkedir. Eğer bir birey gelişme emareleri gösteriyor ise ve o halen kapasite olarak alabilecek güce sahip ise önce onu eğitim sahalarına göndermek, ardından adım adım ondan ürün beklemek izlenen bir yoldur. Bu kez de bu böyle yapılacaktır. Şerif 1993 yılının sonlarına doğru Önderlik sahasına geçecektir. Burada kendini gözden geçirecektir. Geçmişte yaptıkları ve gelecekte yapacaklarının hesabını yapmaktadır. O yıllarda bir general edasıyla parmaksız Zeki de Önderlik sahasındadır ve kamp koordinesidir. O yıllarda Zeki, çarpık sosyal ilişkileri geliştirmek için adım atmaktadır. Henüz rüşeym halinde olan bu sapmaları Şerif yoldaş o zaman görecek ve refleks gösterecektir. Karşı duracaktır. Ve Önderlik sahasında Zeki’ye, genç yaşına rağmen posta koyacaktır.
Bu yürek ister, bu bazı şeyleri göze alabilme gücünü göstermeyi ister. Hele hele karşınızda dörtlü çetenin en azılı temsilcilerinden biri ise sizin hesaplarınız daha ince elenmeli ve sık dokunmalıdır ki siz kaybetmeyesiniz. Gerçi Şerif yoldaşın güvendiği dağlar vardır ki eleştiri yapmaktadır. O da Önderliktir. PKK’nin her militanı Önderliğin yanında kaygısız her eleştirisini herkese yapabilmektedir. PKK Önderliği hatta bunu teşvik etmektedir. Bu militanlarda güven yaratmaktadır.
O bu moral ve motivasyonla tekrar dağlara doğru 1994 baharında gelir ve o Beytüşşebap alanında bölge komutan yardımcısıdır. Ve bölge komutanı ise Dr. Bahoz Erdal yoldaştır. O yıl, o başarılı bir pratik çıkartacaktır.
Yapılacak olan PKK 5. Kongresi’ni bir nevi uzak savunma olarak korumamız gerekiyor. Bunun için Şerif yoldaşın birliği de Cudi’ye gelmektedir. Ayrıca daha sonbahardır, yapılacak o kadar iş ve eylem vardır. Ve biz adeta, Cudi’den, Haftanin’e kadar güç yerleştirmişiz. Bir hat çizmişiz. Ve düşman araziye çıkmak istese ya da kongre sahasına dönük girişimlerde bulunsa biz kalkan olarak engelleyici olacağız.
Şırnak’tan kalkan kobralar, açık hareket eden bayan yoldaşların tepesine saldıracaklar ve burada 3 bayan yoldaş şehit düşecektir.
Düşman aynı gece Cefane’de Deryê Gıhora hattını tutacak ve sabah erkenden biz birçok koldan düşmanı vuracağız.
Ayrıca bir tepeyi tutan düşman gücüne Şerif yoldaş saldırarak burada 1 adet M-60 ile 4 adet G-3 kaldıracaktır. Burada çok sayıda cenaze akşama elimizden kalırken bir tanede yüzbaşı burada vurulmuştur. Ve bu vuruşla düşmanın Bilika’ya girmesini engellemiş oluyoruz.
Ancak o kış boyunca, bizi taciz edecek ve biz ciddi bir eğitim göremeyeceğiz. Biraz da tepelerde tepeciler gibi oluyoruz. Her türlü tekniği düşman kullanmasına rağmen biz direnişi sürdürüyoruz.
Kongre bitiminde alana çok sayıda güç geliyor. Başta Botan güçleri olmak üzere Kuzeye geçecek bir sürü yoldaş ta var. Adeta Bilika tam karışmış haldedir. Benim her zaman korktuğum durum böyle çok sayıda farklı gücün bir araya gelmesidir. Her gücün kendi komutası vardır. Ve çoğu zaman senden rütbe olarak daha yüksektirler. Ve böyle geçiş yerleri tehlikelerle doludur. Herkes tedbiri bir diğerine bıraktığı için birçok boşluk doğmaktadır. Bir de böyle bir geçişi düşman bilgi almış ise yaşanan çoğu kez olduğu gibi bir felakettir.
Deri Kera da çatışmalar erkenden yaşanıyor. O kadar gücü geri çekeceğiz ancak geri çekme hatları tutuludur. Güçleri en yükseklere zozanlara çekiyoruz. Burada üç bayan yoldaş yükseklerde kayganlıktan dolayı aşağıya kadar yuvarlanıyorlar. İyi ki bir şey olmuyor onlara. Bulabildiğimiz bir şkefte çok sayıda yoldaşı yerleştiriyoruz. Navaner de böyle büyük şkeftler vardır.
Düşman Bilika’ya yöneliyor. İlk vuruşu arkadaşlar yapıyor ve 1 adet MG-3 kaldırıyorlar. Ve Kerya Reş’teki tanklarla alanı tanklarla vurmaya başlıyor. Kalabalık ve dağınık-düzensiz olan güçlerimiz bu karmaşada toplam 16 arkadaşı şehit veriyoruz. Welat Dersim, Adnan Guyi yoldaş onlarda sadece iki tanesidir.
Herkesin yoğun çatışmalara girdiği bir gündür. Bu çatışmalar ardından Şerif yoldaşın bölüğünde iki bayan iki erkek, kaçacak ve bunun üzerine ondan rapor istenecektir. Bizde genelde bireyler kaçmadan, ya da bireyler rahatsızlıklar yaşarlarsa burada komutanın görevi bunları görmek ve rahatsızlıkları gidermektir. Ya da bir yerde bozgunculuk varsa buna karşı da tedbir geliştirmelidir. İşte Şerif yoldaş bu kez bunu yapamadığı için ondan izahat raporu istenecektir.
O, Cudi’den sonra, tekrar Beytüşşebap’a geçecektir. O, bu arada bölge komutanlığına terfi etmiştir. Eyalet hareketli birliğiyle ortak Dime Karakol tepeleri vurulacak ve burada 2 adet BKC, 57’lik top, 18 adet G-3 kaldırılacaktır.
Bu eylem büyük bir başarıyı ifade etse de o yıl Beytüşşebap pratiği vasattır.
'96 kışını Bestler alanında eğitim faaliyetleriyle geçiren Şerif yoldaş, pratik sürece Miks, Gürpınar, Gevaş sorumlusu olarak başlar. Bu yılda Zeki unsuru Botan eyaletine gelmiş, artık inanmadığı mücadeleyi geriye çekerek tasfiye planlarını hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu tasfiyecilik iç yüzünü henüz açığa vermemiş olduğundan, dikkatleri üzerine çekmeden çalışmalarını sinsice yürütmektedir. Şerif yoldaş gibi partiyi pratikte kavrayan ve ona karşı Önderlik sahasında karşı durmuş olan biri, doğru ile yanlışı ayırt edebilen ve savaşın içinde pişerek, savaşla yoğrulmuş bir komutanın bu tasfiyeciliği sezmemesi mümkün değildir. Nitekim tasfiyecilikten rahatsızlık duyan, onunla uyuşmayan, emirlerine uymayan bir pratiğin sahibi olduğu için tasfiyeciliğin boy hedefi haline gelir. Şerif yoldaşı yapı içinde oldukça sevilip sayılması nedeniyle görevden almayı göze alamayan tasfiyecilik, "yoğunlaşmaya ihtiyacı var" biçiminde bir gerekçeyle O'nu karargâh bünyesine çekerek alandan uzaklaştırır.
Ancak parmaksız Zeki’nin bozguncu pratiği, erkenden görülecek ve Önderlik onu soruşturulması için Zap alanına çekecektir ve Botan bir beladan kurtulmuş olacaktır.
O sonbahar 1996 yılında Haftanin alanına geçecektir. Burada çok etkili olarak Adil Bilika yoldaşın yanında Kerya Reş eylemine katılacaktır.
1997 yılının Ocak ayında yapılan eylem bir yeni sürecin yeni başlangıcı olacak. Yaklaşık 400 arkadaşın katılacağı olan eylemi, dönemin yeni taktiği olan işlenmiş araziye dayalı kapsamlı eylemlilik sürecidir.
Hedef sınır üstünde hemen Cudi’nin dibinde Hezil suyunun üstüne tahkim edilmiş Kerya Reş’i vurarak düşmanı araziye çekerek, arazide ezmek, yeni sürecin başlatılması anlamında önemli olacaktır. Nitekim ne kadar büyük silahlarımız varsa; Doçka, havanlar, katyuşalar, füzeler, bomba atarlar derken kapsamlı plan üzerine saldırılar başlatılır. 7 gün karakol kuşatılır. Büyük silahlarla vurulurken, adeta dört tarafı kuşatılmış karakolun etrafındaki pusularla düşman perişan edilir. Eni sonu düşman fark edecek ve araziye çıkmayı yasaklayacak, ancak kuşatılmış askerler için kuşatma ve çemberler ölümün ta kendisi olacaktır. Birkaç gün kendi başlarına kalarak irtibatsızlık ve ölümü şahdamarında daha yakın hissederek yaşamak. Evet, gelecekte yaşanacak olan Kürt Sendromunu yaratan durumlardan bir tanesi de bu eylem olacaktır. Düşman uçak, kobra, her türlü teknikle yine saldırıya geçse de boştur. Yapılan yapılmıştır. Bir ara Zaxo'ya indirme yapan düşmana, arkadaşlar vuracak ve bir sürü malzeme kaldıracaklardır.
Evet, nasıl ki Amerikalılar Vietnam da Vietnam Sendromunu yaşayarak sonra da çıldırmışlarsa, sapıklaşmışlarsa, intihar vb. eylemlere kalkışarak hastalıklı durumla halkın başına bela olmuşlarsa, bu Kürt Sendromu da Türk askerlerini öyle bir duruma sokmuştur. Kerya Reş tarzı eylemler, bu sendromları yaratarak Kürdistan dağlarının düşmanlar için korkulu rüya olmasını sağlamıştır.
Ve o bu eylem ardından Gabar alanına giderek Taktik Eğitim Devresine katılacaktır. Burada hem eğitime katılacak, hem de düşmanın yoğun yüklenmelerine cevap olmak için hep çatışmalara girip çıkacaktır.
’96-‘97 kış sürecinde geliştirilen taktik eğitim devresinde Eyalet Koordinatörlüğü'ne en büyük desteği sunan, bu devrenin bizzat sorumluluğunu üstlenmiş olan, güvenliğinden, lojistiğine kadar tüm ihtiyaçlarının karşılanmasından sorumlu olan Şerif arkadaşın kendisidir. O, bu taktik eğitim devresinde tartışmalara bol katılan biridir. Ve denilebilir ki Önderliğin Botan eyaleti için öngördüğü, araziye dayalı savaşı en içten inanarak pratiğe geçirmek isteyen yoldaşlardan olacaktır.
Bu sürecin sonunda geliştirilen IV. Eyalet Konferansı'na katılır ve yeniden eyalet yönetimine seçilerek, pratikte aktif yer alır. Eğitim ardından, o eyaletin hareketli taburunun başına atanacaktır. Bu hareket ve eylemlilik demektir ve bu parti en üst düzeyde çalışmak demektir. Hizmet demektir. Hemen peşinen söyleyelim, o bu görevi layıkıyla şahadetine kadar yerine getiren bir komutan olarak tarihe geçmiştir.
O konferanstan çıkar çıkmaz -ki Botan eyalet yönetimine seçilmiştir- ilk yaptığı Mıla Kere -yani Aslanbaşar- karakol tepesine vurarak 6 adet silah kaldırır.
Daha sonra bazı çalışmaları için Haftanin alanına geçer ve baharla birlikte, dönem için önem arz eden lojistik ve cephane hazırlık çalışmalarını sürdürdükten sonra tabur gücüyle birlikte Botan'a, Bestler'e gelir. Daha sonra, zozanların açılmasıyla yeniden Beytüşşebap-Van zozanlarına…
Ve o yine zozanlardadır. Önce 12 koldan adeta Uludere’den başlayarak Başkale’ye kadar uzanan düşmanın yoğun operasyonuna o büyük komutan Rojhat Bluzer yoldaşın yanında, etkili koordine ederek tüm kollarda düşmana vuracaklardır. O eyalet komutanıyla bu yıl zozanlara çıkmıştır. Ve hedefleri zozanlara yeni bir destan yazmaktır.
Ancak buralar Hakkâri zozanlarıdır. Bu zozanlarda gündüzleri aşırı sıcak, geceleri ise dondurucu soğuk olur. Ne gece ne de gündüz uyuyabilir insan. Buralarda birçok noktaya verilen ad “Kaşadır.” Yazın kavurucu sıcağında bile geceleri oldukça soğuk geçer buralarda. Akşamüstü yakacağınız küçük ateş dışında, başka bir ateş yakamazsınız. Hem köz olacak kadar odun olmadığından, hem de ateş yakmak noktayı deşifre edebileceğinden ateş yakılmaz ve sabah kadar dişler sıkılır buna gücü yetmeyenler gecenin yarısında kalkar ve halaya durur. Halayı çok sevdiklerinden değil, buz tutan bedenleri ısıtmak içindir bu telaş.
Ve siz bu tabloya ya da bu şartlara alışmışsanız artık, eylem yapmaya başlayabilirsiniz. Ve sırasıyla Elkik çete köyü baskını, Peyanus tepe baskını ki burada 12 adet silah kaldırılmıştır ve Hakkâri şehir baskını. O Hakkâri şehir baskınında Rojhat Bluzer yoldaşla birlikte koordine edecektir eylemi.
Bu şehir baskını bizzat C. arkadaş, eyalet adına yürütecektir. Ancak bu eylemin baştan sona kadar, en çok katkı sunacak olanı Rojhat ile şehit Şerif Sperti yoldaşlardır. Hamza Gundık Remo, Ari, Eşref Noduz yoldaşı da katmak gerekiyor. 9 Ağustos 1997 yılında 400 arkadaşla yapılan şehir baskınında onlarca yer vurulacaktır. Şehir merkezi içinde ki hedeflerden, emniyete, alaydan tugaya, tepelerden panzerlere derken 110 arkadaş şehir merkezine girerek bu eylemi yaparken, asıl amaç düşmanı arazide boğmaktır. Arazinin tümü Dahola’dan Berçelan’a kadar işlenmiştir. İki kapsamlı pusu hazırlanmıştır. Eylem sabaha kadar sürecek ve güçler sağlam çekilecektir. Alay tepe baskınında çok değerli Demhat Iğdır ile Welat Pervari adında iki genci kaybedeceğiz. Başka da zayiatımız yok. Eylem tam bir başarıdır. Eylemi koordine eden Rojhat yoldaştır. Arkadaşlar düşmanın araziye çıkmasını beklerler. Ancak ihanet eden doğulu bir genç arazinin tümünü tutulu olduğunu söyleyecek ve düşman kendi etrafına da çıkmayacaktır.
Ve ardından Şerif yoldaşlar alanda ayrılarak, Çatak alanına kayacaklardır. Burada Deştok Karakol Tepesi’ni vuracaklardır. Yine çetelere karşı eylemlerin yanı sıra o yıl düşman zozanlarda rahat yüzü görmeyecektir.
Ancak zozanlarda tüm bu pratikler yaşanırken onu çok ciddi zorlayan şahadetlerde yaşanacaktır. Onun bölük komutanlarından olan Hasan Heyştani yoldaş Çelecenge’de düşmanın attığı bir havan topu sonucu şehit düşecektir. Artık Hakkâri’den çıkarak Çatak alanına yönelecekleri zaman bu kez bayan gücünde bölük komutanı düzeyinde olan Zinarin yoldaş şehit düşecektir. Ve ondan önce de Peyanus tepe saldırısında Bitlisli Celal yoldaşın şahadeti onu sarsan şahadetler olmuştur.
Yarım kalan bir mevsimin, yarım kalan sonbaharında, yarım kalan konuşmalarıyla yüzlerini dahi göremeden yitirdiğimiz yoldaşlar. Henüz rojbaş demeden ayrıldığımız yoldaşlarımıza söylenmedi günün ilk sözcükleri. Yanımızdan ayrılan yürekler, sevgiler bir çocuğun yüreği kadar temiz ve sıcak bağlılıklar, güneşi kucaklamak için yürüdüler, koşar adımlarla şafak vakti ve güne henüz ulaşmayı başarmadan vedalaştılar. Yarım kalan umut, sevda ve aşklarını geride bırakarak bir kez olsun dönüp arkalarına bakmadan çıktılar yola. Çünkü yoldaşlarının yarımlıkları tamamlayacaklarını biliyorlardı.
Evet, Şerif yoldaş bu bilinçle, bu sorumluluk ve devrimci bağlılıklar onların -yani şehitlerin- ona yüklediği misyonu da bilmektedir. Ağırlığını hissederek yaşayacaktır.
Ve artık adım adım batıya kayma zamanıdır. 1997 yılı genel anlamda çok kapsamlı eylemlerin yapıldığı bir yıldır.
Bu eylemliklerden, basında en çok yer alan bir eylemi ise Katolara, Beytüşşebap’ın karşısına dikilen Parti bayrağıdır. Bu bayrağı buradan indirmek için düşman bir hafta boyunca tüm gücüyle yüklenecek, ancak bir adım dahi ilerlemeden gerisin geriye gidecektir. Katoların kapıları tutularak düşmanın araziye çıkmasına izin verilmeyecektir. Ve kızıl bayrak orada dalgalanmaya devam edecektir.
Peşinde ise Osyan kuşatması gelecektir. Osyan azılı bir çete köyüdür. Düşman onlar öncülük etmediklerinde araziye çıkmamaktadır. Ve bu köyün ağırlığı devrime azılı düşman konumundadır. Araziye bu kuşatmayı yarmak isteyen, çıkmak isteyen düşman gücüne çok kollardan vurulur. Ve düşmanın üzerinde toplam 6 adet silah kaldırılırken çok sayıda düşman askeri vurulacaktır. Tüm kuşatma boyunca Rojhat Mardin, Haydar, Varşin ve Jiyan yoldaşlar şehit düşeceklerdir.
Hareketlilik devam etmektedir.
Sonbahar yaklaşıp da zozanlar karla kaplandığında ve güçler artık buralarda hareket edemez olduğunda çoğunluk eğitim kamplarına çekilirken, Şerif yoldaş başında bulunduğu tabur gücüyle bu kez Batı cephesine yönelir. Batı cephesinde mevsim koşulları hala eylem yapmaya elverişlidir. Hareketli tabur gücünü alarak buradaki yoldaşlarına güç, moral, destek vermek, eylemlerde birlikte yer almak amacıyla Gabar'a yürüyecektir. Bir süre Bestler alanında kalarak Eyalet Koordinatörlüğü ile gerekli planlamayı yaptıktan sonra bu alandaki arkadaşlarıyla vedalaşır ve Garisa üzerinden yola koyulur.
Güneş batmaya yüz tutmuş, kendisini yüreğine alacak dağları sarıya boyamıştı. Güneşin ve dağların ahengini kıskanan gökyüzü nasibini alma peşindeydi güneşten. Doğadaki her şey gece karanlığına hazırlık yaparken, o aynı uyumlulukla karanlığın peşine yoldaşlarıyla düşecekti. Gerilla için yeni başlangıçların doğuşuydu karanlıklar. Birçok canlı varlık, yeni gün doğumuyla başlardı yaşama. Gerilla ise karanlıkların çökümü ile başlar yeni bir yaşama.
Sonbahar, yazdan zamanını devralırken, kendi karanlık gecelerini usulca hissettirir. Baharı ve yazı çılgınca yaşamış, sonbaharla beraber ormanlık arazinin esen bir yelle yaprak dökümü bu gerçekliğin adeta habercisidir. Hele bir de gök tanrısı toprak, tanrısıyla buluşmak için çiseleyen yağmuru başlatmışsa, sık ormanlık arazide doğa ve insan mücadelesi bir başka boyut kazanır.
Bu yolculuk esnasında bir savaşçı birlikten kaçar. 'Düşmana gidip bilgi verebilir' endişesiyle yol güzergâhını değiştiren Şerif yoldaş, kendisine oradan gitmemesi söylendiği halde Risor hattından geçmeye çalışır. Oysa birlikten kaçan savaşçı kısa süre sonra başka bir gerilla birliği tarafından yakalanacak ve sorgulanmak üzere Eyalet Karargâhı’na getirilecektir. Bundan habersiz olan Şerif yoldaş Risor hattında ilerlerken, Mıla Kêrê taburunda bulunan tankların termal kameralarınca görülür ve tankların yoğun ateşiyle topa tutulur. İlk ateşle birlikte birlik hemen tedbirlerini alarak siperlere yatar. Ancak Şerif yoldaş, dört savaşçı yoldaşıyla birlikte, bu ilk ateş sırasında yaşamını yitirir ve yüce şahadet mertebesine ulaşarak vatan topraklarıyla bir daha kopmamacasına birleşir, bütünleşir.
Şerif yoldaşın cenazesi diğer yoldaşlarıyla birlikte görkemli bir törenle kutsal vatan topraklarına teslim edilirken, bütün savaşçıları O'nun anısına bağlılık sözü verir.
Evet, Şerif Sperti yoldaş bir köylüdür, bir koçerdir. Ve okul az okumuştur. Dünyayı görmemiştir. “geri”dir. Ama Türk generalleri çok okul okumuşlardır. Ve çoğu general geleneksel olarak askeri ailelerden yahut burjuva ailelerine mensuptur. Özcesi iyi yetişmişlerdir. “ileri”dirler. Dünyayı görmüşlerdir. En son teknik ve eğitim yöntemleriyle askerliği öğrenmişlerdir. Ancak her ne hikmetse savaş meydanlarında bezar olanlar Türk generalleridir. Hâlbuki dünyanın tekniği onların elinde, binlerce asker emirlerinde ve tabii ki dev gibi bir çete ve ajan ağı da onların denetimindedir. Ancak ne hikmetse savaşta hep darbe yiyen generallerdir. Biz ise köylüyüz. Okul okumamışız. Askerliği de dağlarda iradeye ve inanca dayalı peyderpey öğreniyoruz. Ama öyle bir savaş ustasıdır ki nereye gitmiş ise orada gelişmeler yaratmıştır. Her kim ki operasyonlara çıkmışsa bir parçasını bırakıp geri kaçmıştır.
İşte bu bir farktır. Devrimci bir fark. Apocu bir fark. Apoculuk insanı alıp en iyi kalıba dökerek savaş meydanlarında yaratıcı gerillacılıkla tüm savaş bilimlerini alt üst edebilmektedir. Bizde insan faktörü her şeyden önemlidir. Yeter ki insan istesin en kısa zamanda yıllarca eğitim görmüş generalleri kendi iradesel, inançsal ve moral motivasyonuyla alt edebilir. Şerif böyle olan yoldaşlardandı. Burada PKK’nin bir köylüden, bir gerilla tabur komutanına insanı nasıl yükselttiğini görmek açısında iyi bir örnek sunulmuş oluyor.
Yanmak nasıl bir duyguydu veya yakmak nasıl bir yüreğin karıydı? İnsan olmak suç muydu? İnsan olarak insanca yaşamak, insan olduğunu hissetmek çok mu şey istiyordu acaba? Bu bedeller hep böyle ağır ödenmek zorunda mıydı? Biz de, yanan halkımız ve yoldaşlarımız da diğer insanlar gibi nihayetinde insandık ve bunu hissetmek istiyorduk. Oysa insan olmak yakıştırılmıyordu bizlere... İnsan olmak, yakılmak, öldürülmek anlamına geliyordu. Ya insan olma mücadelesi uğruna öleceksin ya da insanlığından vazgeçip amaçsız, öylesine bir hiç olarak yaşamayı, yaşamak diye benimseyeceksin. İşte Şerif yoldaş insan olmak, insanlık kutsal değerleri için onurlu olan direnişi seçenlerden biri olarak hep onu yüreğimizde tutarız.
Ve bir de biz Şerif yoldaşımızı olgunluğu ile biliyoruz. Sosyal ilişkilerinde ki genişliği ile tanıyoruz.
Özgürlük savaşı ilmik ilmik atılan düğümlerin büyüleyici, göz alan nakşı gibidir. Atılan her düğümün bir anlamı, işlenen her nakşın bir ifadesi vardır. Ve bunlar yaşamımızdaki duygularımızın, sevinçlerimizin, acılarımızın, umutlarımızın, aşklarımızın nakışlara yansımasıdır.
Özgürlük savaşımımızın uzun soluklu maraton koşusunda nakışlar ilmik ilmik atıldı. Geleneksel-feodal törelerin çitlerini kırarak özgürlük dağlarına gelmek bir ilk adımdı. Ama bu ilk adımla her şey bitmiyordu. İşte buralarda bu kez kadın yoldaşlarına yoldaşlık yapmaktan ayrıca önemli bir devrimci görevdir. Ve biz Şerif yoldaşın her zaman kadın yoldaşlara yakın durduğunu da biliyoruz.
Biz onu savaşın içerisindeki en sıcak anlarda soğukkanlılığıyla göze batmasıyla biliyoruz.
Ve biz onu müthiş bir pratik uygulayıcı olarak, bir planlayıcı olarak tanıyoruz.
Biz aynı zamanda bir köylü ve koçer kökenli olmasına rağmen onu kendi eğitimini aksatmayan yönleri ile tanıyoruz. Pratikte okuma yazmasını daha fazla geliştirerek kendisini parti ile bütünleştirme çabasıyla tanıyoruz.
Ve biz onu saldırıya geçtiğinde bir şahinin kalkışı gibi biliyoruz. Ve biz onun BKC’yi alarak düşmanın peşine düştüğünü de biliyoruz.
Evet, biz onu her zaman partinin yanında yer alan biri olarak, ihanete ve tasfiyeciliğe karşı duruşuyla da biliyoruz.
Eleştirilecek yönleri yok mu? Belki vardır. Onlar da yoldaşlara karşı yer yer duygusal yaklaşımlarından kaynaklı kimi genç yoldaşların yetmezliklerine göz yumması olabilir. Peki, sizce bu gerçekten bir yetmezlik olarak mı görülecek yoksa geleceğin komutanlarına gösterilen saygı olarak mı ele alınacaktır?
Onu yaşamda tanıyacaksınız. Yaşamda ki sade ve alçak gönüllü katılımını göreceksiniz. Ve siz ilk etapta bir tabur komutanı olduğunu dış görünüşüne bakarak bilmeyeceksiniz. Yoldaşlar arasındaki ilişki, paylaşım, yaşam tümden proletercedir.
Ve siz eğer gerçekten Şerif yoldaşı tanımak istiyorsanız onun, o Botan şartlarında bayan yoldaşlarına gösterdiği nezaketi ve narinliği göreceksiniz. Onlara olan yoldaşlığını göreceksiniz.
Evet, siz onu tanımak istiyorsanız onunla bire bir yaşayacaksınız. Aksi durumda siz yeterince onu tanıyamayacaksınız. Ve biz de yeterince izah edemeyeceğiz.
Ve biz size 1997 yılında Botan eyaletinde en çok emek harcayanların başında Şerif Sperti, Rojhat Bluzeri ve Erdal -Engin Sincer- yoldaşların olduğunu söylersek buna şaşmayacaksınız. Şaşmayacaksınız çünkü halkların kahramanları her zaman yaptıklarıyla bilinirler, ektikleriyle bilinirler. Ve Şerif yoldaş sadece emek ekmemiştir, o yoldaşların ve halkın gönlüne sevgi ve saygı ekmiştir.
Güzel yoldaş seni biz hep anacağız. O güzel, tebessüm dolu gamzelerinle seni anacağız.
Seni o yoldaşlara olan sevginle ve sevdanla anacağız.
Seni ihanete karşı amansız duruşunla anacağız.
Güzel yoldaş seni unutmayacağız ve unutmadık.
Söz sana ki seni Botan’a bir abide olarak tarihe taşıyacağız. Ve ismini altın harflerle tarihin sayfalarına yazacağız.
Söz sana. Söz sana. Söz sana…
Caferi Sori
Şehit Sidar Malazgirt Yoldaş Şahsında Tüm Serhat Şehitlerimizin Anısına...
Biliyorum, onları ne kadar yazsam da yine yetersiz kalacaktır. İsimlerini eylemleriyle efsaneleştirenleri anlatmak, onları bir nebze de olsa anlatmaktan geçtiğini de biliyoruz. Yaşamları, yaptıkları, kavgaları, sevinçleri ve son sözleri ile ustalarımızı yazmak...
Bize yol, bize yoldaşlığı ve de onurlu yaşamı ilk ve son eylemleri ile öğretenleri yazmak... Elbette ki hepsini görmedik ve hepsiyle kalmadık ama hepsinin türküsünü biliyoruz. Her ne kadar destanları farklı mekan ve zamanlarda olsa da söyledikleri aynı türküydü.
Matara dağında Seyfi yoldaş, bir bahar serinliğinde kendisine has, Apoculara yakışır bir şekilde söyleyecekti. Genç Çayan’ı (Haki) ve tecrübeli Bedri arkadaşı dinlemeyecek, son sözlerini Ala ve Evin yoldaşla söylerken Yusuf’u unutmayacaktı. Çünkü Yusuf ona bağlı, ondan büyük olmasına rağmen her zaman ona sadık olacaktı.
Hem savaşçı hem komutan, Seyfi yoldaşı en iyi böyle tanımlayabilirim. ‘93’ yılında Serhat eyaletine geldi. Serhat eyaleti II. Saha Komutanlığında yer alıyordu. Eyalete ‘93’ baharında gelmişti. O’nu en iyi o yılın ortalarında tanıdım. Çemçe’den dördüncü bölgeye giderken beraberdik. Benim için çok güzel bir şanstı, ustalarla yürümek. Bu usta komutan tarihi yazacaktı. Bir yandan acımasız Serhat kışı diğer yandan bunu fırsat bilen düşman. Enver Paşa’nın başaramadığını O başaracaktı. O geçecekti, kimsenin kış ortasında geçmeye cesaret edemediği Allahu Ekber’i... inanın ‘öfkeli çığlığı ve Ararat’ kitabında az anlatılmıştır. Bir direnişin destanıydı, baştan sona kadar. Ve bunun öncüsüydü Seyfi ismi...
Yine ustalarla yürüyoruz. Adını ‘Dırej Ali ‘yazacaktı Ararat. Ahmet Kesip’ten bu yana hiç kimse Agıri ile bu kadar özdeşleşmemişti. Ararat’ın büyüklüğüne de bu yakışırdı. Uzun boyu, komutan duruşuyla Ali Dırej arkadaş her ne kadar Serhat eyalet komutanı olsa da, onu en iyi Gli Dağ’ı anlatırdı. ‘Tanrı sevdam’ demişti, dağların dağı Ararat için ve 24 yoldaşı ile yaralanacaktı, gecenin karanlığına gözyaşlarını dökerek sessizce ağlayacaktı. Hiç bir zaman bu kadar zorlanmamıştı. Sanki o heybetli gövdesi 24 kurşun yemiş gibiydi. Kolay değildi, 24 can gitmişti canından. Direj’di, Ali’ye Direj, Gli Dağ gibi. Heybetliydi, Ararat gibi, mütevazi olduğu gibi. Serhat’ın büyük komutanına da bu yakışırdı. Bir isyan diyarından başka bir başka isyan diyarı Dersim’e giderken şehit düşecekti. Ustalara yakışır şekilde...
Ustaların diyarında ustaları anlatırken, generali anlatmadan geçmek elbette ki olmaz. Serhat dağlarının gerçek ‘gerilla generali’ ... Onun hikayesi herkesten önce başladı. Apocu harekete, Serhat’ta ilk destek veren ve başladığı gibi de tamamlayan sadık bir militandı. Hem halk hem de usta bir gerilla komutanı. Halk içinde en çok tanınan, bilinen ve sevilen usta general, uzun mücadele yaşamını Serhat’ta geçirdi.
Evet, biz bu dağlarda ona General dedik. Ama size Suat arkadaşı yani Tekin Kızılay’ı anlatıyorum. Bir sonbahar günü Çemçe’den ayrıldığında onu en çok Tendürek özleyecekti. Giden bir Generalin ardında Serhat’ta koskocaman bir ordu ayakta.
Ararat kurşun sesleri, isyanlar ve yiğitliklerle tanıştığından bu yana böyle bir savaşçıyı ilk defa görüyordu. Kendinden önceki tüm savaşçıların toplamıydı Ahmet Kesip. Agirî’nin heybetine, asiliği ve öfkesinin büyüklüğüne hiç kimse onun kadar yaklaşmadı. Keskin bir kılıç, hassas bir kleş ve bir yanı Gli Dağ bir yanı da yemyeşil Iğdır ovası. Büyüklüğünü ihanete karşı keskin tavrı ile bir kez daha ispatladığında tarih yazacaktı. Artık bir kahraman vardı, yediden yetmişe herkesin dilinde. Onun destanı çok başkaydı. Kendisine has tavrı ile Apocuların ihanet karşısındaki tavırlarının gerçek ifadesinde yazıyordu. Akrabalarına karşı en keskin tavrı bu şekilde göstermişti. Düşman onu ‘Ağrı dağı canavarı’ ‘kasap Ahmet’ diye yansıtsa da dostları onun gerçek kimliğini biliyorlardı. Bildikleri gibi de unutmadılar asla... Ve ardından gelen yüzlerce Ahmet ile O, Gli Dağı’nın en zirvesinde hep var oldu. Ustaların ustası gibi...
Bir kez daha yolcuyuz. Serin bir akşamın sessizliği ile karanlığa karışınca Xoşfan semalarında bir yıldız gibi tüm Serhat’ı aydınlatacaktı, Akif Yılmaz yoldaş. Direnişin sembolleri, umudun tükenmediği yerden umut, kimsenin bir şey kalmadı dediği yerden genç bedenlerin en zalim düşmana nasıl direnileceğinin gerçeği oldular. Dörtler bunu yazdılar, tarihin sayfalarına. Bir direniş kültürü aşıladılar ardıllarına, bunu canları pahasına gösterdiler. Bunu en zor, en imkansız koşullarda yaptılar. İşte bu Apocu kimlik gerçeğini gösteriyordu. Biz onları görmesek de onların bizi ve bugünleri gördüklerini çok iyi biliyoruz. O kadar iyi biliyorlardı ki, kendilerini hesapsız adayabildiler. Bu büyük duruş karşısında, layık olmaktan başka hiç bir şey bizi affettirmez. Evet, usta yoldaş bugün doğduğun topraklarda, izlerinizde özgürlük savaşçıları bu şiarla yürüyorlar. Sizlerin hiç bir zaman ölmediğiniz slogan ile...
Ya Piro?
‘Onu Olur’un Germencik yaylasından
Onu Gli Dağı’nın Kıre Kor’undan
Bülbüllerin sessizliğinden
Ve yüreğimin isyanlarından sordum.
Kaç bilinmez adres dolaştım,
Geçilmez kaç boğazı,
Aşılamaz kaç dağı aştım.
Sabahın güneşi ile biten sayısız yürüyüşle
Yılmadan yolcu oldum,
Bıkmadan seni sordum
Ararat’tan Bülbülan’a,
İzlerini aradım tüm patikalarda..’
Bir büyük Serhat komutanının daha destanını sizlerle paylaşırken, bir kez daha tüm Serhat dağlarını geziyorum. Büyük devrimcilerin doğduğu Ardahan’ın Göle ilçesinde dünyaya gelir. Mücadelesi henüz kişiliği gerilla olmadan, gerillaya katılmadan başlar. Akif Yılmazların izinde, öncülüğünde şekillenmişti. Turgur YILDIZ (Piro) arkadaş devrimci kültürünü Akif Yılmaz arkadaştan öğrenirken, gerillacılığı da Ahmet Güler’den öğrenecek ve ikisinin bileşkesini kendisinde somutlaştıracaktı. Bu destan bir kez daha ustalar diyarında yazılacak, kısa sürede efsaneleşecekti. Ararat gururla bu usta komutana yol olurken, Bülbülan sonsuz meskeni olacaktı.
İhanet. Bu kavram bizde bir tarih gibidir. Kirli, lanetli tarihin ismi. 14 Kasım şafağında bir kez daha lanetli yüzünü gösterecekti ve 21 yoldaş bir sonbahar günü ihbar sonucu, çevrelerini geceden saran düşman çemberini kırmaya çalışırken, birer birer düşeceklerdi. Düşman, usta komutanın olduğunu bildiğinden tüm gücüyle yöneliyordu. Akşama kadar Serhat tarihinin en şiddetli çatışmasını yaşayacaktı. Ve ‘senin yerinde ben olaydım, kavgada ben vurulaydım’ türküsünü yazacaklardı.
Serhat ustalarından Akif arkadaşı anlatırken, Çiya yoldaşı unutmak olmaz. İlk tanıdığım gerilla komutanlardan olan bu iki insan, bu dağların en eski ve tecrübeli savaşçı kimliğine de sahiptiler. Akif arkadaş ( Nizamettin Işık) Kağızmanlıydı. 1992 yılında Ferhan ve Reşit arkadaşların Tendürek’de şahadetlerinden sonra eyalet koordinesi oldu.’93 yılında yönetim takviyesi ile Akif arkadaş bölge yönetiminde görev alacak şekilde Çemçe’ye geldi. İkinci komutanlık genel cephe sorumlusu olarak ‘93 yılının sonlarına kadar Digor’da çalışmalarda kaldı. ‘93 sonbaharında, kış üslenmesine geçmek için dördüncü bölgeye Seyfi arkadaşla beraber gitti. Güçlü ve otoriter bir komutandı. Zor bir dönemde eyalet komutanı olsa da usta gerillacılığı ile başarılı pratiğe imza attı. İradenin savaşında, bu eski ve tecrübeli yoldaşı da amansız doğa koşullarında yitirecektik. Bir tarih yazıldı kış ortasında, üç bin metreden yüksek dağlarda, metrelerce kar ve çılgın fırtınalara rağmen iradenin savaşı verildi. Karşıda bir düşman değil birçok düşman vardı. Soğuk kış bunların en tehlikelisi olanıydı. Buna açlık ve ihanet eklenince, kurşunla savaşan bir tek düşmanın olmadığı gerçekliği yaşanıyordu. Bir yönüyle bu görünen kurşunla savaşan düşman, daha kolay olanıydı. Adını irade savaşı koyduğum bu pratikte, Apocular sayısız düşmana karşı büyük bedellere rağmen, müthiş bir savaş verdiler. Bülbülan’dan Allahu Ekber Dağlarına kadar direnişle bir kez daha tarih yazılacaktı. Bu pratiğin sayısız kahramanlarından biriside Akif yoldaştı. Usta komutan Xurşit arkadaş da çığda şehit düşecekti. Yılların gerillası sayısız çatışmayı başarı ile yaşamış, hiç birinde bile yere düşmemiş, her defasında kavgayı kazanmış olsa da bu sessiz ve soğuk düşmana yenilecekti. Biz böylesine alışmamıştık. Yaranın ve kanın ölümünü biliriz. Yabancıydık, sessiz ve soğuk ölüme. Hele hele ustalar böyle gitmemeliydi. Bir savaşan için en zor ölüm…
Serhat’lı bir gerilla daha...
Iğdır’ın Xıdır köyünde dünyaya gelir Çiya arkadaş. Serhat’ta gerillaya en erken, ilk katılan gerillalardandı. ‘88-‘89 gerillasıydı. İlk gerilla gurupları ile Hakkari’de pratik yürütmüştü. Çiya (Xelil) yoldaş Kürdistan’ın birçok yerinde gerillacılık yaptı. Anılarını anlatınca çete pratiklerinden Hogır’a karşı en radikal duruşu sergileyen, çok bilinçli olmasa da dürüstçe değerlere sahip çıkan arkadaşların başında geliyor. Dara arkadaş da o zamanlar, Çiya arkadaşla birlikte olduklarını ve böylesi bir duruşun sahibi olduğunu anlatırdı. Hatta Dara arkadaşı kurtaran Çiya arkadaştı. Güçlü fiziki yapısı, askeri tecrübesi Çiya arkadaşın en belirgin özelliği olurken, dürüstlüğün, sade, doğal duruşun da temsilcisiydi. Serhat’ın arazisini çok iyi bilirdi. Ağrı Dağı’nı, Kıre Kor’u, Çemçe’yi ve Sinegay’ı iyi tanıdığından gerillacılığı da en iyi uygulayan Serhat komutanlarındandı. Uzun bir süre Gli Dağı’ında kaldıktan sonra, ‘93 baharı ile birlikte Çemçe’ye geldik.’93 sonbaharındaki operasyonla, Aşık Dede’de yapılan düzenlemeyle bir gurup arkadaşla tekrar Gli Dağı’na gitti. Aslında Gola Seyida’daki üslenmemiz ele geçtiğinden dolayı, gücünde fazla oluşu böyle bir düzenlemeyi zorunlu kıldı. Çiya arkadaşın komutasındaki Gli Dağı giden grup ‘93-‘94 kış pratiğinde, düşmanın ‘94 operasyonları ile yönelmesi sonucu deşifre olmasıyla Dambat’a geri çekilme yapıldı. Serhat için o kış çok çetin geçmişti. Yoğun operasyonlar kendisiyle yoğun çatışmalı bir ortam doğurmuştu. Ararat’taki çatışmaların en aktif komutanı Çiya arkadaştı. Engin tecrübesi, arazi hakimiyeti bu usta komutanı, tüm savaş ve çatışma ortamında oldukça belirgin bir konumda tutuyordu.
Asıl savaşanlar suskundur
Dırej Ali’yi deviren olay mı, çatışma mı, savaş mı yoksa katliam mı diyeyim. İnanın yoldaşlar 13 yıl geçmesine rağmen ben de bilmiyorum ne diyeyim. İşte bu gurupta Ali arkadaşın çok sevdiği Çiya arkadaş da vardı.
‘94 baharında büyük bir coşku ve moralle sınırı geçmişlerdi. Kahpe tank pususundan habersiz, grup hızlı bir şekilde ilerliyordu. Bu normal bir pusu değildi. Bu önceden planlanmış, tanklarla atılmış bir pusuydu. Grup içlerine girince dört bir yandan tanklarla saldırıyorlardı. Sanki karşılarında tanklar varmış gibi. Bu hangi savaş kuralına sığar. Vahşet ve barbarlık değil de nedir? Buradan kurtulan Berçem arkadaşın anlatımı ve anlatırken ki yüz ifadesi hala gözlerimin önüne geliyor. Tankların ezdiği ve parçaladığı 24 can…
Hallac önlerinde Çiya yoldaş da yer alıyordu. Düşman bu vahşetini, güneşin görmesine izin vermeden gece temizlemişti. Ama bunu Ararat biliyordu. O bu vahşeti kanlı gözyaşları ile baştan sona kadar izlemişti. Oysa az kalmıştı. Ona ulaşsaydılar, herkesten önce o buna müsaade etmezdi. Tankların böyle savaşçılarını katletmesine yol vermezdi. Usta komutan Çiya arkadaşla birlikte yüreğinden 24 can, 24 parça kopmuştu. Bu büyük kayıpla tüm Serhat sarsıldı. Ama iki kişi vardı ki adeta yıkılmış gibiydiler. Bir de Direj Ali, bir de yüzyıllardır özgürlüğe hasret Gli Dağı, şöyle diyorlardı “Çiya ket nav çiya.”
Ustalar kervanı ile Serhat yürüyüşümüze devam ederken, ustaların en yaşlısını bu sefer yazıyorum. Kendisine “Sersipi” derdik, çünkü Serhat alanın en yaşlı gerillasıydı. Yusufê Serspi büyük bir gerilla, candan bir yoldaş ve bir de babaydı. Yusufê Serspi (Naif) arkadaş, Mardin’in Kerboran ilçesinde dünyaya gelir. Mardin’de ilk kapısını ve yüreğini özgürlük mücadelesine açanlardandır Yusuf yoldaş. Aktif milislik yaptığı süreçte dahi büyük özgürlük aşkına yeteri kadar cevap olmadığını söylüyordu. Düşmanın baskı ve zulmüne en iyi cevabın gerilla olmaktan geçtiğini her geçen gün daha iyi anlıyordu. Botan ile başladıysa da, O’nun gerillacılığı eskilere dayanır.
Botan’dan önce Bagok O’nu çok iyi tanırdı. 1988 Bagok çatışmasının, direnişinin aktif savaşçılarındandı. Bagoklar da efsaneleşmişti. Yusuf arkadaşın gerillacılıktaki hakimiyeti, askeri yeteneği bu savaşta belirginleşmişti. Çemçe’de özellikle akşamları ateş etrafındaki sohbetlerimizin başlatanıydı. En büyüğümüz olması itibariyle Yusuf arkadaşın anıları tüm sohbetlerimizin konusuydu. Özellikle ‘88 Bagok çatışmasını anlatınca sanki o anı tekrar yaşarcasına söylemesi hepimizi o ana götürürdü. Yaşam ve mücadele tecrübesinin sınırsızlığı ile çevresine verme isteği, Yusuf arkadaşı ARGK’nin canlı bir tarihi olarak anlatmak yanlış olmayacaktır.
Gerilla kurallarında Yusuf arkadaş çok büyük bir ciddiyete sahipti. Usta komutan, savaşı iyi bilenlerdendi. Bundan dolayı yaşamsal kurallarda tavizsizdi. Hatta Yusuf arkadaşın bu kuralcılığı arkadaşlara espri konusu bile olmuştu. Aşık Dede’nin büyüklüğüne, hakimiyetine çok bağlıydı. Hep şöyle derdi: ‘Em pişte xwe bidin Aşık Dede kes nikare bi me. (Aşık Dede elimizde olsun kim gelirse gelsin)’ Aşık Dede’den iki saatlik uzak noktalarda bile Yusuf arkadaş tepecileri kesinlikle oraya gönderirdi. Bu konuda bir anısını anlatmak istiyorum: Dördüncü bölgeye giderken, Sarıkamış ormanlarında kaldıkları bir noktada, arkadaşlar nereye tepeci çıkaracaklarını tartışırken, herkes görüşünü söyler, Yusuf arkadaş sessiz Aşık Dede’yi düşünmektedir. Onun bu sessizliğini yardımcısı Malazgirtli Ali arkadaş çok iyi bilmektedir. Kısa bir sessizlik sonrası Agit arkadaş ‘Aşık Dede’ye tepecileri göndermeyelim mi” diye sessizliği bozunca Yusuf arkadaş dahil herkes gülmektedir. Tabi kaldıkları noktadan Aşık Dede dört beş gün uzaktadır.
Uzun süre dördüncü bölgede kaldı. Dördüncü bölge, Serhat’ın ormanlık bölgesi olduğundan burayı oldukça sevmişti. Çünkü daha önce gerillacılığı, Botan ormanlarından geçtiğinden dolayı yabancılık çekmedi.
İhanet bir kez daha tarih sahnesine çıkarken, direnişin de zirvesi yaşanacaktı. İşte bu usta komutanı, en iyi biz direnişin öncüleri olarak tanıyacaktık. İradenin savaşını, bu usta komutan pratiğinde ilerlemiş yaşına rağmen en genç arkadaştan daha canlı ve atik olduğunu yine hayretle izleyecek, en büyük moral ve güç kaynağımız olduğunu görecektik. Yusuf arkadaşında destanı diğer tüm usta komutanlarımız gibi son pratikleri ile zirveleşmedi, onlar sadece son destanları ile efsaneleşmediler. Tüm mücadele yaşamları sayısız destanlarla dolu. İşte Yusuf arkadaşın da destanı Matara Dağı’nda başlamadığı gibi orada da bitmedi. Ama Matara Dağı bunun zirvesiydi. Seyfi arkadaşla çok sevdiği komutanı yazacaktı. Düşman çevrelerini sarmış, tabi kim olduklarını bildiği için de çok büyük bir güçle yönelmişti. Aslında çemberden çıkmaları o kadar da zor değildi. Çünkü o gruptaki bütün arkadaşlar yılların savaş tecrübesine sahiptiler. Onlar, onlarca çemberi yarıp çıkmış komutan ve savaşçılardı. Ama birisi vardı ki belirleyici olandı. Onun isteğiyle Bedri, Abdurrahman, Haki ve Pelçin arkadaşlar çemberden çıkmışlardı. Bedri arkadaşın tüm ısrarına rağmen O gitmeyecekti. Aslında O’nun da amacı yoldaşlarını çıkarıp, kalmaktı. Bedri arkadaştan sonra giden Yusufê Serspi arkadaş yolda anlayacaktı. Çünkü Seyfi yoldaş, Yusuf yoldaşın çağrısına da cevap vermemişti. Evet, Seyfi yoldaşın gitmeyişi demek Yusuf’un da gitmemesi demekti. Kurşun yağmuru altında gittiği yerden tekrar oraya, Seyfi yoldaşın yanına geldi. Seyfi yoldaşla sessizce bakıştılar. Şimdiye kadar sürekli, tüm pratiklerde birlikte olan yoldaşların birbirilerini bırakmamaları bu sessiz bakışmaları en iyi ifade eden davranıştı.
Yoldaşlığın bu eşsiz örneği bir bahar sabahında Matara dağında böyle yazılırken, Bogok’un efsanesi Serspi komutanı Seyfi yoldaştan sonra şehit düşecekti. Ve düşerken, Aşık Dede’ye gözleri takılacaktı.
Anıları mücadelemize ışık olacaktır…
Şehit Sidar Malazgirt
Rojhat Şwetê (Abdulaziz Varış) Yoldaşın Anısına
Rojhat Şweti yoldaş 1989 yılında bir nevi gönüllü askeri kanunla PKK saflarına katılır.
Gençtir hem de çok genç. Muhtemelen yeni ortaokulu okurken saflara alınacaktır. Onu saflara büyük komutan otomatik Mervan yoldaş alacaktır. Köyde katılımlar olacaktır. Bu katılımlar ailesine yorumlanacaktır. Ve rahatsızlıklar yaratacaktır. Bunun üzerine arkadaşlar gelip aile ile konuşacak ve bir gençlerini devrime vermelerini isteyeceklerdir. Ve ailesi hiç tereddüt etmeden en büyük oğullarını devrime vereceklerdir.
Otomatik Mervan, saflarımızda en kısa bir zaman diliminde en üst düzey yönetim kademelerine tırmanan yoldaş olarak bilinir. O yoldaşlığı ile bilindiği gibi, yerinde durmayan ve atik olarak ta bilinir. O hiçbir konuda sessiz kalmayan biri olarak parti çizgisine karşı gösterdiği sorumluluk gösterme açışından da örnek bir kişiliktir. Örneğin o henüz takım komutanıyken o dönemler PKK merkezde yer alan tasfiyeci Zeynel’in arkadaş yapısına karşı içine girdiği ters yaklaşımlara müdahale etmek için kışın ortasında karlı bir havada Cudi’den Haftanin’e gelerek Zeynel’i tutuklayacak ve bu unsurun yaptıklarını örgüte bildirecektir.
Evet, otomatik Mervan yoldaş böylesine cıvıl cıvıl olan bir yoldaştır. Onu tanıyanlar onu bir daha unutmayacaklardır. Onun yoldaşlığı kolay kolay unutulacak bir durum değildir.
Yıllar sonra biz Rojhat Şweti yoldaşı, yoldaşlığı ve ilgili olmasıyla tanırken belki de bu özelliğini ilk olarak otomatik Mervan yoldaştan aldığını söylememiz yanlış olmayacaktır.
Dediğimiz gibi o Şwetlidir. Mıntıka olarak Revanganlıdır. Her tarafı Uludere’nin tümü gibi dağdır. Köyün arkasında Çiya Şweti vardır. Zirvesinde Kavlé Şex Salih bulunuyor. Güzel bir köydür. Belki de Uludere alanının en çok ziraat sahasına sahip köyüdür. Bol meyvelerinden söz açmamıza gerek yok. Çünkü burası aynı zamanda bir meyve cennetidir. Köyün ortasında akan Şwet suyu, köyün yukarısında dağların derinliklerinde yukarılara fışkıran bembeyaz Seri Kaniya Şwet'ten gelir. Köyün ortasında gümbür gümbür aktıktan sonra gidip Roborski suyuna katılarak oradan Hezile akar. Sizde Hezil'in önce Xabur suyuyla buluşacağını bilirsiniz ve ardından da gidip bir nevi yeryüzünün cenneti olan iki nehrin arasındaki memleketlerden -yani Mezopotamya’da- çıkan Dicle’ye akar, oradan ta Basra Körfezi’ne kayarak deniz sularına ve peşi sıra ise Hint okyanusuna damıtır kendisini. Yani Şwet suyu deyip geçmeyin.
Rojhat yoldaş Fakan Bavekın’dandır. Fakan ise Uludere’de bir nevi dine yakın duran Feqé kurumundan ileri gelir. Ve Fakanlar Uludere’nin genel köylerine yayılmışlardır. Ancak Fakanların en etkili ailesi Rojhat yoldaşın ailesidir. Daha doğrusu onun dedesidir. Yani Mele Abdülaziz’dir. Çevrede ekonomik durumu kötü sayılmaz ve çevrenin en eli açık ve cömertliği bilinir. Onun yurt sevgisini de kimse tartışamaz. Atatürk zamanında çeşitli olaylara katılmışlardır gerekçesiyle toplam 7 ileri gelen infaz ettirilmek için götürülürken üçü Mele Abdülaziz’in kardeşleridir.
Rojhat yoldaşın babası Şex Ahmet’tir. O da saygındır ancak esas saygın olan dedesidir. Ve o küçük iken hep dedesinin yanında kalacaktır. İlkokulu okuyacaktır. Ev’in büyüğüdür. Üç bacısı ve üçte kardeşi vardır.
Bilinmez ama Rojhat yoldaş Botanlı olup çok Botanlılara benzemeyen bir kişiliktir. Botanlılar savaşçıdır, girişkendir, direngendir ama biraz dardırlar, erken kinlenirler, feodaldirler, deyim yerindeyse saflarda erken bireyleri bastırabilirler, erken ağalaşırlar ve hafiften kendilerini biraz beğenirler. Elbette PKK saflarında bu özellikleri aşan militanlar çok olmuştur. Ancak hiç biri Rojhat arkadaş gibi değildir.
Rojhat olgundur. Sakindir. Daralmaz. Erken kızmaz, kızdığında ise yüz hatlarındaki gerilme onun ne kadar utandığına işarettir. Onda küfür yoktur. O hep güler. Mütevazıdir. Sigara içmez. Toplumda kötü huy diye bilinen tek bir huyu yoktur. Onda büyüklük taslama yoktur. Kendini konuşturmak yoktur. Bastırma yoktur. Özcesi o ayrı bir kişiliktir. O sevginin ve sevilmenin kaynağı gibidir.
Dediğim gibi bu özellikleri ağırlıklı olarak dedesinden alacaktır. İnsanla ilgili olmayı ondan almıştır.
Rojhat yoldaşın kalacağı ilk saha Haftanin alanıdır. Genç olmasından kaynaklı önce adım adım deneyim kazandırılması gerekiyor.
Belki de saflarda hep ilk günün ki gibi kalan ender yoldaşlardan bir tanesi de Rojhat yoldaştır. O yıllarca saflarda kalacak ama hep o genç yüzünü koruyacak, o güleçliğini tazeleyecek, o mütevaziliğine karışmış hafiften utangaçlığıyla hep en çok sevilen biri olacaktır. Siz onu bir bölge komutanı olarak da görseniz, bir savaşçı olarak da görseniz o hep yeni katılan bir militan gibi coşkulu, heyecanlı ve sıcakkanlıdır. Onda akıp giden her yeni gün yeni bir gelişme ve yeni bir militanlıktır. Siz onun bir gün yüzünü ekşittiğini görmezdiniz. Çünkü o onun uzun, ulvi, narin boyu ve o yakışıklı mı yakışıklıklı güleç yüzüne yakışmaz da ondan.
Evet, o Haftanin alanındadır. Ve 1992 yılına kadar da Haftanin ve Uludere hattında çalışacaktır. O zaman bu sahada iki takımlık güç vardır. O da bu takımlardan birisinde yer alır.
O ’91-‘92 kışında manga komutanı olacaktır. Artık o deneyim kazanmıştır. O artık genç bir komutandır. Yıllar sonra tabur komutanı olsa da hep genç kaldığı gibi.
Ve o bir Kürdistan baharına açılacaktır.
İlk kez Kürdistan baharının içindeydin; her Kürdistan baharının içinde ilk kez olunur. Bu ülkede yüz yıl yaşamış olsan da, her baharda ilk kez olursun; çünkü oluşursun; çünkü Kürdistan baharı içinde her şey yeniden oluşmaktadır. Bir sonsuzluk kadar uzun sürmüş bir kıştan sonra, her şey ölümden dirilmektedir. Bunun için, binlerce yıldır öldürülmek istenen bir insan tipi, her Kürdistan baharında yeniden oluştuğu için, hala diri kalabilmiştir. Senin ulaştığın dağların sana verdiği duyguyu tanıyor gibiydin, değil mi? Gibi değil, gerçekten tanıyordun onu. Çünkü Kürdistan baharı bir kadının kişiliğindedir; henüz doğmakta olan, henüz oluşmakta olan bir kadının kişiliğindedir. Kendisiyle her şey arasında doğrudan, kendisiymiş gibi bir ilişki vardır da ondan. Her şeyi içerir bahar; yaşama ilişkin olan her şeyi. Ve zaman yıkıcı ateşiyle yüklenmeye başladığında, bağrındaki her diri öğeyi, ertesi bahara yeniden diriltmek üzere tohuma çevirir. İşte o güzel ‘92 baharında, senin Kürdistan içinde bir tohum oluşun gibi. Bir tohumdun, ve olgunlaşarak, sertleşerek, kayalarda, uçurumlarda sınanarak, rüzgarın isteğine bırakılacaktın. Rüzgar seni nereye götürürse, orda yeşermesini bilecektin. Çetin yaz mevsimlerinde doruklarda dolaşacak, kışın yeraltına savrulacaktın. Baharın içindeydin ama böyle gerçekleşmen için senin içinde bir bahar olması zorunluydu. Çünkü her tohum baharda yeşerirken, yeşeren onun kendi içindeki bahardır. Hayat çünkü böyle süreklileşebilir.
Ve o genç bir hayatı böyle süreklileştirecektir. Ancak ilk önce o ona söyleneni ağırlıklı yapacak ve deneyim kazanarak gelişecektir. Ve bir ara yeni yapılmak istenen Nirve Karakolu’na o ile kimi milisler gidip TNT yerleştirerek 3 binayı da havaya uçuracaklardır. Bu mart ayıdır.
1992 baharında kapsamlı bir eyleme katılacaktır. Bu eylem tarihe geçmiş olan Nirve yani Taşdelen Karakol baskınıdır.
Bu eylemde birçok sonra da gelişecek komutan yer alacaktır. Bu eylemde yer alan bazı kol komutanları; Ekrem Merge, sonra da Avrupa da şehit düşecek olan Orhan Por Spi, Herekol, Karker Mijin, şehit Harun Guyi, Ferhate Sor, Kerime Şeleruti, Eşref Hilali arkadaşlardır.
Ekrem yoldaş artık manga komutanıdır. O Taşdelen ile Kıror karakolları arasında bulunan yere pusu atacaktır. Ve burada ona verilen görevi o yerine tam getirecek ve düşman ile çeteleri pusuda vuracaktır.
Bu eylemde 12 çok değerli yoldaş şehit düşecektir. Aklımızda kalan yoldaşlar; Şervan Nevre, Çırav Amed, Xurşit Mijin, Nizar Bilehi, Xebat (Küçük Güneyli), Cudi Mardin, …
Bu eylem belki de parti tarihimizin en görkemli eylemlerinden bir tanesidir. Bu karakol yerle bir edilecek ve etrafta ne kadar mevzi var ise kaldırılacaktır.
Bu eylemde toplam 37 silah kaldırılacak. Düşmanın deyimiyle 80 askerleri ölecek ve 7-8 askerleri kurtulacaktır. Bu silahlardan 5 adet MG–3, 3 adet A–4, 2 esir asker, çok sayıda askeri malzeme ile bir kurt köpeğini de arkadaşlar tepeden alıp geleceklerdir. Bu eylemde yaklaşık 140 roket kullanılacak ve adeta taş üstünde taş bırakılmayacaktır.
Bu eylemin tarihi 15 Mayıs 1992’dir.
Kürt kişiliği yer yer bir arkadaşın deyimiyle “acayip bir kişiliktir.” Bu etkili eylem ardından düşman elbette birçok karakolun yeniden güvenlik ve savunma sistemini gözden geçirecektir.
O 1994 yılında bölük komutanlığına terfi eder ve o artık genç de olsa o savaşkanlığı, fiziki üstünlüğü, inceliği, sadeliği ve olgun duruşuyla hep dikkatleri üzerine çekecektir.
Bir taburluk gerilla gücü Kela Memê’dedir. Düşmanı arkadaşlar fark eder. Ancak düşman kendisini vadiye bırakarak Şiriş Köyü’nü yakar. Ne var ki düşman taktik yapmıştır. Dere Hine tarafından gelen düşman arkadan tekrar Kela Memê’ye çıkmış ve arkadaşları kuşatmayı hedefliyor. Sabah erkenden tepeciler askeri görecek ve sıcak bir temas yaşanacaktır. Arkadaşlar daha altlarda bulunan lojistik takımını da yardım için isteyeceklerdir. Ancak sonra da ortaya çıkacak ki buna ihtiyaç olmayacak. Çünkü bir taburluk güç düşmana yönelecek -ve bu arada şiddetli yağmurdan-faydalanarak düşman iyice hırpalanacaktır. Bu çatışmada arkadaşlar kısa bir sürede 18 cenazenin üstüne gideceklerdir, bir asteğmeni esir alacaklardır. Ki bu asteğmen bir yıl yanımızda kaldıktan sonra çatışmada kaybettiği gözünü parti tedavi ettirecek eve gidebileceğini de ona söyleyecek ancak o Parti’ye tüm istemi ve bilinciyle katılacaktır. Yine bu eylemde A–6, 7 adet G-3, bir katır dolu cephane, MG–3 ve bir sürü başka askeri malzemeye de el konulacaktır.
Başka bir keresinde düşman tekrar Kela Memê’ye operasyona çıkacaktır. Düşman Şanster de 7 gün kalacaktır. Arkadaşlar bu düşman gücüne eylem yapmak isterlerken düşman burayı bırakarak Mijin köyünü yakmak için vadiye kendini bırakıyor. Arkadaşlar Kela Memê zirvelerinde başlayarak Mijin'e kadar çok kere üst üste vuracaklardır. Onlarca düşman askeri burada ölecektir. Bir Karnas ile bir tabanca kaldırılacak ancak düşmanın çok yoğun saldırı helikopterini kullanmasından dolayı arkadaşlar daha fazla düşmanın cenazelerinin üstüne gideMemêkteler.
Düşman o yıl arkadaşları burada sökmekten ısrarlı görülmektedir. Bu kez arkadan yani Jirkiler tarafından düşman Kela Memê’ye yüklenecek kendince kuşatacak ancak gerillalar başta Rojhat yoldaşın komutasında her yerde düşman kollarını vurarak Kela Memê’ye çıkmasını engelleyeceklerdir.
Bir ayda düşman o yıl Kela Memê’ye 7 kez operasyon yapacaktır ama her seferinde fiyaskoyla ve büyük zayiatlarla gerisin geriye gidecekti.
Böylesine bir operasyonda bir asker kendi gücünden kopacak acıktığı için Hilal’e inecek Hilal kadınları onu esir alarak düşmana teslim edeceklerdir.
Eylül ayında iki kez Suvaré Hine’de bulunan çete ve düşman güçlerini iki kez vuracak bir keresinde A–6 Doçka silahını kaldıracaklardır ve esir alınan çeteleri arkadaşlar bırakacak ve bu tepeyi sonra düşman tutmayacaktır.
Belli bir gelişmenin ardından o 1994 yılının sonlarına doğru Önderlik sahasına gidecektir. Orada belli eğitim ardından kendisine güveni daha artacaktır. O artık yeterli düzeyde eğitim de almış olacaktır. Evet, o gençtir ancak artık daha büyük sorumluluklar almak için hazır hale getirilmiştir.
O bu eğitimin ardından tekrar Botan’a dönecektir. Önce Besta’ya eyalet komutanın bulunduğu yere gidecek oradan da düzenlenmesi Beytüşşebap alanına yapılacaktır. Bu yıl tüm güçler için zorlu bir yıldır. Düşmanın yoğun yüklenmelerinin yanı sıra Bişereş eyleminden dolayı neredeyse tüm eyalet yönetiminin görevden alındığı bu süreç altyapı açısından da zorlu bir süreçtir. Bir çıkış olarak Dime Karakolu ve 3 tepesine yapılan saldırı gerçekleştirilecektir. Bu eylem başarılı olacaktır. Ancak genel anlamda bu yıl sönük geçecek olan bir yıldır.
O ’95-‘96 kışını Haftanin alanında geçirecek ve ardından baharla birlikte hareketli birlik olarak Gürpınar alanına geçecektir. Bu yıl birçok eyleme imzasını atacaktır. Yol kesmeler, vergilendirmeler, mayınlamalar derken alanı adım adım dolaşacaklardır. Eyaletin onların önüne koyduğu görev Gürpınar alanını tanımak ve gelecek için hazırlık yapmaktır. Çünkü gelecekte buralara açılımlar yapılacaktır. Rojhat yoldaş bu görevini fazlasıyla yerine getirecektir. Birçok çatışmaya girmesine rağmen tek bir kayıp vermeden geri Besta’ya oradan da tekrar Haftanin alanına gelecektir.
O kışın yapılacak olan Kerya Reş kuşatmasına katılacaktır.
Nitekim 1997 yılının Ocak ayında yapılan eylem bir yeni sürecin yeni başlangıcı olacak. Yaklaşık 400 arkadaşın katılacağı eylem dönemin yeni taktiği olan işlenmiş araziye dayalı kapsamlı eylemlilik sürecidir.
Hedef sınır üstünde hemen Cudi’nin dibinde Hezil Suyu’nun üstüne tahkim edilmiş Kerya Reş’i vurarak düşmanı araziye çekerek, arazide ezmek yeni sürecin başlatılması anlamında önemli olacaktır. Nitekim ne kadar büyük silahlarımız varsa; Doçka, havanlar, katyuşalar, füzeler, bomba atarlar derken kapsamlı plan üzerine saldırılar başlatılır. 7 gün karakol kuşatılır. Büyük silahlarla vurulurken adeta dört tarafı kuşatılmış karakolun etrafında ki pusularla düşman perişan edilir. Eni sonunda düşman fark edecek ve araziye çıkmayı yasaklayacak ancak kuşatılmış askerler için kuşatma ve çemberler ölümün ta kendisi olacaktır.
Birkaç gün kendi başlarına kalarak irtibatsızlık ve ölümü şahdamarında daha yakın hissederek yaşamak. Evet, gelecekte yaşanacak olan Kürt Sendromunu yaratan durumlardan bir tanesi de bu eylem olacaktır. Düşman uçak, kobra, her türlü teknikle yine saldırıya geçse de boştur. Yapılan yapılmıştır. Bir ara Zaxo'ya indirme yapan düşmana arkadaşlar vuracak ve bir sürü malzeme kaldıracaklardır. Tüm bu kuşatma sürecinde Rojhat Şweti yoldaş Tepe Bézenike tarafında katılacaktır ve o tecrübesine yeni tecrübe katacaktır.
Ve tekrar Kela Memê yani düşmanın deyimiyle Kel Mehmet dağlarındadır. Buraların zirveleri çıplak ancak etekleri dört tarafıyla ormandır.
Dimdik hırçın duruşuyla mavi gökyüzüne meydan okurcasına bir duruş eyler Kela Memê Dağları. Kucak açan gökyüzü maviliğinde bulur mutluluğunu. Uzaktan bakınca bu dağlara, insanın yüreğine tatlı bir ürperti düşer o an ama bir o kadar da umut eker insanın yüreğine hırçın ve asi duruşuyla. Eteklerinden, zirvelerine doğru çok ayrı ve iç içe bir görünüm oluşturur. Bir ressamın bile büyük bir çabayla yaratamadığı güzel bir görünüm. Rengârenk çiçeklerle süslü eteklerine yükseklerden dökülüp gelen gele Tırşine Suyu ile güney yamacında diplerde akan Mijin Suyu ayrı bir canlılık ve renk katar. Ve neredeyse bir mevsim boyu akar yükseklerden derinlere karların erimiş suları. Büyük bir özlem, tutku, hasret ve umut ile tek bedende birleşen bu sular koca bir saflığın ve temizliğin adı olur. Bağrından dökülüp geldiği dağların adını alır. Dağlardan -ki dört tarafı çepeçevre dağdır- büyük yaşamlar yaratır. Her canlının yaşam kaynağı, sevinç, mutluluk ve özgür yaşamın adı olur. Asi duruşlu, hırçın, bir o kadar da renkli Kela Memê Dağlarının etekleri böyle bir canlılığı bağrında taşırken, daha üstlere doğru ayrı canlılıkla biçim değiştirir. Kılıç ağzı keskinliğindeki kayalıkları kat kat üstlere doğru yükselir. Yer yer kümeleşen rengârenk çiçekler daha çok kendisini renklerine ayrıştırarak sadeleşir. Bu sadelik tabiat ananın ahenkle dans eden gizemli elleriyle olur. Yayla çiçekleri renkleri ile ayrı bir görünüm katar. Bu içler ürperten kayalıklara daha üstlere bakıldığında sınırlanan renklilik tek bir renkle yansır. Beyaz sadeliği ve temizliği içerisinde barındıran beyaza bürünür, bu dağların başı... Kimi zaman kalın bir sis bulutu biter, kimi zaman ise beyaz kar örtüsü ile yetinir. Kimi insana göre bir gelin, kimine göre ise bir yaşlı anayı anımsatır. Ve kimine göre ise, kutsal tanrıçalar topluluğu, kimine göreyse de şanlı yıldızıyla yani Şanster ile de yıldızlarla boy ölçüşür. Ve elbette sonuçta herkes görmek istediği gibi görür.
Bu görülen, sadece bir dış görünüm. İçinde sakladığı mücevherleri görünce insan cennette yaşıyormuş hissine kapılır. Bazen bir şarkı olur, bu tadılan güzellikler ama en çok da anaların çocuklara söylediği ninniler olur. En güzeli de bu ninnilerle büyür çocuklar. Kayalara vurarak dökülüp gelen karların beyaz köpüklü hırçın suların sesleri, acı çeken bir yüreğin çığlık sesi gibi karışır, kuş seslerine. Ya mis kokulu yayla çiçeklerinin baş döndürücü kokusuna ne demeli. Bir ananın süt kokusu nasıl sararsa çocuk tenini, öyle sarar insan ruhunu. Bir tarih gibi dimdik gövdesine ne demeli... Bir an bile eğilmez zulmün karşısında. Bir ömrü yudumlar gibi adımladığında bu kayalıkları, tek seçeneğin vardır. Bu yolu seçmiştir ve sormuştur sana. “Tek yaşam yolum var” dedirtircesine. Bir tek yürek sesi gibi, bir tek yaşam yolu. Gidiş de, dönüş de tek bu yolda olur. Her ayağını çarptığında bıçak gibi keskin taşlarıyla, bir acı gerçeğin daha farkına varırsın. Çıktığında yüksekliklerine bu kayalıkların bir çoban kaval sesi ile alıp götürür bir türkü seni. Özlem duyulanların hayalleriyle yaşarsın. Her dağ Kela Memê ile dost yaşar. Kimileri benzeri bir duruşla konumunu belirler. Kimi daha fazla kendisine özgü bir katılımla bütünler bu dağ silsilesini. Ve eğer Guyilerin sertliğinde bahsedilecekse önce buralarla kendini kıyaslamalı ve buralarla boy ölçüşmeli…
1998 yılında O, Kela Memê’de bir bölük güçle kalacaktır. Xelil eski Eruh yoldaş ve Serhat Erkendi yoldaşlar da takım komutanlarıdır.
Düşmanın çok özel yüklendiği bir yıldır. Botan adeta baştanbaşa 1990’lar gibi 1994’ler gibi yeniden işgal edilmek istenmektedir. Ancak bu kez çok yoğun donanmış teknikle bu yapılmak istenmektedir. 1997 yılında Botan da özelde Hakkâri ve Çatak’ta yapılan araziye dayalı düşmanı felç etme denemeleri kısmen de olsa başarılı olmuştur. Gabar eski klasik ancak yeni geliştirilen eylem taktikleriyle önemli başarılar sağlayacaktır.
İşte düşman 1998 yılında olası geliştirilecek Zozan seferlerini ve kapsamlı eylem taktiklerini boşa çıkartmak için baharın başlangıcından kapsamlı saldırılara başlayacaktır. İlk saldırısı 11 Mart’ta yapılacak ve ikinci saldırısını da 10 Nisan’da başlatacaktır. İlk operasyon 7 gün sürerken ikinci operasyon daha uzun sürecektir. Sonuç itibariyle düşman her tarafa yoğun yüklenerek sonuç almak istemektedir.
Rojhat arkadaş Kela Memê ve Uludere sahasını iyi bilen biridir. O Uludere’ye bir randevuya gidecektir. Operasyon bilgisini alır. Arazide düşmanın bir timi görüntü alacaktır ve o cihazla noktalarını değiştirmelerini isteyecektir; bölüğün Kel Bucuké’ye alınmasını söyleyecektir. Ancak nedeni bilinmez ama yaşanan bir duyarsızlıktan dolayı arkadaşlar yerlerini değiştirmezler.
Nokta Şıkerok’ta yaklaşık 7 gün kalmıştır bölük. Muhtemelen düşman istihbarat ta almıştır. Arkadaşlar Dola Baharé’de kalıyorlar. Saat 11’e kadar bir şey yok. Ancak o saatten sonra düşman tepecilerin görüntüsünü alacak önce tepecileri sonra da noktayı kobralarla vuracaktır.
Burada çok değerli 9 yoldaşı şehit edecektir. Takım komutanlarından Xelil ve Serhat yoldaşlar da şehitlerin içerisinde yer almaktadırlar. Rubar isminde Mijin'li bir arkadaş ta esir düşmanın eline geçecektir.
Bu kayıplar ardından Rojhat yoldaş görevden alınacaktır. Ancak sürdürülen soruşturmalar sonucunda onun duyarsız yaklaşmadığını ancak bazı yoldaşlara durumu aktarmasına rağmen gerekleri yapılmadığı için çatışmaların yaşandığı tespiti yapılır.
O Ağustos’ta yapılan eyalet toplantısıyla birlikte tekrar görevinin başına geçer. Ancak Haftanin de yaşanan sorunlar vardır. Boşluk vardır ve o oraya bölge komutanı olarak atanır.
İlk iş buraya çeki düzen vermektir. O bunu hızla sağlayacaktır. Bu düzeyde görev alışı ilk kez oluyor.
Sonbahara doğru ilkel milliyetçilik çok yoğun TC ile kol kola Haftanin alanına operasyonlar yapacaktır. Ve operasyonda yaklaşık 10 silahı düşman üzerinde kaldıracaktır. Ve gerillanın güzel bir sonbaharı da gelecek ve geçecektir.
Sonbahar, yazdan zamanını devralırken, kendi karanlık gecelerini usulca hissettiriyordu. Baharı ve yazı çılgınca yaşamış, sonbaharla beraber ormanlık arazinin esen bir yelle yaprak dökümü bu gerçekliğin adeta habercisiydi. Hele bir de gök tanrısı toprak tanrısıyla buluşmak için çiseleyen yağmuru başlatmışsa, sık ormanlık arazide doğa ve insan mücadelesi bir başka boyut kazanırdı. Xantur alanını bu halde görmek, sürekli bizleri üzüyordu.
Belki biz haklı değildik. Doğa kendi gerçekliğinde, kendi diyalektiğinde sürüklenip gidiyordu ama bizi üzen, hatta tepkilendiren Xantur doğasıyla geçirdiğimiz güzel günlerin anısıydı. Şeşdara Tepelerinden uzanan sırtlar boyunca serpişmiş orman içerisinde geçirilen hareketli ve tereddütsüz günlerin özlemi, çektiğimiz her ahın özünü oluşturuyordu. Hele bir de derin vadileriyle ve bu vadilerin açıldığı açık arazinin ortasına konumlanmış Sipan doruğu ve yavru tepecikleri, bunca güzel günlerden sonra bizim hüzünlü bakışlarımız altında yeşilliğini yitirmeye başlayınca, beslenen sevgiler aldatılmışlığın acısıyla çöküverdi yüreklerimize.
Zorlu günlerde hüzünlerimiz, tepkilerimiz, aldatılmışlık yanılsamalarımız, birbirini seven aşıkların anlık nazları gibi bir anda açıverirdi. Tepkiler intikamcı, hüzünler mutluluğa, aldatılmışlık gerçek dostluğa dönüşüyordu. Düşman bu gerçekliğin çok iyi farkına varmıştı. Tarihini, halkını, kültürünü yok ettiği gibi tatmin olmamış canavarın vahşiliyle doğanın güzelliklerini de yok ederek, çirkin olan amacına ulaşmaya çalışıyordu. Her sonbahar belki biz bu duyguları yaşıyorduk. Fakat o gün karanlık geceleri gürleyen çıldırasıya bulutların yağdırdığı çiğ yağmur taneleri gibi sanki öyle, yüreğinde öfke kasırgaları kan topu olur gibi Xantur ağlıyordu. Yıllarca bağrında beslediği tüm güzellikleriyle, kahramanlıklarıyla şehit düşen yiğitleri kendi toprağıyla örterken ağlamıştı belki. Fakat her şeye rağmen gururlanan ve geleceğin umutlarıyla nicelerini kucaklamak için kendini yeniliyordu. Yumuşacık kımızı toprağına basan sert potinlerin verdiği acı, yakılan ormanıyla acısına acı katıyordu. Batan güneşin kızıl ışınları kendisini sahipleyecek çocuklarına haberi ulaştırır umuduyla karanlık örtüsüne bürünmeye başlamıştı.
O ’98-‘99 kışında Haftanin de kalacaktır. Ancak aşırı güç yoğunluğu da bulunmaktadır. Çeşitli alanların güçleri de bu sahadadır. Cudi alanına erzak çekilmesi gerekiyor. O kışın ortasında Erdal-Engin Sincer yoldaşla -ki o Cudi sorumlusudur- birlikte Cudi’ye erzak çekeceklerdir.
Rojhat yoldaşta ayırımcılık yoktur. Bu güç benim şu güç onun mantığı yoktur. O Botan eyaletinin belki de gelmiş geçmiş en sade temiz kalmış neolitiğin temsilcisidir. Onda paylaşımcılık en üst sınırındadır. O böyle bir adalet yaşayan ve adalet dağıtan olarak alanda hiçbir güce fark koymayacak tersine o hep dayanışmanın yollarını arayacaktır.
Dediğimiz gibi güç çok fazladır. Hele hele yeni bölge komutanı olan bir yoldaş için çok fazladır. Alanda yaklaşık 400 yoldaş bulunmaktadır. Üstüne üstlük Botan eyaletinin bu yıl ne kadar zorlanan, hasta, yürüyemeyen gerillası varsa o yıl daha doğrusu o kış Haftanin alanındadır.
Baharla birlikte düşman Haftanin’e kapsamlı bir operasyon düzenleyecektir. Hem ihanet hem de faşist sömürgeci güçler ortak adeta her yerde Haftanin alanına çıkartma yapacaklardır. Yer yer karlar olsa da ağırlıklı karlar erimiştir ancak yağmurlar devam etmektedir.
Böylesine bir ortamda başlayan operasyona karşı yapılması gereken ilk elden yerin derinliklerine girerek gizlenmedir. Düşman gevşemeye başladığı anda ise gökyüzüne çıkıp şimşekler ve yıldırımlar gibi saldırıya geçerek vurmadır. Taktik budur.
Güç bir nevi iki cephe gibi örgütlenmiştir. Keşan bir cephe, Geli Pısaxa bir cephedir. İlk gün bir şey olmuyor. İkinci gün bir şey olmuyor. Ancak üçüncü gün özenle gizlenmiş hastanede kalan yoldaşlarla, birkaç yeni savaşçı ve çok eski yıpranmış bir iki kişi bu grubun yanlarına verilir.
Eskiden içimizden kaçan ve kontralaşmış bir iki tip alanı iyi tanımaktadırlar. Bunun için gizli yerleri tek tek aramaktadırlar. 15 kişilik grubun saklandığı yer tespit edilir. Ve ihanet bu gruba yüklenir. Ve grup bir müddet sonra özelde Reber Hilal’i denen ve sonradan kontralaşan tipten dolayı teslim olur. Direnmek isteyen bir bayanın da silahını elinden alarak düşmana verir. Sonuçta yaşanan tam bir felakettir.
Ancak hiçbir gücün bu ihanetten haberi yoktur. Geli Pısaxa’da Rojhat arkadaşın bulunduğu yerden düşman geri çekilirken birkaç koldan vurulacak ve önemli ölçüde düşman darbelenecektir. Ancak Keşan alanında operasyonun son gününde düşman Keşan vadisinden bir nevi elini kolunu sallaya salaya geri çekilirken yolun kenarına yaklaşık sağ solu 2 km boyunca yerleşen 8 grup düşmanı vuracak ve burada yaklaşık 40 asker ölecektir.
Kaldırılan 2 adet M G–3, 1 adet G–3, gece dürbünü ve bir sürü askeri malzeme de cabası. Düşman bu pusunun ardından tam 5 saat alanı 4 kobra ile vuracak ve kendi askerlerini gerillanın elinde zor bela alacaktır. Bu pusu da Cemil Xweşti, Şilan Konya ve Lilav Afrin yoldaşlar şehit düşeceklerdir.
Tüm güç bu başarıyı yaşarken operasyon sonrası yaşanan ihaneti ancak öğrenebileceklerdir. Ve yapılan tartışmalar operasyonu karşılama başarılı olarak ele alınırken bu kadar ağır, hantal, hasta arkadaşın Haftanin alanına verilmesi ciddi eleştirilecektir.
Ve operasyon ardından çok fazla zaman geçmeden Rojhat yoldaş Botan’a yürütme toplantısı için gidecektir. Alanda yapılması gerekenleri söyleyecek ve alandan ayrılacaktır.
Botan alanına geçmeden …’ya yeni geçen akrabalarından mektup alır ve onun bir gün onları ziyaret etmelerini isterler. Onun verdiği cevap anlamlıdır. Ve şöyle der; “imkânımız şimdi buna fazla uygun değildir. Bunu fazla sorun yapmayın kendinize. Eğer bana bağlıysanız partiye bağlı olmanız gerekir. Ve üzerinize düşen görevi sorunsuz yerine getirmelisiniz. Benim için bu yeterlidir” diyecektir.
Botan yürütme toplantısında o 5’li yürütmeye alınacaktır. Ve o artık vermesi gerekeni örgüte verecektir. Bugüne kadar örgüt onu adım adım geliştirmiş ve önünü açmıştır artık sıra onda. Onun bir nevi edindiklerini halka ve gerillaya verme zamanıdır.
Toplantı ardından o tekrar Haftanin alanına gelecektir. Ancak o ara İran’a gidip sözde parti ile görüşüp af edilmesini isteyen çetelerden Cafer Benek vardır. Artık Botan’da arkadaşlara tekrar hizmet edeceklerini söylerler ve söz verirler.
Bu aile devrime oldukça ciddi zararları dokunmuş ve JİTEM örgütlenmesinin Şırnak’ta Hazım Babat'la birlikte örgütleyenlerdir.
Devrim her zaman sadelik olmuştur. Saflık olmuştur. Adalet olmuştur. Ve duygulu olmak olmuştur.
Bu kez de devrimciler kendi yetmezliğini görmüş olan bir çeteleşmiş yapıyı affetmeye hazırlardır. Devrimciler bir halkın davası için yola çıkmışlardır. Onlar aşiretler gibi kan davası gütmezler. Ve oldum olası kan davalarına karşı durmuşlardır. Ve nerede bir nifak tohumu varsa onu gidermek için ellerinden geleni yapmaya çalışmışlardır.
Bu kez de bu böyle olacaktır.
Rojhat yoldaş eyaletin talimatı ve perspektifi üzerine Kela Memê’ye gelecek ve oradan da buluşma noktasına gelecektir. Buluşma noktası Seri Kaniya Güze Divane’dedir.
Görüşülecek konular görüşülür ve anlaşma sağlanmıştır. Artık ayrılık zamanıdır. Ve Rojhat yoldaş vedalaşmak için yerinden kalktığında etrafta önce hazırlanmış asker ve çetelerin ortak komplosuyla yaylım ateşe tutularak katledilir. Cafer Benek’in yanında Yasin Benek’te vardır. Ve yanında bulunan Segvan Bilehi silahına sarılsa da o da katledilir.
Ve gerilla tekrar bir saflık ve temiz duygular sonucu bir komploya kurban gitmiştir. İhanet baskın çıkmıştır. Yalancılar ve çıyanlar neolitikte kalan temiz duygulu yaratık olan devrimcileri yine katletmişlerdir.
Tarih tekerrür etmez. Tekerrür ettiğini kabul etmek, tarihin değişeceğine inanmamayı getirir. Oysaki tarih, canlı ve günceldir. Bir filmin birbirini kovalayan sahnesi gibidir. Bir devamdır. Tıpkı bir zincirin halkaları gibi. Nasıl ki film, başladığı gibi bitmiyorsa, davamı da başlangıç üzerinden gelişir.
İhanet, bir halkın tarihinde kahramanlık ile iç içe geçmişken, ihanetin hiç bitmiyor olmasını kader olarak kabul edemeyeceğimiz gibi, yaşamın bir parçası olarak da göremeyiz. Büyük savaşlara, acılara ve parçalanmışlığa neden olan ihanetin bize ait olmadığını, adını bayrak bayrak göklere savuran binlerce kahraman ispatlamıştır.
Peki, kimler ihanet eder ya da insana ait olan bu duygu, insanı doğadan ne kadar koparıyordu?
Bir nehrin akışkanlığına set çekmek, rüzgâra karşı duvar örmek, çocuğun gülüşünü söndürmektir ihanet! Onu yaşamak kadar, görmemek ve ona engel olamamak da bir zayıflıktır. Belki de ihaneti en çok, yaşayıp onun acısını asırlarca çeken ve onu bertaraf edemeyen, bunu bir kader olarak algılayan halklar yaşardı. Tıpkı Kürt halkı gibi. Öyle ki ihanet etmek ya da ihanete uğramak kardeş ilişkilerine dahi yansımıştı.
Özgürlük mücadelesiyle birlikte önemli adımlar atılmış ve gelişmeler sağlanmıştı. Gelişen mücadeleyi, uzun yıllar, farklı görüntülerde ve biçimlerde sekteğe uğratmak istediler ama başta da dedim ya, “Başladığı gibi bitmeyebilir film!”
Her gerillanın ruhunda ihanete karşı savaşım fırtınaya dönüşüyor. Bizim için burası bir kördüğüm niteliğindedir. Tarihin derinliklerinden günümüze kadar akıp gelen Kürt ihaneti, işbirlikçilikle vücut bulmuştur. Buradaki ihanetin gücünü kırmak ve etkisiz bir konuma getirmek bir namus borcudur. Çünkü burada yıllara yayılan bir tarih yaratılmış, daha yaşamlarının baharındayken birer tohum gibi düşmüşler toprağa, tekrar filizlensin diye.
İhanetin kör inadı yüzlerce ananın gözyaşına yenilerini katmış burada, feryada dönüşmüş, genç kızların çığlıkları. Burada üryan ana rahminde geleceği karartılan yetim bebekler doğurtmuştu. Bu topraklara, bu acıyı dindirmeye geldik.
Evet, biz ve yoldaşlarımız bu acıyı bu topraklarda dindirmeye gelmişken ihanetin irinini içlerine damıtanlar her fırsatta bu toprakların güzel bir gün görmemesi için her gün her gün düşmanlarla işbirliği temelinde çalışacak ve bu halkın en seçkin evlatlarını aramızdan alıp gideceklerdir.
Onu nasıl tarif edeceğiz? Ben size devrim saflarında en yakışıklı ve sevecen gençlerden biri olduğunu söylesem inanır mısınız? Ve ben size boyuyla posuyla, beyaz teni ile yüzlerine birer ışık gibi duran gamzeleri tam bir çekim merkezi olduğunu söylesem ne dersiniz? Ve ben size yaşamda istisnasız herkes tarafından kabul gören sevilen biri olduğunu söylesem siz ne dersiniz? Ve onun hiç bir gün bir insanı kırmadığını söylesem, hep dinleyen ama iş olsun diye dinlemeyen, dinlerken kendi düşüncelerini de rafine ederek size görüşlerini sunan birisi. Ve öyle biridir ki o birisini eleştirirken dahi zorlanacak, kızaracak, renkten renge girecektir. Çünkü o bir insanı incitmeyi istemez. Yapamaz da. Yeter ki karşıdaki insan biraz anlayışlı olsun. Bu ona yeter de artar da.
Ve o bu zarifliğin yanına müthiş duyarlı bir karakter de eklemiştir. Belki zozanlarda aldığı bir kültürdür. Belki de otomatik Mervan yoldaştan almıştır.
Onu siz hiç bir zaman uzanırken göremezsiniz. O sabahleyin henüz şafak yıldızı atmadan yüksek bir yerde dürbünü boynunda ve etrafı kolaçan ederken görürdünüz. Tabii eğer siz de bir gün böyle erken kalkmış iseniz. Aksi taktirde siz o ceylan yürüyüşün, yükseklerde güneşin hafiften yükseklere tırmanırken noktaya doğru gelişini görebilirdiniz.
Evet, o duyarlı ve kendini disipline eden bir gençtir. Çoğu kez o söylemez ama etraftakiler ona bakarak ne söylemek istediklerini anlarlar. Onda esas olan söylemek değildi; onda esas olan yaparak genele yaptırmaktı.
Bir de yeniye açıktı. Onun bir gün yazmadığını göremezdiniz. Bir gün okumadığını göremezdiniz. Hep bir yerlerde bir şeyler bulup okur ve yazardı. Bu onda tutku düzeyinde bir karakterdi.
Seni unutmayacağız Rojhat yoldaş. Seni unutmayacağız ve anını her zaman yaşatacağız!
Caferi Sori
Pale Mardin (Ahmet Acar) Yoldaşın Anısına
Ahmet Acar yoldaş 1970 yılında Midyat’ın Site köyünde dünyaya gelir.
1990 yılı Kürdistan da birçok şeyin alt üst olduğu yıllardır. Parti sonra bu süreci Serhildan süreci diye adlandıracaktır. Mardin Savur’da şehit düşen 13 gerilla ardından başta Cizre olmak üzere Mardin ve kazalarının ayağa kalktığı yıllardır.
Kürdistan ulusal demokratik mücadelesinin giderek uluslararası sahada tanınmaya başladığı, Türkiye’de de çeşitli dergilerin aracılığıyla da tanınmaya başlandığı dönemlerdir.
Halen hatırlıyoruz. Mehmet Ali Birand’ın Önder Apo ile yaptığı röportajdan sonra Kürdistan da birçok gencin Galatasaray futbol takımını desteklemesi yaşanacaktı. Çünkü Önder Apo bu röportajında Galatasaraylı olduğunu söylemişti.
Yine halen hatıralardadır iki bine doğru dergisinde boy boy gerilla resimleri her Kürdistanlı genci etkilemekteydi. Özelde ise serhildanların gelişim göstermesiyle yukarıda söylenenler birleşince gerillaya katılım açısından bir patlama yaşanacaktı.
Belki de gerillaya katılımın en yoğun olduğu yıllar bu yıllardır. 20–30 gerilla gücüne sahip eyaletler hızla 300–400 hatta yer yer 1000’lere varmıştı.
Pale yoldaş da bu yıllarda yaşanan alt üst oluşları metropollerde yaşayan bir genç olarak yaşayacaktı. Şoförlük yapan bu genç henüz 20 yaşlarında biri olarak gerillaya gelir.
1970 doğumludur. Metropolleri görmüştür. Bunun verdiği avantajlar vardır. Ancak metropollerde büyümenin dezavantajları da vardır.
Gerillaya geleceği yer Botan'dır. Biraz da feodal ilişkilerin yoğun yaşandığı ve gerilla hareketini de etkilediği bir alandır. O ise metropollerden gelerek farklı sınıf ilişkilerini ve yaşam biçimini de görmüştür. Bir de şoförlük yapmıştır, bu da doğalında çok fazla konuşma, müdahale etme, küfür etme, kalabalık etme gibi birçok şeyi beraberinde getirecektir.
Devrim sahası salt bir savaş alanı değil. Aynı zamanda bir yaşam alanıdır. Yeniye yelken açılacak bir sıçrama tahtası rolünü oynamaktadır. Bilimsel kavramlaştırmayla devrim bir katalizatördür. Hem geneli devindiren ancak bu devindirmeyi sağlarken de kendisini tüketmeden bunu sağlayan bir gerçekliktir.
İşte böyle olunca her yeni katılım geldiğinde bu dağda olana katılacak, katılarak kendisini yenileyecek, yeniledikçe de aktifleşecektir. Ancak bir yerlerde sınıf özellikleri ağır basmışsa gelen bireyler ilk elden zorlanacaklardır. Bu yanlış da olsa böyledir.
İşte Pale yoldaş da metropollerden gelen bir genç olarak ilk başta zorlanacaktır.
O dört Kürdistanlı gençle saflara gelecektir. Sonraları ona “niçin bu kadar az arkadaşla katıldın” sorusu yöneltildiğinde o “bu kadarına param yetti” diyecekti. Söylemek istediği 4 gencin İstanbul’dan Botan’a gelmesinin yol masraflarıdır.
O gelir gelmez aktif katılacaktır. Hatta yeni olmasına rağmen birçok şeye müdahale edecektir. Kendisi yeni olmasına rağmen askeri kuralları dayatacaktır. Yanlış yapıldığında karışacaktır. Yanlışa yanlış diyecektir. Bu aslında alışılmamış bir tarzdır. Kürdistan da insanların yetişme tarzlarından kaynaklı genelde pasiflik söz konusudur. Fiziki anlamında bir pasiflik olmasa da zihinsel olarak bu çoğu zaman böyledir. Hele hele feodal bir ortama doğmuşsa o birey daha çok yukarıdan ya da büyüklerden bekleyecek ve ağırlıklı olarak söyleneni yapacaktır.
Yıllar sonra bu durumlara gülüp geçecektir.
1990’da onun geldiği yer Gabar’dır. Burada ilk eğitimini alacaktır. Sonraları cengâverleşeceği yer de Gabar olacaktır. O’nun başka dikkat çeken bir özelliği pratik duruşudur. Özelde keşif ve düşman operasyonlarında o çok canlı, pür dikkat ve atiktir.
İşte bu alışılmamış müdahale tarzı ilk başlarda ona karşı kaygılı ve hatta kuşkulu yaklaşıma yol açacaktır ve ona hissettirmeden bir gözleme tabii tutulacaktır. Kimi arkadaş ajan olabilme ihtimalini dahi verdiğinde o bunu hissedecektir.
1991 yılında Gabar navserinde düşmanla arkadaşlar iç içe girerler. O böylesine bir iç içe girişte bir çeteyi vuracak ve silahını kaldırıp gelecektir. Bu eylem onun ilk cesaret sınaması olacaktır. Bu eylemde onun parmaklarına isabet eden bir mermi onu hafif yaralayacaktır.
1991 yılının sonbaharında Besta da peş peşe kaldırılan karakol eylemlikleri var. Tal, Eşet ve Avyan karakollarının kaldırışları her alanı eylem yapmaya itmektedir. İşte Gabar da arkadaşlar Bere Mere karakol tepesini hedeflemektedirler. Pale yoldaş manga komutanıdır. O bu eylemde kol komutanıdır. Daha doğrusu saldırı kolu komutanıdır. 1 adet MG–3 ile 3 G-3’ü kaldıracak ve tepeyi düşürecektir. Bu eylem aslında onun üzerindeki tüm şaibelerin kalkacağı eylemdir de.
1991 yılının sonu ‘92 yılının başında Şkeftiyan (Taşkonak) karakol tepesini geceleyin sızmayla vuracaktır. Burada 60’lık havan, 57’lik top, MG–3 ve birçok başka silah ve askeri malzeme kaldıracaklardır. O, 60’lık havan silahını tanımadığı için kayalıklardan atacaktır. Bu eylemde o yine saldırı komutanıdır.
Artık o Gabar’ın hangi sahasında olursa olsun tanınandır. Kabul görendir ve o bu alanın önde savaşanıdır.
Hangi çatışma olursa olsun, hangi operasyon olursa olsun ve hangi eylem olursa olsun o içerisindedir. Eylemlerde ise onu savunmada gören yoktur. O eylemlerde hep saldırı kol komutanı olması için tüm eylem öncesi yapılan toplantılarda eli havadadır.
Belki bazıları bizde eylemlere gidişi bilmez. Bizde kuraldır. Her eylem öncesi toplantı yapılır. Keşif sonuçları aktarılır. Getirecekleri götürecekleri tartışılır. Ve bireylerin eyleme hazır olup olmadığı sorulur. Eğer bir birey eyleme hazır değilse o eyleme götürülmez. Ve çoğu zaman arkadaşlar eylemde yer almak istedikleri yer için kendilerini önerirler. Doğaldır ki öneri yapılan yer genelde saldırıda yer alma istemidir. İşte, Pale yoldaşın istisnasız kendisini hep önerdiği yer saldırıdır.
Kış ‘92’de o Gabar’dadır. Bahar düzenlemesiyle o Mavan ve Mişare’ye geçer. Burada Xırbekure karakol tepesine gündüz saldıracak düşman tepeyi bırakıp kaçacaktır. Burada 1 adet MG–3 ile 3 adet G–3 silahı kaldırılacaktır. O zaman Mardin eyaletinde yapılan neredeyse tek eylem budur. Hâlbuki o Gabar’dan Mardin’e giderek bu eylemi yapmıştır.
Biz eyalet hareketli birliği olarak Besta’dan yola çıkmışız. Aval karakol eylemini yapacağız. Bu eylemde Adil Bilika yoldaş tepeyi kaldıracak ve tümünü düşürecektir. Burada; 1 Bazuka, 5 G–3 ve çok sayıda askeri malzeme ve bir de esir asker alınacaktır. Eylemden sonra düşman araziye çıkmamıştı. Biz de yolumuza Gabar’a doğru devam ettik. Giderek sayımız artıyor. Hareketli birlikle birlikte Çırav güçleri derken tüm Gabar güçleriyle yaklaşık 200 arkadaş olduk. Bu arada Şiyar-Kazım Kulu arkadaşın Gabar üzeri Önderlik Sahası’na geçeceğini duyduğumuz için bir an önce onu görmek için Gabar’ın içlerine doğru yürüdük. Ancak Xelil Derik arkadaş “Şiyar arkadaş geçti” dedikten sonra çok üzüldük. Çünkü görememiştik.
Ertesi gün radyoda Çiyaye Dera'da ki çatışmada 11 arkadaşın şehit düştüğünü duyduğumuzda tam bir mateme boğulmuştuk. Ve bir gün sonra çatışmada kurtulan bir arkadaş bize yetişecek ve Şiyar yani büyük komutan Kazım Kulu arkadaşın şehit düştüğünü söyleyecekti.
Her zaman sevdiğimiz, yanında kalmak istediğimiz, onun için ta Dersimlere gitmek istediğimiz büyük komutan şehit düşmüştü. O tüm Botan halkını etkiliyordu. Boyuyla posuyla tam bir cengâver, göz dolduran bir militan. Bilinç düzeyiyle herkesi kendisine bağlayan ve etkileyen bir partili. O gerçekten de sözün tam manasıyla tek başına bir ordu gibiydi. Onunla bir dakika havayı teneffüs eden bir kişinin onun enerjisinden etkilenmemesi mümkün değildi. Onu gören birinin onu bir daha unutması düşünülemezdi.
Biz Gabar yükseklerindeyiz. Kalabalık bir gücüz. Eyalet komutanı da yanımızdadır. Toplantı, planlama ve düzenlemeler yapılacaktır. Toplantı yapılırken Mişare de Pale yoldaş göreve giderken düşmanın bir kolunu görüyor, hemen pususunu atıyor ve düşmanın üzerinden 2 adet portatif G–3 ve tim komutanın da 14 kanallı cihazını kaldırarak yola çıktığında, karakol komutanı kobraları isteyecek “taşkın kol” adında kobralar gelecek araziyi bombalayarak geri gidecektir. Tabii eylemi yapan Pale Mardin yoldaş ta cihazı palaskasına takarak hiçbir şey olmamış gibi yanımıza gelecek.
Ben onu burada tanıyacağım. Bu sonradan düşman harekete geçtiğinde bizim tanıyacağımız ve alışacağımız Pale arkadaş olacaktır. O düşman araziye çıktığında soğukkanlı ve hiçbir zaman düşmanı affetmeyen biri olarak belleklerde yer alacaktır.
Bu söylediklerimize siz onun kısa boyunu ekleyin, neredeyse ağzında bulunmayan dişleriyle nasıl bir görünüm vereceğini siz düşünün. Normalinde “pısırık” diyeceğiniz bu genç en ağır savaş şartlarında sanki bir şey yokmuş gibi yapacak. Ve salt böyle yapmayacak aynı zamanda düşmana yönelirken sanki yeniden doğarak bir savaş tanrısı olacaktır.
İleriki yıllarda daha belirginleşecek bu karaktere bir iki şeyi eklemeden geçmek olmaz.
O düşmana karşı oldukça küfürlü biridir. Eline cihaz geçtiğinde ağzından dünyanın en sunturlu küfürleri eksilmez. Hatta bir yerde o cihazla konuşmaya başlamışsa orada düşman muhabereyi keser. Çünkü kimsenin alışmadığı küfürler peşi sıra dizilir. Siz bir yoldaşı olarak dahi kulaklarınızı tıkarsınız.
Bilinir PKK’de küfür yoktur. Küfür bizde zayıflığın bir işareti olarak algılanır. Yeni bir yaşamın yaratıcıları olarak hep temiz kalmaya çalışacağız. Nereden bileceğiz ki büyük amcamız Musa Anter “Kürtler için küfür küfür değildir, tersine bir övgü ve sevme biçimidir” diyecektir.
Ancak dediğimiz gibi bizde küfür yok. Ancak Pale yoldaş küfürsüz olamaz. Hatta o düşmanla cihazdan konuşmadan yapamaz. O düşmanla konuşmak zorundadır. Küfür ederek onları yermek zorundadır. 1994 yılında düşmanla cihazdan konuşma yasağı getirildiğinde bu yasak Pale’yi kapsamayacak. O eyalet komutanın onayıyla küfür etme serbestisine ve ayrıcalığına sahiptir.
Devam edelim:
Ve hemen toplantı ardından Fındık Tepesi vurulacak. Bu eylem için hem Gabar güçleri hem de eyalet güçlerinden 55 arkadaş özenle seçilecektir. Keşif ve planlamasında Adil arkadaş gibi arkadaşlar yer alsa da bu eylemin hem koordinesini Xelil Derik yoldaş yapar, hem de o aynı zamanda havan topunu kullanacaktır. Pale yoldaş kol komutanıdır.
Bu eylemde Cudi Gundik Remo savunma komutanıdır. Ancak bir karışıklık yaşanır ve Cudi, Pale arkadaşın gitmesi gereken yere gider. Eylem deşifre olur. Kol komutanları bu eylemi yapmak istemeseler de Pale ve Xelil yoldaş dayatıcı olacak ve eylem yapılacaktır. Ve Pale arkadaş “gelen gelsin, dönen dönsün ben vurmaya başlıyorum” diyerek Cudi arkadaşla birlikte tepeyi düşüreceklerdir.
Eylem başarılıdır ve tepe süpürülür. Kaldırılan malzeme; 8 G–3, 1 M–27, 1 60’lık havan ve bir sürü askeri malzeme. Bu eylemde Kerim isminde ki Küçük Güneyli yoldaş önce ağır yaralanacak ve sonra şehit düşecektir. Bu eylemde diğer önemli görevleri üstlenen yoldaşlar; Kahraman Selehe, Rezan Mardin ve Reşo Nusaybinli yoldaşlardır.
Pale yoldaş 1992–1993 kışında Gabar’dadır. Güney Savaşı’ndan sonra yapılan eyalet konferansı Besta’nın Çalan alanında yapılır. Pale ve Xelil yoldaşlar alanın komutanları olarak bu konferansa katılmazlar. Xelil arkadaş alan sorumlusu olarak kalır.
Hem konferansa düşmanın dikkatini çekmemek hem de alanda daha fazla hakim olmak için Xelil arkadaşla Pale yoldaş Şkeftiyan Taburu’nu vurmak için planlama yaparlar. Bu eylemde taburun tüm mevzileri düşecek ve karakol binası tarumar edilecektir. Bu eylemde; 1 adet A–6, 3 adet MG–3, 57’lik top, 60’lık havan ve çok sayıda G–3 silahıyla çok sayıda askeri malzeme alınacaktır. Bir yoldaş şehit düşecektir.
Bu eylem esasta bir süpürme temizleme hareketidir. Burada en önemli rol saldırı komutanı olarak yer alan Pale ve koordine eden Xelil yoldaşındır.
Bu eylemden sonra PKK tarihine 1.ateşkes olarak geçecek olan 19 Mart 1993 yılında başlayacak olan ateşkes başlayacaktır.
Ben yeniden Gabar’a geliyorum. Bu kez bölge komutan yardımcısıyım. O da yanımda takım komutanı olarak kalacaktır. Bu ateşkesi fırsat bilerek Pale yoldaşı şehirlere gönderip dişlerini yaptıracağız. Ancak bu Pale’dir sonraları Çırav’da yaşanan bir çatışmada o çatışmayı koordine ederken kızgınlıktan, heyecandan, canlılıktan ve tümden savaşı yaşamaktan olacak ki takma dişlerini çıkararak kıracaktır. Siz bir düşünün yoğun bir çatışmayı koordine ediyorsunuz. Ve sizin ağzınızdaki takma dişler koordine etmenizi engelliyor. Siz olsanız ne yaparsınız. Hele bir de asabiyseniz yapacağınız aynen Pale yoldaş gibi takma dişleri ağzınızdan alarak ya fırlatmaktır yâda kırıp atmaktır. Pale de bunu yapıyor.
O tedaviden döndükten sonra dediğim gibi Çırav’a gelecektir. Burada bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Elbette her gerilla önemli görevler üstlenmektedir. Ancak bazı yoldaşlar gerçekten savaşı sırtlayan yoldaşlardır. Gabar’da örneğin belirli takım komutanı arkadaşlar vardı. Bunlar alanın alt mıntıkalarına düzenli olarak düzenleniyorlardı. Yani her alanda bir eylemci olmalıydı. İşte Hamza Amerini Mişare, Pale Çırav, Kahraman Selehe Gabar merkez ve Rezan -Musa Anter amcanın yeğeni- Çiyaye Bızına’ya düzenlenmişti. Bunlardan birisinin yeri değişmişse hemen diğerleri ona göre yine yerleri kaydırılıyordu.
Ateşkesin bitiminde düşman tekrar yoğun yükleniyor. Aslında ikinci kez ateşkes uzatılırken düşman yoğun operasyonlara başlamıştı. Bingöl’de 33 askerin vurulması sadece aranan bir bahaneydi.
Düşmanın bu hızını kesmek için Pale ilk açılışı yaparak Memira karakol tepesini vurarak 1 adet M–27 ile 1 adet G–3 kaldıracaktır. Bu eylemde Merxazi Gurdele şehit düşecektir.
Hemen ardından Adil Bilika eyalet gücü olarak Mıla Kere -Yeni Aslanbaşar- karakol tepesi ve karakol mevzilerini vuracaktır. Burada saldırı komutanı yine Pale yoldaştır. Kaldırılan malzemeler; 1 adet MG–3 ile 3 adet G-3’tür. Ayrıca karakol roketlerle epey hırpalanacaktır.
Hamza Amerini Çırav’a düzenlemesi yapıldığında O, yani Pale yoldaş, Çiyaye Bızına’ya geçecektir. İki kez Cizre’yi vuracaktır. Bir keresinde 30 milisle Cizre de tüm kamu kuruluşlarını vuracaktır. Geri çekilmede Faruk Cizre’li yoldaş şehit düşecektir. Yine Hezex kazasına girecek ve dönemin en çok ses getiren baskınını yapacaktır.
Pale yoldaş sadece kırsal alanda eylem yapan biri değildir. O şehirlerde de kendi performansını gösterecektir.
Kış 93–94 yılında o yine Gabar’dadır. Bölük komutanları sonradan kaçacak olan Sarı Hüseyin ismindeki aristokrat karakterli tiptir. Yaşamda eksikler vardır. Yönetimde didişmecilik vardır. Karşılıklı birbirini kabul etmeme vardır. Yine kendini konuşturma vardır. Buna bir de mayına basıp şehit düşen bir yoldaş eklenince eyaletin talimatıyla gidip Çiyaye Bızına bölüğüne toplantı yapacağım ve tüm yönetimi silahsızlandıracağım. O zaman Pale yoldaşı bir günlük silahsızlandırmıştık.
Ancak o hep kendisi olan Pale olarak “bu savaştır mayına da basarsın, şehitte düşersin. Kimse bu savaşın gelişmesini istemiyor gibime geliyor” diyerek hızını alamayacak ve yine konuşacaktır. “ve gerektiğinde mayınların üzerine basa basa düşmanın üzerine yürüyeceğiz” diyerek tepkisini gösterecektir.
Aslında burada onun başka bir özelliği açığa çıkıyor. Bir taraftan her şart altında savaşmak isteyen bir savaşçı diğer taraftan bir türlü örgüte gelmeyen bir militan. Bizde militanlar örgüte tabii olurlar. Daha doğrusu iradelerini genel iradeye katarak çalışırlar. Bunun içindir ki örgüt eleştirdiğinde herkes kendi payına düşeni araştırır ve buna göre özeleştiri yapar. Ancak Pale yoldaş öyle değildir. O savaşçıdır. Savaş için yaratılmıştır. Yüreğiyle beyniyle savaşa kilitlenmiştir. O düşmanı görünce tüm duyu organları pür dikkat düşmana kilitlenir. Lakin yaşamda ise hitabeti kırıcıdır. Düzdür. Yer yer sekterdir. Belki ara sıra hakaretlere de varır. Serttir. Yumuşaklık adına onda bir şey yoktur. Bayanları yanına istemez. Onun deyimiyle “por dırejleri” birliğine almaz. Onlarla konuşmaz.
O sadece savaş anında esnektir, kıvraktır, inisiyatiflidir, yapıcıdır. Başka da adeta bükülmez olarak kurudur. Aslında tam bir Rapo’dur.
Arnavut komutanı Rapo’da aynı özellikleri gösterir.
Ancak Pale yoldaşın dış görünümü ve dışarıya yansıyan yönü budur. İç dünyasında oldukça duygusaldır. Yurt sevgisiyle bezenmiştir. İnsan sevdalısıdır. Yoldaşlarına yoldaştır. Yumuşaktır. Bir karıncaya dahi basmaya cesaret etmez.
İşte bu da Pale yoldaştır. Bir yönüyle Gabar da savaşın en öndesi ve serti diğer taraftan iç dünyasında en yumuşak ve duygusalı. Belki bu bir Kürt özelliğidir. Belki de neolitikten kalma sadelikle sınıflı toplumun bize bulaştırdığı sertliğin dışa vurumudur Pale yoldaş.
Gabar alanına dönük kapsamlı 9 günlük bir operasyon yaşanır. Çok şiddetlidir. Aslında ileride yapılacak olan büyük operasyonların ilk provalarıdır.
Dokuz gün tüm cepheleri sıkı tutuğumuz bu direnişte, biz yaklaşık 400 köylüyü de yanımıza alarak koruyacaktık. Erzak sorunu yoktu. Hepsini Spiyvan’a yerleştirdik. Yaklaşık 1200 arkadaşız. Operasyonu asıl kıran eylem Ahmet Rapo arkadaşla Pale Mardin arkadaşların arkadan operasyona dönerek Çiyaye Bızına yakınlarında 25 askeri vurmalarıydı. Tüm bu direnişte 4 arkadaş şehit düşmüştü.
Biz bu başarılı direniş ardından köylüleri köylerine geri gönderdik.
Asıl operasyon 4 Nisan 1994 yılında başlayacak.
Aslında artık niyetimiz Gabar’a düşmanı bırakmama temelinde olacaktı. Bir nevi kurtarılmış alan esprisiyle ele alıyorduk. Yaklaşan seçimleri protesto etmemiz için partiden talimat gelmişti. Hiç kimse seçimlere katılmayacaktı. Yine konferansa gidip dönen yoldaşlar olmuş biz de kendi daha alt düzeydeki konferansımızı yapacağız. Hazırlıklar bunun içindir. Bu arada bir iki çatışma daha yaşanıyor ancak düşman Gabar içlerine gelmiyor.
Tüm bunlar yaşanırken 1994 yılının o şiddetli operasyonları başlıyor. İlk yaptıkları uçaklarla sivil halka bomba yağdırmaktır. Besuke köyüyle Giver köyünü yerle bir edeceklerdir. Onlarca çoluk çocuk bu bombardımanlarda hayatını kaybedecektir.
O zaman biz telsizleri takip ediyoruz. Bu vahşeti yapan ve talimatını veren bizzat Hasan Kundakçı’dır, o meşhur tamburalı Komutan bu sürece ilişkin znılarını yazarken bu köylerin yerle bir edilmesinden elbette ki söz etmeyecektir.
Bu bombardımanlarla birlikte her tarafta operasyonlar ve saldırılar başladı. Her yerden toplar, bombardımanlar, obüsler uçuşuyor. Düşman Çırav ile Gabar arasını kesiyor. Uçaklar vururken Spiviyan’dayız. Biz doçkalarla bir uçağı düşüreceğiz. Bu Doçka’nın başında Azat Xırbeke Beste’ydi. Ancak düşman gözle gördüğümüz uçaktan paraşütlerle fırlayan iki pilotunu kurtaracaktır. Cihazda pilotların esir alınması için Pale arkadaş “onlar kaçamaz, ayaklarında terlikler” var diye takılacaktır.
Biz bu sert yönelimde Gabar’ı adeta cephelere bölerek bir cephesine TRT’ye-Xalit Balveren yoldaşı, Herereş cephesine Pale Mardin yoldaşı, Karne cephesine Ahmet Rapo yoldaşı, Çiyaye Fındık cephesine Hamza Ömerini yoldaşı ve en önemli direniş kalesi olan Çele Sor tepesine de Felat ve Serdem yoldaşları vereceğiz.
Düşman yüklendikçe yükleniyor. Bizim alandan çıkmamamız gerekiyor. Pale Mardin hariç tüm güç çıkacak. Talimat gereği dört takım bırakmamız gerekirken bunu yapamıyoruz.
Çelê Sor’da tam bir destan yazılacaktır. Biz geri çekilirken bir takım güç dört gün ölümüne direnecek ve tepenin düşmesini engelleyeceklerdir. Eğer bu tepe düşse yüzlerce köylü ve gerilla imha olacaktır. Ancak dediğimiz gibi yaratılan bu destanla bu katliamın önü alınacaktır. Bu tepede üç arkadaş şehit düşecekti; isimleri altın harflerle yazılacak olan; Felat-Mazıdağı, Cihat-Küçük Güney, Eşref-Küçük Güney arkadaşlardır.
Biz alanda çekildikten sonra örgüt bize bazı takımları bırakmamızı istiyor. Bizim arkamızda bıraktığımız Pale yoldaş zaten vardı. Çünkü bizim bel direğimiz ve omurgamızdı. Ancak Rubar Karakoçan arkadaşların takımlarıyla bir takıma yakın sayıda olan Serdem yoldaşları da bırakıyoruz.
Biz Garisa’ya tüm gücümüzle çıkıyoruz. Talimatı dinlememişim. Doğalında sert eleştiriler bekliyoruz. Hatta görevlerden alınmayı tahmin ediyoruz. Ancak parti bunu yapmıyor. Bize toplantılar yaparak tekrar moral veriyor. Ve nasıl gerillacılık yapılır tartışmaları üzerine biz tekrar 4 koldan Gabar’a gireceğiz.
Ahmet Rapo arkadaş Risor-Çırav, ben Mişare-Siirt, Harune Afkamasya ve Sarı Hüseyin Cudi’den birer bölük olarak gireceğiz. Biz gitmeden her zaman iyi bir savaşçı olan Pale Mardin yoldaş gelen bir konvoya pusu atarak bir astsubayla dört askeri vuracaktır.
İlk ben alana ulaşıyorum. Alana ulaştığımın tekmilini veriyorum. Ahmet Rapo ile Pale de yanımızdadır. Ayne sırtlarındayız. Rubar Karakoçan arkadaş Reşine -Dikboğa- çete köyünün koyunlarını alıp getiriyor.
O arada bizim haberimiz yok. Serdem yoldaşın yanından birisi kaçıyor. Ve bu kaçan bizim şimdi karşısında bulunduğumuz yerde Pale yoldaşın sakladığı 100 torbalık bir erzak deposunu düşmana gösteriyor. Düşman bir kısmını sırtlayıp götürüyor, bir kısmını da yakmaya çalışıyor.
Peşi sıra tepecilerimizle düşman arasında çatışma yaşanıyor. Pale yoldaş hızla müdahale ederek düşmanı o alandan uzaklaştırıyor. Ama olan bizim güzel erzaka oluyor zaten.
Düşmanın yerleştiği Bayrak Tepesi’ne ilişkin bir vurma planlamamız var. Hava bozulduğu için düşman kendisini Bayrak Tepesi’nden daha aşağılara bırakıyor, yeni bir tepeye yerleşiyor. Biz bunu fırsat bilerek -kimi yoldaşların itirazına rağmen- ani karar değiştirerek bu yeni yeri vuracağız. Plan değişikliğiyle tepeye saldırıyoruz. Bu saldırıda iki 84–85 cihaz kodlu astsubay ile çok sayıda asker vurulacaktır. O zaman cihazları 40 kayıptan söz edecektir. Bu eylemde 2 adet MG–3, 6 adet G–3 ve çok sayıda çanta ve askeri malzeme kamulaştıracağız. Aslane Niheki yoldaş bu eylemde bir askerlerle göğüs göğse boğuşacak ancak sonunda askeri vurarak ayrıca bir G–3 kaldırıp gelecektir. Bu eylemde manga komutanı Şoreşe Dideri yoldaşımız şehit düşecektir.
Eylemin ardından Bayrak Tepesi’ni sabah erkenden yeni uykudan kalkan askerleri vuruyoruz.
Bulunduğumuz alana TRT’den inen düşman gücünü fark ettiğimizde-biz bazı düzenlemeleri tartışırken-aramıza giriyor. Ahmet Rapo yoldaş birkaç arkadaşı alarak ayrıca etkili bir pusu atarak etkili vurmasıyla moralimiz daha da gelişecektir. Biz tüm olup biteni eyalete aktardığımızda eyalet bizi kutlayacak ve başarılarımızın devamını isteyecektir.
Aradan pek zaman geçmeden Bayrak Tepesi’nin kendisine bu kez saldıracağız. Yaklaşık 1000 asker bulunuyor. Bu eylemde Ozan-küçük güneyli, Kahramane Selehe, Şervane Derşev ve Ahmet Rapo yoldaşlar komutan olarak yer alacaklardır. Pale yoldaş eylemde yakın koordine olarak yer alacaktır. Eylem başarılı olmayacaktır. Eylem bir darbeleme olacaktır. Bu eylemde değerli yoldaşımız Şavaş Reşine’yi kaybedecektik -ki o da- o dönemlerde bir manga komutanı olarak en aktif saldırıya katılan arkadaşlardandı. Belki de Pale yoldaştın mücadele tarihinde zayıf geçtiğini söyleyebileceğim tek eylem budur.
Düşman belki de bizim bu düzeyde gördüğümüz kapsamlı bir saldırı yürütüyor. ‘94 yılı operasyonları “ya bitireceğiz, ya bitireceğiz” operasyonları olarak isimlendirilmeleri fazla da yanlış değildi.
Ancak bu şiara karşı bizim sloganımız “biz başarmaya mahkûmuz” dur. Sonraları birçok kuru kafalı Türk generali düşük yoğunluklu savaştan bahsedecek. Ancak lafın tam anlamıyla bir zırvalamadır. Çünkü yaşanan her boyutuyla ve tüm cephelerde kapsamlı bir savaştı. Yüz binlerce askeriyle Kürdistan’a girmiş bir asker yığmaya ve savaş sürdürmeye düşük yoğunluklu savaş demek hafiflik olur.
Bu kapsamlı operasyonlarda örgüt her birliğe inisiyatif vermiş. “Kayıp vermeden, düşmanı vurma temelinde istediğin yere gidebilirsiniz” diyecektir. Bu gerillanın kanunudur. Tabiatı gereği hareketli ve gücü sayısal olarak az olan bir güç hızlı ve coğrafyaya bağlanmadan çalışmak zorundadır.
Bu operasyonlarda bir bölüğümüz Garisa da çatışmaya girecek oradan Besta ya geçecek, peşi sıra Cudi’ye orada da tutunamayınca Gabar’a geçecektir. Biz o birliği sağlama almak için kendimizi bir nevi zincirleyerek Gabar sırtlarına diziyoruz.
Biz o birliği sağlama almak için Ahmet Rapo yoldaşı önümüzdeki sırtlara göndererek düşmanın önünü kesmesi için gönderiyoruz. O ise TRT ve Derşev sırtlarına sırt sırt gitmiyor. Sırtlardan inerek cadde cadde gidiyor. Düşman ise boş olan sırtlarda bize doğru adım adım ilerliyor.
Sabah uyandıran yoldaşlar ”bu kimin birliğidir, Garisa gücü müdür?” der demez üzerimize yaylım ateşi açılacaktır.
Ben ve Pale yoldaş yan yana uzanmış. Uzun bir süredir yorgunluğumuzu sözde atmak için bugün istirahat edeceğiz. Nede olsa önümüzde bizim iyi bir savaşçı takımımız bulunuyor.
Ama biz bizi sıyıran mermilerin vızıltısıyla uyanıyoruz. Zor bela bir taşın arkasına sızarak kurtuluyoruz. Bu öyle yıllardı ki düşmanın bize sıktığı bir mermiye bizim misliyle cevap vereceğimiz ve verdiğimiz yıllardır. Pale yanımızda bulunan takımı hızla alarak düşmana yöneliyor ve bize sıktıkları yerlerde süpürüyoruz. Ve bu çatışmadan sonra Pale, Ahmet Rapo yoldaşı sert eleştirecektir. Ben araya girerek biraz yumuşatmaya çalışıyorum. O işte böyledir. Ahmet Rapo gibi tanınan savaşçılığı bilinen bir yoldaş düşmana karşı bir zayıflık göstermişse o bunu af etmeyecektir. Af etmemenin de ötesinde o çok sert tavır alacaktır.
Biz tüm bu gelişmeleri yaşarken düşman Derşev hattını da tutuyor. Bırak tutsunlar diyeceğim, çünkü biz gerillayız, bizi arazi tutmaları çok da engellemez. Biraz rahatımızı bozar o kadar. Biz zaten bu dağlara rahatlamak için gelmediğimiz içinde fazla sorun yaratmıyor.
Yer yer avantajlar yaratıyor. Arkadaşlar yine aynı günün gecesi Karne’nin başka yerinde bir tepeyi etkili vuruyorlar. Eylem sonrası kobralar gelecek, Pale Mardin yoldaş “Tansu Çiller geliyor tedbirinizi alın” diyerek arkadaşları uyaracaktır. Kobralar arkadaşlardan geçerek gideceklerdir. Gecedir. Biz muhaberecilere her yeri uyarmasını söyleyeceğiz. Ancak birkaç gün sonra öğreneceğim ki; bu kobralar Cudi’ye geçecek orada bir grup arkadaşı vuracaklardır. Ve bu saldırıda büyük Cudi bölge komutanlarımızdan Cuma Bilika yoldaş şahadete kavuşacaktır.
Öyle bir süreç yaşıyoruz ki her şey iç içe geçmiştir. Çırav da başka bir operasyon başlıyor. Biz Geli Gurdele’ya gelen düşman gücünü kendimize fırsat bilerek yöneleceğiz.
Size tuhaf gelebilir ama Ahmet Rapo ile Pale yoldaşlar düşmanın peşine takılarak vadinin içlerinde kovalayacaklar ve düşmanı araziden Aval’in arkasına kadar atacaklardır. Silahlı savaşımda bu tarz kovalamacalar hep vardır ve var olacaktır. Hele hele bu kovalamacıyı yapan Pale arkadaşsa orada sadece yaşanan bir zevk vardır.
Siz hasmınızın bir zayıflığını yakaladığınızda ve doğru zamanlamayla ona sert yöneldiğinizde onlar ne yapacaklarını bilmeyecek siz de çok az sayıda bir güçle hepsini önünüze katıp götürebilirsiniz.
Biz artık Gabar’a tam yerleşmişiz. Cemal arkadaşın söyledikleri doğru çıkıyor ve biz düşmana aman vermiyoruz artık. Biz yaşanan pozitif gelişmelerin bu tekmilini verirken, bize eyalet olarak “gece ateşler yakılmasın” talimatı verildikten sonra başka bir gizli kanaldan, benim için, “acele Cudi’ye gelin” denilecektir.
Ben “tamam “diyorum ancak bir öneri sunuyorum. “Xebat arkadaş bize ulaştıktan sonra olsa iyi olur” diyorum, Cemal arkadaş ta onaylıyor. Xebat arkadaş gelecek, genel alanın tekmilini ve yapılan çalışmaları, yapılması gereken çalışmaları, genelde ve özelde arkadaşların durumlarını bilgilendirdikten sonra yola çıkıyorum.
Yola çıkarken Pale yoldaşla vedalaşıyorum. O “niçin gidiyorsun ki bu kadar güzel giden işler burada var” diyecek. İşte bu da Pale’dir. Onda örgütün genelini düşünme değil ama onun birlikte iyi savaşacağı yoldaşlar olsun tamam. Bunun için yer yer savaşkan olmayan komutanlara açık bir şekilde “sen neden bu alana geldin ki, madem savaşamıyorsun ya da savaşmak istemiyorsun neden komutanlık yapıyorsun” diye serzenişte bulunmasını çok arkadaş görmüştür.
O dobradır. İçiyle dışı neyse odur. Onda yamuk yumuk yoktur. Ya yaparsın ya da yapmazsın. Ya işin içine girersin ya da girmezsin. Köşeden kıyıdan durarak iş yapma onda yoktur. O savaşın doğasına göre çok acımasız hareket etmektedir. Savaşın doğasında zaten sertlik ve acımasızlık vardır. Bir komutanın deyimiyle “savaşta acımak demek acımamak demektir.” Siz eğer savaşta birine acıyorsanız siz o zaman onu korumaya alacaksınız. Korumaya aldığınız bir kişiye duygusal yaklaşacaksınız ve sonuçta onu sert ortamlar için hazırlamamış olacaksınız. Hani var ya; eğitimde ter dökmeyen kan döker meselesi. Aynen öyle siz acıdığınız birine sert eğitim veremezsiniz. Biraz incitmemek, biraz kıyıdan köşeden yaklaşacaksınız ki bu da en zor şartlar için hazırlamamadır.
İşte Pale yoldaşta bu yoktur. O Moskova Önlerinde ki komutan Memişoğlu gibi savaşta serttir. Affetmeyendir. Acımayandır. O üstüne üstüne doğruları söyleyendir. Hiç şüphe yok ki bu rahatsızlık yaratacak ancak bu yaklaşımın çok sayıda halk evladının şehit düşmesinin de önünü aldığı bir o kadar kesindir.
Demek ki acımak hiç de acımak değilmiş.
O operasyonlar geri çekildikten sonra Mişare alanına geçecektir.
Biz birbirimizden ayrıldıktan sonra da genelde küçük cihazla irtibatımız olacaktı. Bir gün küçük cihazla konuşurken “bekle seninle bağlantı kuracağım” diyecek ve kısa bir zaman sonra Ayne Tepesi’ne dönük yaptıkları eylemin sonucunu verecektir. 1 adet MG–3 ile 1 adet G–3 kaldıracaklar. Ancak çok değerli olan manga komutanı Mervan Sor’u kaybedeceklerdir. O Mervan yoldaşın şahadeti ardından “belim kırıldı” diyecektir.
Biz Pale yoldaşla tekrar Temmuz 1994 yılında Besta da görüşeceğiz. Cudi de yaşanan kapsamlı “BAYRAK OPERASYONU” ardından biz alanı bir müddetliğine terk ederek ileride geri geleceğiz.
Biz birlikte güneye geçeceğiz. Ben Haftanin’e geçeceğim o ise eğitime alınacak.
O oldum olası eğitimi sevmezdi. Eğitime girmezdi. Eğitim denildiğinde o rahatsız olurdu. Eğitim onun için boş işlerdi. Aynı biçimde basın gibi çalışmalarda onun için boş işler sayılırdı. O dağlara savaşmak için gelmiştir. Nereden çıkıyor bu konuşmak, tartışmak ve okumak. O bunlara yabancıdır. Yabancı değil aslında karşıdır da.
Biz güneye geçerken Şwet karakolu bizi fark ediyor ve tanklarla bizi vuruyor. Burada bir milis ile bir yoldaş şehit düşüyor.
Artık güneydeyiz. Her şey bol. Açlık yok. Susuzluk yok. Hatta arabalar var. Karpuzlar var. Meyve çok. Pale yoldaş çok rahatsız oluyor. Çünkü içeride kıyasıya bir savaş varken buralarda yan yatıp yan kalmak ona yakışmazdı. Yoldaşlar içeride aç ve susuz direnirken burada öyle bol keseden yemek içmek ona göre değildi.
Bir keresinde o bir çuval ekmeğin katırının önünde olduğunu görür. Ona göre katır ekmeğin üzerine çullanmıştır. Ne bilsin ki arkadaşlar kurumuş ekmeleri katırlara veriyorlar. Böylesi bir anda tam çıldırırcasına bağıracak ve müthiş zorlanacaktır. Arkadaşlar içeride “mırtoxa ve hevdel” bulamazken burada o kadar çarçur israf onun kaldıracağı durumlar değildir.
Bu görüşlerini bana paylaştıktan sonra eğitime gitmek istemediğini yenileyecek ve “buradaki yaşam beni sıkıyor” diyerek geri gitme istemini dile getirecektir.
Biz arabalara binerek Cemal arkadaşın yerine geldiğimizde, Cemal arkadaş ona “eğitime gideceksin” diyecek o ise “bu kadar savaş varken ben gitmesem iyi olacak” diyecektir. Ancak parti onu Metina alanına kadro eğitimi için gönderecektir.
Bizde eğitim olmazsa olmaz kabilinde bir yaşam biçimidir. Eğitim sahaları bizde bol laf öğrenmenin yerleri değildir. Bizde eğitim sahaları yeniden kendini gözden geçirme yerleridir. “Partinin neresindeyim” sorularına cevap aranan ve bulunan sahalardır. Bu bağlamda eğitim bizde yeniden doğuştur. Ağır pratiklerde insanlar rotayı rahatlıkla kaybedebilir. İşte eğitim bu rotayı tekrar verme gerçekliğidir.
O eğitim alarak tekrar sonbaharda Botan’a dönecektir. Ancak o eski Pale değildir. Artık sakalları yoktur. O biraz kilo alarak dolgun hale gelmiştir. Küfürlü konuşmamaktadır. O’na cihaz konuşmaları geçmişte serbesti. O artık cihazda konuşmamaktadır. Giyim kuşamı daha düzenlidir. Eskiden disipline önem vermezken artık o disiplin ve kuralları yaşamda hatırlatmaktadır.
Şunu hemen söyleyelim. Düşman bire bir gerillaları takip etmektedir. Özelde ise etkili olan komutanları iyi takip etmektedir. Bunlardan bir tanesi Pale’dir. O alandan ayrıldığında düşman onun ayrılışını bilecektir. Geri döndüğünde ise yine düşman bilecektir.
Dediğimiz gibi o artık küfürle değildir. Cihazlarda da konuşmamaktadır. Bir gün bir kontra bir sürü küfür ve lafebeliği ardından cevap alamayınca direk Pale yoldaşa hitaben “ne oldu eğitim seni yontmuş. Artık bakıyoruz konuşamıyorsun” diyeceklerdir. Aslında düşmanın tarzı gereği hep biraz tahrik ederek düşürme ve yetmezliğe koyma vardır. Ancak bu kez kontraların söylediklerinde gerçeklik payı vardır. Artık Pale daha olgun, daha ciddi ve daha siyasi olarak bilinçlenmiştir. İşte PKK’de eğitimin değiştirme dönüştürme gücü budur.
Botan’da 1994 yılının en görkemli eylemleri sonbaharda yapılacaktır. Serxat’tan, Şuz, Cudi’de ki kapsamlı pusu, Gabar’da ki eylemler derken epey eylem yapılacaktır. O sonbaharın geç de gelse bu eylemliklerde ve çatışmalarda önemli roller yine alacaktır.
‘94 sonlarında Mavan gücü eylem yapmadan operasyondan uzaklaşmak için Mişare’ye gelecekler. Mavan gücü çok yorgundur. Ancak onun da eylem planlaması var. O eylem yapmak ister ancak diğer güç engellemek ister. O aynı eskiden görkemli günlerdeki gibi gücünü alarak yolu keserek bir panzer imha edecektir.
O kış 94–95 yılında Gabar’dadır. Kışın ortasında o gidip Meylana karakol tepesini vurarak 1 adet M–27, 1 adet G–3 alıp gelecektir. Tam da 5. Kongre’nin yapıldığı günlerdi.
O 1995 baharında yine Mişare’dedir. 30 Nisan günü düşman geceden arkadaşların etrafını saracaktır. Sabah erkenden çatışmalar yaşanacak. İlk hamleyi Pale arkadaş yapmaktadır. 2 adet M–16 ile 2 adet tabanca ve bir Karnas düşmanın üzerinden kaldırmaktadır.
Uzaklarda çatışmayı takip eden yoldaşlar inisiyatifin Pale yoldaşlarda olduğunu biliyorlar. Düşmana nasıl saldırdıklarını da biliyorlar. Ancak öğlene doğru hiç beklenmedik bir tekmilde “ Pale suikast sonucu şehit düştü” diyeceklerdir. Kafasından isabet alacaktır.
O artık aramızda olmayacaktır. Çünkü o kafasından aldığı bir kör kurşunla ebediyete gitmiştir.
O artık aramızda yoktur. Ancak onun düşmana karşı bilediği kin ve intikam duyguları hep bizimle olacaktır.
O artık yanımızda yoktur. Düşmana küfür ederken tüm cihazlarının sustuğunu bir daha görmeyeceğiz.
O düşmanı arazide gördüğünde şahinler gibi kalkışını bir daha görmeyeceğiz. Ve şahinler gibi vuruşunu da görmeyeceğiz.
O dişsiz ama sempatik, o sert ama insancıl, küfürlü ama dokunaklı, sakallı ama tatlı, zayıf ama iradeli Pale’mizi bir daha görmeyeceğiz.
Biz onun yürüyüşe kalkarken tek başına bir tabur gibi hareketini de görmeyeceğiz.
Belki onun bayan yoldaşları yanında istememesini eleştiririz. Belki onun eğitimden kaçışına anlam vermeyebiliriz. Belki de önceleri onun kural dışı diye tabir edeceğimiz yönlerini de benimsemeyiz.
Ama eğer siz Pale yoldaşla kalmışsanız tüm bu eleştirilecek yönlerinde onda ne kadar bir ahenk oluşturduğunu göreceksiniz. Hele hele dobra dobra düşünceleri oportünistlere karşı söyleyişini duyduğunuzda bir o kadar daha onu arayacaksınız.
Evet, siz onu arayacaksınız. Çünkü o nereye giderse gitsin hiperaktif duruşuyla gözlere giren biridir. Ve siz önceleri rahatsız olacaksınız, ancak onu tanıdıkça özünde ne kadar sade ve neolitik koktuğunu görerek onu bağrınıza basacaksınız.
Siz özelde Pale yoldaşı savaşın en kızgın ortamında göreceksiniz. Yoldaşlarına ve halka bağlılığını o anlarda yaşayacaksınız.
Hani var ya; uçurumun kenarına gelinmeden uçulmuyor diye.
İşte siz Pale yoldaşı tanımamışsanız onun hakkını veremezsiniz. Siz ona ilişkin çok yazıp çizebilirsiniz. Ancak siz onu yeterince ifade edemeyeceksiniz. Hatta onu tanımışsanız dahi onu türkü haline getiremeyeceksiniz.
Bu kadar rengârenk bir yoldaşı yazmak, çizmek, türküleştirmek her babayiğidin harcı değildir. Benim de öyle bir iddiam yok. Ancak karınca kararınca onu yazabilmiş isem ve onu yazarken tekrar geçmişe dalıp onu yaşayabiliyor isem ve onu şöyle böyle tanıyanlara onu azda olsa canlandırabilmiş isem ne mutlu bana diyeceğim.
Gerçekten Pale yoldaşı yazmak, anlatmak kolay değil. Bu kadar yiğitliğin bir kişide toplanması kolay anlaşılacak bir durum değildir.
Evet, Pale yoldaş. Seni hep Pale’miz olarak anacağız. Seni hep o gür sesinle, sert üslubunla ve keskin vuruşlarınla anacağız.
Sen Gabar’ın altın sayfalarına altın kalemle yazılacak ender yoldaşlardan birisin.
Bunun bilinciyle; ruhun şad olsun yoldaşların yoldaşı diyoruz.
Ruhun şad olsun Agitlerin mekânında destan yaratan yoldaş diyoruz.
Ruhun şad olsun. Ruhun şad olsun.
Caferi Sori
Halil Dağ'ın Botan Dağı Günlüğünden - 6
'Bizi eksikliğe sokacaksın heval Halil' dediklerinde onlardan sadece bir şarkı söylemelerini istemiştim. Aslında sadece söylemelerini değil, onlar söylerken bir de bu şarkının çekimini yapmak istemiştim. 8 Mart gecesi onlar o güzel seslerini zaten cömertçe sunmuşlardı. Bizlere cömertçe sundukları sadece sesleri miydi Coşkularını, neşelerini, eşsiz gülüşleri ve gencecik hayatlarını cömertçe ortaya koymuşlardı. Onlar hayatımızın bu en güzel kışına ve baharın ilk yağmurlarına sunulmuş birer armağandılar. Yoldaşların hatırı için bir değil,belki onlarca şarkı söylerlerdi ama benim istediğim bunun ötesindeydi.
O gece onlar şarkı söylemeye başladığında herkes ilgiyle onları dinlerken, ben bir Türk ve bir Kürt kızının birlikte kurdukları ses, söz ve kalplerinin uyumunu kameramın kadrajlarına nasıl kaydedeceğimi kara kara düşünüyordum. Şarkıyı öylesine güzel öylesine içten söylüyorlardı ve son mumun kırmızı ve titrek ışığı yüzlerini, gülüşlerini öylesine güzel aydınlatıyordu ki, o an söyledikleri şarkıyı dinlemediğimi fark etmemiştim bile. Şu an bile Mahsuni'nin parçasını söylediklerinin ötesinde şarkıya ilişkin hiç bir şey bilmiyorum. Kimse inanmaz ama öylesine etkilendiğim bu şarkının bir tek sözünü bile hatırlamıyorum. O andan aklımda kalan tek şey seslerinin tınısına kıstırdıkları eşsiz ezgi ve güzeller güzeli gülüşlerinde parıldayan yoldaş olmanın gizemiydi.
Nedense bende hep böyle oluyor. Gerçekleştirilenden çok onu gerçekleştiren, yaratılandan çok onun yaratıldığı doğa sarıveriyor ruhumu ve kalbimi böylesine fethedense seslerin sözlerin ötesinde, onlara anlamını veren, onları taşıyan, yükselten arkadaşlarımın hayatlarında saklı olan heyecan oluyor.
Bu iki fedai genç kız tabii ki, çekim yapma istemimi kabul etmediler. Kamera çekimi ne demek, bir fotoğraflarını bile vermeye razı olmadılar ama yine de alçak gönüllülüklerini elden bırakmadan ve yoldaşlık ahlakını göz ardı etmeden edemediler ve bana, bu konuyu bir kez daha düşüneceklerini söylediler.
En az onlar kadar ben de haklıydım. Hiçbir şeyin ve hiçbir anın tekrarının olmadığı bu dağlarda bir daha bu anı yakalayamayacağımı çok iyi biliyordum. Böyle zamanlarda konuşmaya başlayan içimdeki ses, 'ne yaparsan yap, bu iki fedai kızın seslerini ve görünümlerini kayda al' diyordu. Biri Sivaslı diğeri Serhat'lı, biri Türk diğeri Kürt, bu iki fedai kız Botan'ın toprak kokan gecelerinde bir daha karşıma çıkar ve bir kez daha o şarkıyı söylerler miydi, bir kez daha gözlerini diktikleri mumun kırmızı alevinde cömertçe gülerler miydi ve bir kez daha ne kalbinin, ne de arkadaşlarının sesine söz geçiremeyen kameramanın kalbini fethederler miydi... Zaman bir kez daha bana bu fırsatı tanır, bir türlü tam olarak doldurmayı başaramadığım ve gönlümce çekim yapamadığım kameramın bataryaları bu defa yeter miydi...
Bunları onlara bu şekilde anlatmadım. Daha açık, daha net ve daha acımasız konuştum. Onların ilgiyle ve gülümseyerek bakan yüzlerine ve beni reddedişlerine karşılık ancak şu sözleri söyleyebildim:
'Arkadaşlar bu bir savaş ve Botan bu savaşın kalbi... ve burada, bu savaşın orta yerinde bazı anlar hiç bir zaman tekrar edilemez.'
Ama kim anlar, kim bilebilirdi ki, Kameraman Halil'in yıllardır bu dağlarda neler yaşadığını... Kaç dağ yürekli insan, kaç güzel sesli yiğit bir tek görünüm, bir tek cümle vermeden geçip gitmişti yanı başından. Kamerasının objektifine yakalanmadan geçip giden dağ çocuklarının kaçının ardından ağladığını, hayatta hiç bir şey için dökmediği göz yaşlarını bir tek onların çekemediği fotoğrafları için döktüğünü kimse bilemezdi. Ve kaçırdığı yüzleri ve sözleri yakalamak için çıktığı bu yolculukta yakalayamadıklarının giderek arttığını, hüzünlerini azaltmak dağıtmak için taşıdığı bohçasının, kuzeyin bu amansız yollarında daha çok ağırlaştığını, damla damla akan gözyaşlarıyla dolduğunu kimse bilemezdi.
Karşımda tam bir cevap vermeden durmuş içten gülüşleri ve güzeller güzeli simalarıyla bana bakan bu iki yoldaşım da kalbimden geçenlerin farkında değildiler. Ama ben onların bakışlarında ne yaparsam yapayım onları ikna edemeyeceğimi fark etmiştim.
Onların Halil'in kamerasından daha büyük görevleri vardı, elbette... En acımasız yollar ve en amansız düşmanlar onları bekliyordu. Hayatlarını adadıkları o büyük eylem için düşmanlarına fırsat sunabilecek bir tek fotoğraf bile bırakmamalıydılar. Bu fotoğrafı çekecek Kameraman Halil olsa bile hiç bir şeyi şansa bırakmamalıydılar. Ve öyle yaptılar...
Ama ayrılırken 'yine de bir kez daha düşüneceğiz' demeyi ihmal etmediler.
Bugün 13 Mart ve ikinci gününü tamamlayan Hezil vadisi çatışması devam ediyor. Ekin ve Ararat yoldaşlar iki gündür bu kıyasıya süren çatışmanın orta yerindeler. Casus uçakları, kobra helikopterleri, özel harekatçılar ve Segirke'nin çeteleri onları vurmak için ateş yağdırıyor. Bütün dünya bir olmuş Ortadoğu halklarının umudu, güzeller güzeli iki genç kızı, iki fedaiyi vurmak için çaba harcıyorlar.
Ama hiç biri şu gerçeği bilmiyorlar; Onlar zaten gencecik hayatlarını, eşsiz gülüşlerini, en bakir hayallerini bu yol için feda etmişler. Zaten böyle kıran kırana kıyasıya bir yaşamı ve göğüs göğüse vuruşarak ölmeyi hayal etmişler. ve bu nedenle arkadaşları onlara 'fedailer' ismini vermişler...
Ben ise şu an ancak çatışma ve bombardıman seslerini dinliyor ve onların içinde bulunduğu düşman çemberini yarmak için gidecek yoldaşlara ekmek ve su hazırlayabiliyorum.
Daha fazlasını yapmama izin vermedikleri için de dua ediyor ve 'neden daha fazla ısrar etmedim' diye kahroluyorum.
Neden onlar kadar olamadım... Onların görevlerine olan bağlılığını neden ben kendi görevim için sergileyemedim. Bu yollara onlar için düştüysem öyleyse ne yapıp ne edip görevimi başarmalıydım. Botan dağlarında yaşananları ve yaşayanları bir kare dahi olsa mutlaka kamerama kaydetmeliyim. Yoksa benim zayıf kalbim buna daha fazla dayanamaz ve kalbimin kaydettiği bu fotoğrafları başka türlü taşıyamam.
Ama kendime söz veriyorum; bu son olsun, eğer bu iki fedai, bu iki güzeller güzeli kız o cehennemden, o kuşatmadan kurtulurlarsa, bu defa benden kurtulamayacaklar. Kameram bu sefer onların gözünün yaşına bakmayacak...
Bu yazıyı tamamladıktan yaklaşık kırk beş dakika sonra Ararat yoldaş tek başına geldiğinde, yazıya bu son cümleleri eklemeye başladım. İki gündür süren çatışmanın bütün yorgunluğu ve hüznü üzerindeydi. Ararat uzun zaman konuşmadı. Başını Nuda arkadaşın göğsüne yasladı ve öylece bekledi. Kuşatmadan tek başına çıkmıştı. Hiç birimiz O'na Türkmen kızı Ekin'i soramadık.
Çünkü hepimiz, O'nun orada, o kuşatmada bir kez olsun fotoğraflayamadığım gamzeli gülüşünü, kayda alamadığım eşsiz sesini ve gencecik hayatını yoldaşları, halkı ve bütün hepimiz için gözünü kırpmadan feda ettiğini çok iyi biliyorduk.
Halil DAĞ / BOTAN
Halil Dağ'ın Botan Dağı Günlüğünden - 5
'Aslında ben usta değilim, Halilim' diye kulağıma fısıldadığında, ben de hemen O'nun kulağına 'sen ustasın, hem de hayatımızın ustasısın, ustam...' diye fısıldayıverdim. Bu bizim Kadir usta ile son kez kucaklaştığımız, birbirimize son kez doyasıya sarıldığımız ve 'başarılar' dileyip ayrıldığımız andı.
Onunla yıllar sonra bir kez daha ayrılıyorduk. Bu kaçıncı ayrılışımızdı tam olarak bilemiyordum ama bu defa o Erzurum'a, ben de Dersim'e doğru yola koyuluyorduk. O bir yoldan, ben de bir başka yoldan girecektik yolları çatallanan bu bahçeye. Son on üç yıldır yollarımızın birçok kez kesiştiği Kadir Usta ile bu yollarda bir kez daha karşılaşır mıydık, her ikimiz de bilemiyorduk ama aşkı vurduğumuz sıradağlarda bir kez daha görüşmek ve birbirimizi bir kez daha dostça, yoldaşça kucaklamak üzere sözleştik.
Hepimiz Kadir Usta'nın bir meslek alanında usta olduğunu bilirdik ama bu mesleğin ne olduğunu hiç birimiz bilmezdik. O'nun bu sıfatı dağlara gelmeden önce aldığını düşünsek de, 'usta' sıfatının bu dağlarda ona en uygun kişiyi bulduğu konusunda hepimiz hem fikirdik.
İşin güzel yanı ise, bu sıfatından dolayı, O'na mesleği sorulduğunda ya marangoz, ya duvarcı, ya da tamirci gibi, her defasında başka bir meslek söylemesiydi. Bundan dolayı da bu dağlardaki her işe usta çağrılırdı. Ustaydı ya, mutlaka her şeyin doğrusunu ve nasıl yapılacağını o bilirdi. Bayan arkadaşların fırını mı bozulmuş, usta hemen aranır, bir manganın duvarı mı yıkılmış, usta hemen çağrılırdı. Bir derdimiz mi var, doktordan önce ustaya başvurulurdu.
Kadir Usta da hiç bir şeye 'hayır' demez, kolları sıvar, yüzünden eksik olmayan dost ifadesiyle girerdi işlerin içine. Ustadır ya, herkes ona güvenirdi. İş O'nun ellerine bırakılır, herkes bir kenara çekilirdi. Usta ise bu yalnızlığına hiç aldırmaz, kan ter içinde işini yapardı. Tesadüf müydü, bilemiyorum ama imansızın elinden hiç bir şey kurtulmazdı. Uzaktan bakıldığında aslan olan iş, O'nun ellerinde kuzu oluverirdi.
Usta'nın aslında usta olmadığını bir tek ben bilirdim. O da benim bunu bildiğimi bilirdi. Usta daha usta olmadan yıllar önce, O daha henüz bir çırak iken Şam'ın kızgın güneşi altında tanışmıştık O'nunla... Usta olacak yaşa henüz ulaşmadan okulunu bırakıp Başkan Apo'nun öğrencisi olmaya geldiği '95 yılının baharında karşılaşmıştık. O günlerde altın sarısı saçları ve güneşte yanmış yüzü ile yumurtadan yeni çıkmış bir civciv gibi merakla bakıyordu etrafındakilere. O zamanlar ustalık bir yana, delikanlı olması için bile kırk fırın ekmek yemesi gerekiyordu.
O zamanlar hayatta henüz emeklemeye başlamış olan bu Arap çocuğunun ne yaman gerilla olacağını ve dağların şifresini hepimizden önce çözüp ustalaşacağını kim bilebilirdi ki...
İşte o günlerde, O'nun Antakya'da yaşayan Arap halklarından olduğunu öğrenmiş ve birlikte mutfakçı olduğumuz bir gün O'nun ellerinden Antakya pilavının yapılışını zevkle izlemiş ve o yemekten aldığım tadı bir daha unutmamıştım.
Ondan sonraki yıllarda Kadir yoldaş ile çok sık olmasa da, belirli zaman aralıklarında birçok kez karşılaştık. O'nun bu karşılaşmalar arasında geçen süreçlerde nasıl ustalaştığına bizzat tanık olmadım. Çünkü birlikte geçen bir pratiğimiz olmadı hiç. Sadece yol ayrımlarında karşılaştık O'nunla...
Ama her karşılaşmamızda kişiliğinin nasıl büyüdüğünü, savaşa ve yaşama nasıl hükmetmeye başladığını çok iyi fark ettim. Ustalaşmasına rağmen her karşılaşmamızda arkadaşlığımızın tadı bir kez daha tazelensin diye Antakya pilavını yapmayı ve bana bir kez daha tattırmayı hiç ihmal etmedi. İhmal etmediği bir şey daha vardı ki, o da, her defasında omuzlarımdan tutup ilk günkü heyecanıyla 'halilim...' demesiydi.
O bana 'halilim' diye hitap eden tek insandı. Bende 'ustam' demeyi ondan öğrendim.
O karşılaşmalarda ben O'na hep 'sen ne kadar ustalaşsan da, benim gözümde sarı civciv olarak kalacaksın' diye takılırken, O da sırtımdaki kamera çantasının büyüklüğüne işaret ederek bana, 'sen de bir türlü tavşanı yakalayamayan kaplumbağaya giderek daha çok benziyorsun' derdi ve dağlarda çektiğim gerilla fotoğraflarının değerini anlatmak için her defasında şu hikayeyi ilk defa anlatıyormuş gibi heyecanla bir kez daha anlatırdı:
'Suların yükseldiği bir sabah deniz kıyısında yürüyen bir genç, kumlar üzerinde kalmış, sular geri çekildiğinde denize ulaşamamış denizyıldızlarını görür. Güneş yükselip kızgınlaştığında hepsinin kuruyup öleceğini bildiği için denizyıldızlarını tek tek denize, ait oldukları yere fırlatır.
Bu genci izleyen yaşlı bir yazar, güneş iyice yükselmeden önce denizyıldızlarının hepsini suya atamayacağını fark etmiştir. Gencin yanına yaklaşır ve kumların üzerinde milyonlarca denizyıldızı var, bir kaç denizyıldızını suya atsan ne fark edecek ki, der.
Genç, yazarın bu sözleri üzerine kumlara eğilir. Bir denizyıldızını daha eline alır ve denize doğru fırlatır. Yaşlı yazara döner, bunun için fark etti, der.'
Ustam ustaca anlattığı bu hikaye ile dağlarda kaydettiğim görüntülerin değerine öylesine güzel vurgu yapardı ki, ben bile o kadar değer verdiğim bu çalışmayı yapıyor olmaktan bir kez daha tad alır, mutlu olurdum.
Kadir Usta isimli bu Arap çocuğunun Erzurum'un karla kaplı dağlarındaki fotoğraflarını çekmek için bu yolculuğa koyulmuştum. Bu yolculuk sırasında sır gibi önümde uzanan bu dağların bir yerinde O'nu bir kez daha yakalayacağıma inanıyordum. Botan'da çatışmaya girip yaralanınca yolculuğum aksamış ve Ustam başka bir hattan ilerleyerek hızla öne geçmişti. Bunu hiç sorun yapmamış, elbette O'nu yakalayacağımın inancını hiç yitirmemiştim.
Ama usta, dağlardaki hayatımızın o tek ustası benden önce ulaştı Bingöl dağlarına ve benden önce vuruldu... Bir hainin ihaneti sonucu özel timlerin onu pusuya düşürdüğünü ve altın sarısı tenine amansızca kurşun yağdırdığını duyduğumda ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim.
Ustam böyle mi sözleşmiştik...
Hani bu Arap bedevisinin Şerefettin dağlarındaki ilk fotoğrafını ben çekecektim... Hani O'nun usta elleriyle yapılmış Antakya pilavını bir kez daha orada tadacaktım... Hani omuzlarımdan tutup aynı heyecanlı gözlerle 'Halilim' diyecektin...
Hani denize ulaştırmadığımız hiç bir denizyıldızı kalmayacaktı...
Halil DAĞ / BOTAN