
her zaman gözümün aydınlığında
zıplaya zıplaya
oynaşıyordu
bir an
bir zaman
bile ayrılmıyordu bende
ne zamandı
o sene
96 idi
gençti
yeni yeni
sakalı siyahı bürünürken
tıpkı tabeladaki
nakışlı resmi hatırlatıyordu
boyu posu sipsiyah
saçları
şevkle ışılan gözleri
kar beyazında olan
dizili dişi
küçük ağzı
gülümsüyordu her zaman
taze taze…
vücudu taze zeka ile
tez canlılıkla
almıştı ulusunun bilincini
tepki ve kinle
ve de akıllıca
aldı eline
tek kol qılêşi
taktı rahtını
portakal narincoklarını
zaten eskiden giymişti
Apo’nun yeni tacını
bırakmamaya yeminliydi
o taca layık kalmak için
canlı yaşamak istedi
ama bu günya
gaddar insanlarla dolu
bırakmadı umudu ona
gururu vardı onun
tek tahrikle korkuyorsun sen savaştan
onda gerçek bu yoktu
o gerçek Apo’nun, sadık yoldaşı ve dostuydu
Zagros’un sarı elbiseleriyle aldı grubunu
Şehit Cihat’a doğru koyuldu yola
akşam üstü idi, pusu yerine ulaşmıştı
bekledi yarını, öğlen sıcaklığını
savaşçılarını sağlam mevzilere yerleştirdi
herkes tetikte
o da…
çevre sessiz, sabah sessizliğini cırcır böcekleri bozuyor
ön kapkara, aşağıda ise karakol ışıkları
göklerdeyse pırıldayan yıldızlar
dalmış O…
bir bütün vatan ızdıraplarına
gözleri ve hayalleri ise
gitmiş Mardin’deki ızdıraplara
beyni, yüreği dolmuş intikam
canla, başla koyulmuş bu derya gibi yola
birden dolan gözlerini sildi
ve açtı…
çevreye-tepelere ve bir de güneşin doğduğu yere
güneş şevkle keskin ışınlarını vurdu gözlerine
bir an kapattı göz kapaklarını
gözlerine sanki karanlık girmişti
burada ani bir film şeridi gibi gördü geçmiş vatan tarihini
irkildi birden, açtı gözünü
ve bu acıyı bir daha hatırlamak istemedi
nefretle kovmak istedi bu fikri
içinde sessiz bir sesle
tek bir özgür vatan için adayacağım canını
çok ama çok uzaklardan ayırdı gözlerini
ürperdi birden şapkalı biri
kolunda G-3…
ha! bu düşman!
bir el işaretiyle herkes dursun şimdi
denileni yaptılar, gelip geçti düşmanın tümü
yine bir el işaretiyle, tamam
işaretledi…
önce bomba pimleri, sonra qılêş leblebileri
yağdırdılar!
böylece düşmanın tümü yatıyordu yerde
ve sessiz!
kan kokusu, barut dumanlığı karışmış birbirine
bu anda Zeki’nin berrak sesi duyuldu
hücum!
halkımın çektiği acılarının intikamını almak için hücum!
saldırı grubu yay gibi fırladı mevzilerinden
çift çift - tek tek
intikam! intikam!
Zeki’nin sesi ise, herkesinkinden daha yüksek ve netti
bir daha intikam! deyip kesildi o berrak sesi
silahlarla hala gürültülüydü
Zeki yok ortalıkta
ne ses ne can…
ne de o tabeladaki resmi
düşman kanının kokusu
burun deliklerine sızıyordu
ve bir başka koku
bu koku Zeki’nin kan kokusuydu
belliydi Zeki’nin taze kan kokusu
yoktu artık kara saçı
gülümseyen yüzü
ve beyaz dizili dişleri
o şevkle gülümseyen yüzü…
o sadıktı bu davaya
canı, ruhu, kanı halen var burada
dostları çok, yoldaşları çok
bir Bêrîvan bir Ferhat, yek Dilan
bir halk bir yoldaş var yollarında
Zeki güneşin ışığı ve çocuğu
elveda yüce Dost!
fiziğin gitmiş olabilir
fikrin, ruhun, vasiyetin halen yanımızda
uğurlar olsun sana....
Zeki Mardin(Manga Komutanı)
1994 Avrupa Katılım
1996'da Ertûş alanı Şehit Jêhat Tepe saldırısında şehit
Fırat Şemzinan
Bir ideoloji, düşünce ve hareket kendisine ölümüne bağlanmış kişilikler yaratabilmişse, bu o ideolojinin ve hareketin tarihte silinmez izler bıraktığının göstergesidir. Özgürlük mücadelemizde ismi belli olan, olmayan birçok özgürlük savaşçısı köleliğe, onursuzluğa ve tahakkümcü yaklaşımlara boyun eğmeyerek ve dayatılan anlamsızlığı kabul etmeyerek isyan etmiş ve mücadelemizin asıl kalıcı değerlerini oluşturmuştur. Tarihin hakkını vermek mücadeleyle birlikte özgürleşen ve güzelleşen şehitler gerçeğinde derinleşmekle ve anlam yükünü her yönüyle algılayabilmekle ve kendimizde bir kimlik ve bellek yaratmakla mümkündür. Özgürlük hareketimiz içerisinde şahadet gerçekliği, gerçekten hiçbir biçimde zulme boyun eğmeyen ve özgür yaşamdan başka bir yaşam tarzına asla geçit vermeyen kahramanların yaratımıdır. Şehitlerimiz, mücadelenin zorlu yollarında en önde gidenler, maratonun en hızlı koşucusu olanlar, beyniyle ve yüreğiyle yolumuzu aydınlatan birer kahramanlık örneğidir. Kişilerin en son soluklarında söyledikleri sözler en yalın gerçeklerdir. Ve şehit arkadaşlarımız son sözlerini söylerken gözleri arkada kalmamıştır. Şehit arkadaşlarımız birgün mutlaka bu sözlerini ardıllarının yaşamsallaştıracağına inanarak şahadete gittiler.
Her toprağa gömülen yoldaşımızla bir olmaya çalışmak, arkadaşlarımızın amaçları, hayalleri, kişilik özellikleri ve özgürlük tutkuları ile daha da bütünleşmek ve bunu mutlaka başarıya dönüştürmek, davranışlarımıza onların davranışlarını, insana yaklaşımlarını örnek alarak biçim vermek yaşamımızın en temel özgürlük denklemidir. Bu yaklaşım salt duygusal bir yaklaşım olarak ele alınamaz. Yoldaşına bağlılığın, düşmana olan öfkenin açığa çıkardığı aktiviteyi, özgür ve anlamlı olanın savaşımına yönelten bilimsel bir yaklaşımdır. Özgürlük hareketimizde başarıyı anlamlı ve değerleri kalıcı kılan bu temel özelliktir. Bu şahadetlere yaklaşım üzerinden şehit gerçeğine yaklaşım acımızı daha anlamlı kılar ve mücadele azmimizi güçlendirir. Yoksa her şehit düşen arkadaşla bir parçamızı daha kaybettiğimizden bu şahadetlere dayanabilecek gücü kendimizde yaratamayız. En son bu acılarımıza bir yenisi daha eklendi. Gülbahar arkadaş ve beraberinde şehit düşen, ömrünün baharında olan, pırıl pırıl genç arkadaşlarımız yüreğimizi derinden yaraladılar. Gülbahar arkadaşı uzun süredir tanıdığımdan Onu anlatmaya gücümün yetmeyeceğini bilerek Onu anlatmayı bir yoldaşlık gereği olarak görüyorum.
Gülbahar arkadaş ailesinin yurtsever olmasından dolayı çocuk yaşlarda mücadeleyle tanışır. Babası yurtsever olan Gülbahar arkadaş çocuk yaşlarından itibaren devrimci olmanın onuruyla yaşar. Ve onurlu bir devrimci olmanın nasıl gerçekleşeceğini babasından öğrenir. Babası Gülbahar arkadaş’ın ilk öğretmenidir. Sürekli olarak devrimci öykülerle, direniş hikâyeleriyle büyüyen Gülbahar arkadaş babasının şahadetinden oldukça etkilenir. Babası hem onun ilk yaşam öğretmeni hem de ilk yol arkadaşıdır. Gülbahar arkadaş 1991 yılının sonlarında mücadeleye katılır. Dağa gelir gelmez uyum sağlamada zorlanmaması ve zorluklar karşısında zorlukları aşabilecek gücü ve cesareti göstermesi doğal devrimciliğinden kaynağını almaktadır. Gülbahar arkadaş dağlara gelir gelmez girişkenliği, pratik yetkinliği, doğaya uyumu ve morali ile arkadaşların ilgisini çeker. Bir de arkadaşların ilgisini çeken bir diğer yön Gülbahar arkadaşın yanık sesi olur. Gülbahar arkadaş acı çeken ve derin duygulara sahip olan insanların, dağlı kadınların sesine sahiptir. Bu güzel sesiyle gerillanın ateş başında gerçekleştirdiği sohbetlere yanık sesiyle anlam katar. 91 yılında Zele’de kalır ve daha sonra 93 yılında Serhat eyaletine geçer. Gerilla olarak savaşta aktifleşmeyi, komutanlıkta öncüleşmeyi Serhat eyaletinde yaşar. Savaşın en kızgın olduğu koşullarda düşmanın yoğun yönelimleri karşısında en iradeli duruşu sergileyen, eylemlerde sürekli olarak saldırılarda yer alan bir arkadaştır. Serhat’ın arazisi ve koşulları oldukça zorlayıcı olmasına rağmen bir kadın olarak en aktif katılımı sağlayan komuta düzeyinde yetkinleşen savaştıkça güzelleşen Gülbahar arkadaş yoldaşlık ilişkilerinde de en derin bağılıkları yakalamayı başarmıştır.
Asi bir Kürt kızı olan Gülbahar arkadaş inatçı, gururlu yaklaşımları ve dik başlılığıyla kendisini tanıyan tanımayan herkesin ilgisini çekmeyi başarır. Duruşuyla etrafındaki arkadaşlarda güven yaratan Gülbahar arkadaş, eylemlerin aranan ismi olur. Eyleme giden arkadaşlar yanlarında Gülbahar arkadaş olduğunda daha bir gönül rahatlığıyla eylemlere katılır ve eylemlerinin kesin sonuç alacağına inanırlar. 1996 yılında kadın arkadaşlar Önderliğin talimatıyla Serhat eyaletinden çekilir. Önderlik Serhat eyaletinin kadın arkadaşlar için zorlayıcı ve yıpratıcı olduğunu düşünerek, düşman yönelimlerinin yoğunlaşmasından kaynaklı arkadaşları eğitim amaçlı Akademiye çeker. 1996 yılında Önderlik sahasına geçen Gülbahar arkadaş, pratikte güçlendirdiği yanlarını ideolojik olarak aldığı eğitimle tamamlamaya ve komple bir militan gerçekliğini kendinde yaratmaya çalışır. Önderlik sahasında kadın militanlar kendileriyle, kişilikleriyle, yaşamla ve tarihle canlı ve doğru bir etkileşim içerisine girerler. Gülbahar arkadaş Akademide Önderlikten aldığı ideolojik güçle mücadele içerisinde öncü düzeyde rol oynayabilecek bir yetkinlik düzeyine ulaşır.
Akademide gördüğü eğitimden sonra Xakurke’ye gelen Gülbahar arkadaş burada KDP’ye karşı yürütülen savaşta aktif rol oynar. Hem kadın hem de erkek arkadaşlar tarafından çok sevilen Gülbahar arkadaş duruşuyla kısa sürede güven yaratmaya ve arkadaşlar içerisinde doğal olarak etkinlik sağlamaya başlar. Herkes kendini Gülbahar arkadaşın yanında rahat hisseder. Hem örgütsel, hem yaşamsal, hem de eylemsel düzeyde arkadaşlarda duruşuyla güven yaratmıştır. Bu dönemde gelişen hemen her eylemde saldırı grubunda yerini alan Gülbahar arkadaş hangi eyleme giderse gitsin başarılı olmuştur. Geri çekilme sürecine kadar bu alanda kalan Gülbahar arkadaş pratikte yetkinleşen, Önderlik sahasındaki eğitimle komutanlaşan, yaşamıyla öncüleşen bir kişiliğe ulaşmıştır. Daha sonra Mahsum Korkmaz Akademisinin birinci devresinde eğitim görür. Gülbahar arkadaş, bu devrede askerileşme ve komutanlaşmadaki ısrarıyla dikkatleri bir kez daha üzerine çekmeyi başaran bir duruşun sahibi olur. Komutanlığa yatkın kişilik özelliklerinden dolayı akademinin ilk devresinde komutanlığa yatkınlık ödülünü alır. Gülbahar arkadaş akademi eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra uzun süre bölük ve tabur komutanlığı görevlerini üstlenir. YJA STAR meclisinde yer alan Gülbahar arkadaş Metina’da karma tabur komutanlığı görevini yerine getirir. Bu alanda bulunan kadın ve erkek arkadaşların hemen hemen hepsi Onun taburunda yer almak ister. Bu tabur düzeni, disiplini, askeri duruşu ve tüm pratik koşullarının zorlayıcılığına rağmen gördüğü ideolojik eğitimlerle diğer taburlardan oldukça farklıdır. Uzun bir süre bu taburda komutanlık yapan Gülbahar arkadaş, en son 2007 yılında Şehit Beritan Özgür Kadın Akademisinde kış eğitim devresinde koordine düzeyinde görev yürütür. Ve bu dönemde gerçekleştirilen 4. HPG konferansından sonra askeri konsey düzeyinde görev yürütmeye başlar. Bütün yoğunlaşması kuzey alanlarına geçmeye yönelik olan Gülbahar arkadaş, süreci sıradan bir biçimde karşılamamanın kararlılığına ulaşmıştır. Bu süreçte sürekli olarak tüm yoğunlaşmalarını paylaştığı defterinde fedai eylemine kendini hazırlamakta ve Önderliğe, arkadaşlara mektuplar yazmaktadır. En son bahar düzenlemesiyle Gabar’a gidişi netleşen Gülbahar arkadaş Agitlerin, Erdalların ve ancak yiğit yaşayanların mekânı olan Gabar’a gitmenin sevincini yüreğinin derinliklerinde hisseder. Ve Gabar alanına geçerken taktiği zenginleştirme, etkili ve caydırıcı eylemsellikler geliştirme amacıyla gidişine anlam katmak ister. Yılların yarattığı tecrübe düzeyi ve birikimle bu kez kuzeye yönelimi Gülbahar arkadaş kadar genel örgüt açısından da farklı anlamları içermektedir. Gülbahar arkadaş edindiği tecrübeyi, birikimi profesyonelleştirme ve diğer yoldaşlarına aktarma fırsatını bulmanın ve Önderliğe layık olabileceği alanlara yönelmenin sevincini yaşarken, örgütümüz açısından Gülbahar arkadaşın kuzeye yönelimi gideceği alanda eylemselliklerin gelişeceği ve örgütsel anlamda sorunların yaşanmayacağı konularında güven ve umut verir.
Ancak ne yazık ki her ölüm erken olduğu gibi Gülbahar arkadaş’ın şahadeti de çok erkendi. Daha yapacak çok işi, üstlenecek çok sorumlulukları vardı. Gabar’a geçişi kısa bir süre olmasına karşın oradaki arkadaşların yüreğinde yer edinmeyi başarmıştı. Ve en son hepsi birbirinden değerli Xwinda, Rozerin, Beritan, Harun ve Serdem arkadaşla kanının son damlasına kadar çatışarak şahadete ulaştı. Gülbahar arkadaş kendine yaraşır bir biçimde kavganın ortasında şahadete gitti. Gülbahar arkadaş ve onunla birlikte olan arkadaşların direnişi yaşam manifestomuz oldular. Gülbahar arkadaş yaşamı, eylemi, kişiliği ve direnişiyle YJA STAR’ın yeni dönem kimliği olmayı başardı. O hepimizin komutanıydı ve bundan sonra da öyle kalacak.
Tam bir Ortadoğulu ve tam bir Kürt kızı olan Gülbahar arkadaş bu toprakların ürünüydü. Bu dağların bir parçasıydı. O dağların gülü Gülbahardı. Fiziği, saçları, sesi, dış görünüşünden tutalım asiliğine, inatçılığına, dik başlılığına, cesaretine kadar tam bir Kürt kızıydı.
Zağroslarda çok kısa bir süre kalmasına rağmen Glidağ’da bir ceylan gibi yaşayan Gülbahar arkadaş buranın zorlu, çetin coğrafyasıyla uyum sağlamakta zorlanmamıştı. Glidağla Zağroslar arasında uzanan bir köprü olmuştu. Pratik zekâsındaki gelişkinliği ve örgütleyiciliğiyle yaşama düzen veren, disipline eden Gülbahar arkadaşın yaşamı örgütlemede sistem kurmada üstüne yoktu. En son komutanlaşmanın ve militanlaşmanın mekânı olan Gabar’da özgürlük mücadelesinin zirvesel ifadesi oldu. Botan soylu kadın kahramanlıklarımızın yaşandığı direniş kalesidir ve Kürdistan’ın kalbidir. Cihan, Agıri, Zelal, Sorxwin, Yıldızların mekânını katılımıyla boş bırakmaz. Ve şahadetiyle, görkemli direnişiyle Onların ardılı olmayı başarır. Gülbahar arkadaş Gabar topraklarına layık bir komutan olduğunu direnişiyle kanıtlamıştır.
İnsanlık değerlerinin yaratıldığı bu kutsal topraklarda nasıl yaşamalı sorusuna verilmesi gereken yanıtın kendisi oldu. Dağlarda nasıl güzel yaşanılırın, dağları yüreğine sığdıran gerilla olmanın sırrının çözdü. Gülbahar arkadaş dağlarda kendini yeniden yarattı. Kendi doğumuna kendisi tanıklık etti. Kendisiyle birlikte yaşamı da yarattı. Ve tanrıçalar diyarında tanrıçalarla arkadaşlık kurarak özgürlük tanrıçalarımızdan olmayı başardı. Kolay kolay yenilgiyi kabul etmeyen Gülbahar arkadaş, kendini özgürlüğe adayarak mücadelenin öncüleşen kadın komutanlarından oldu. Çabuk pes etmeyen Gülbahar arkadaş başaramam, güç getiremem, yapamam edemem yaklaşımlarına karşı son derece öfkeliydi. Hangi konuda olursa olsun başaracağına inanır, kendine güvenirdi. Kendine olan bu güveni Onu her konuda daha cesaretli ve başı dik kılardı. İnisiyatifli ve yaratıcıydı. Denetimindeki savaşçıların her yönüyle eğitimiyle ilgilenirdi. Eğer bu özgürlük dağlarında yaşıyorsam özgürce yaşamalıyım derdi. Özgürce de yaşadı…
Yoldaşlığa bağlılığı en önemli özellilerindendi. Mücadele yaşamında yoldaşlık ilişkileri Onun için stratejik değerde anlama sahipti. Sevdiği ve bağlı olduğu insanlar için gözünü kırpmadan canını bile verebilecek kadar yüreğini büyütmüş, zihnini temiz tutmuştu. Paylaşımlarında güvendiği arkadaşlara her şeyini anlatabilirdi. Kendisine sakladığı, gizli saklı bıraktığı hiçbir şey olmazdı. Tüm duygularını, yalansız, hesapsız ve kaygısızca paylaşırdı. Erkek arkadaşlarla ilişkilerinde iradeli ve ilkeli ilişkiler dışında gelişen hiçbir yaklaşımı kabul etmez bu tür geri ve egemenlikli yaklaşımlara karşı mücadele yürütürdü. Çağımızın yarattığı gerçeklik içerisinde yetişen kişiliklerle özgür ilişkiler geliştirilebileceğine inanmazdı. Erkekle kadının ancak Önderliğin belirlediği özgürlük ilkeleri çerçevesinde ilişkilenebileceğine inanıyordu. İlişkilerinde ne kadın ne de erkek arkadaşlara taviz verirdi. Aslında Gülbahar arkadaşı ikinci Şehit Mizgin arkadaş olarak değerlendirebiliriz. Gülbahar arkadaşın kadın komutanlaşmasındaki ısrarı, ilkeli duruşu, dağlara olan bağlılığı, güzelliği ve yanık sesi Onunla Mizgin arkadaş arasında benzerlikler kurmama neden oluyor.
Gülbahar arkadaş, 99 yılında Önderliğimizin fiziki olarak esaret altına alınışından sonra gelişen süreci kadın özgürlük militanı olarak hiçbir zaman içine sığdıramadı. Her yıl 15 Şubatın kendisinde yarattığı acıyı içeren yazılar yazdı. Özellikle Viyan arkadaşın eylemi yoğunlaşmalarında derin etkiler oluşturdu. Önderlikten sonra yaşamanın anlamı kalmadığını ve olacaksa bir yaşamın bunun özgürlükle ve Önderlikle bir yaşam olduğunu her yazısında, konuşmasında, şarkısında dile getiriyordu. Viyan arkadaşın eylemi ve bıraktığı mektuplar yoğunlaşmalarını derinleştirmiş ve Viyan arkadaşla yeni bir yaşama başlama kararlılığına ulaşmıştı. Kendi kuzeye geçişini de Viyan arkadaşın kuzeye geçme hayalini gerçekleştirme olarak ele alıyordu. En son Gabar’a geçmeden önce Cudi’de kısa bir süre kalmış ve Cudi’ye hayran olmuştu. Yazdığı ve gönderdiği son notta şunları belirtmişti “ Cudi tek kelimeyle bir harika. Önderliğin bahsettiği Cudi’ye Lavqe Garib’e ve Safine’ye çıktım. Sanki Önderlikle yaşıyormuş gibi hissettim kendimi. Yüreğim büyük bir hüzünle doldu. Önderliğimizi ve siz yoldaşlarımı düşündüm hepimizi yüreğimin derinliklerinde yaşayarak buralara taşımak istedim. Cudi’den sonra Gabar’a geldim. Şu an Gabar’dayım. Kısa bir süre oldu galiba ben buraları çok seveceğim. Arkadaşların katılımları ve moralleri beni çok etkiledi. Yaşadıkları zorlanmalar olsa da bunları aşacak irade ve moralleri var ve bu arkadaşların katılımını güçlendiriyor. Burası emek alanıdır. Emeğin değerini biliyorsun.”
Şehit arkadaşların üzerine yazı yazarken, onlar hakkında konuşurken hep bir şeyler eksik kalır. Ve kişi onları anlatamamanın acısı, burukluğu ve hüznü altında ezilir. Ancak bu durum salt kelimelerin kifayetsizliğinden değil şehitlerimizin yüceliklerinden kaynaklanır. Şimdi Gülbahar arkadaşı uzun süredir tanıyanlardan biri olarak Onu yeterince anlatamamanın acısını yaşıyorum. Ama çok fazla söze gerek olmadığını da biliyorum. Çünkü Gülbahar en fazla kendisi kendini anlattı. Kendisi mücadelesiyle, yaşamıyla, şahadetiyle kendini herkese sevdirmeyi başardı. Gülbahar hepimizin doğal komutanı oldu. Anın önünde saygıyla eğiliyorum KOMUTANIM…
Nalin Dilpak
Evren, zaman tünelindeki ödünç sevinçlerin mağrur durağı, güz dökümlerinin sarısında damlayan matem yaslarının rüzgârlı tanrısı, kaybetmelerin kulağında fısıldayan sahipsizlerin seslerinin hüzünbaz tanığıdır. Zaman, ırmak düşü yolların duraksız yolcusu, yol ayrımlarının serüvencilere gebe patikası, serüven ağrılarını sinesinde yutan ölçümsüz evreni sarmalayan kesintisiz bir çemberdir. İnsan, evren sınırında tüm zamanlara akan, her yönüyle çözümlenememiş sınırsız bir dünyadır. O evrenin gözlerinde zamana açılan tüm arayışların kapısıdır. Yolculuk bu kapıdan girmekle başlar. Gerçek yolculuk kapıdaki kilidi hedeflemek değil, kapının arkasındaki dünyanın gizlerini avuçlamaktır. Giz bir bilinmezdeki arayışın ömürsel, zamansal tutkusudur. Ömür, zaman kesitinde insan arayışlarının üzerinde yol aldığı an’a bölünmüş tek basamak bir merdivendir. O bir kez yaşanır. En doğrusu bir arayışa adanandır. Arayış, beynin ve ruhun medcezirinde kabaran yürekteki nehirleri, denizlere ulaştırma yolculuğudur. Yolculuk yolların macerasıdır.
Yol, anın sınırında evren kadar sınırsız, anların bitiminde zaman kadar bitimsiz, bir yanında gerçeklerin yaşandığı, diğerine hayallerin çizildiği umut düşü görüntüdür. İnsan hem bu görüntüyü seyreden hem de seyrettiğinin ardındakini merak eden tüm kavşakların toplandığı anayolun, ana görüntünün kendisidir. Görüntü, anın bir kesitinde resmedilen bir gerçektir. Ama gerçeğin hepsi değil. Sadece onun bölünmüş ve dondurulmuş bir parçasıdır. Görüntünün bir parçasını dondurmak, onu yakalamak, gerçeği yakalamak demek değildir Gerçeği yakaladım demek, onda kendini kendinde onu öldürmektir. Gerçek yakalanmaz o yaşanılır. Çünkü o tüm görüntülerin, döl yatağı zamanın akışkanlığına düğümlü bir dinamizmdir. İnsan bu dinamizmin, hem seyredeni, hem aktörü, hem okuru, hem yazarı, hem çırağı, hem ustası, hem mağlubu, hem de galibidir. Galibiyet, sevinç yağmurlarının iklimidir. Her iklim beklenenlerin, kanıksananların dışında, beklenmeyenlere kanıksanmayanlara gebedir. Ebenin müdahalesini bekleyen her gebe sevinçlerde son bulmaz. Sevinçler, arayış serüveninde gerçeğin insana tebessümüdür. Kahkaha yanardağın kendisidir. Lav parçacığı yanardağın sinesinden kopar. Onunla yanardağın büyüklüğü ya da küçüklüğü ölçülemediği gibi, bir tebessümle gerçeğin tümüyle cömert olduğu sonuca varılamaz. Saflık, tebessümle beliren beyaz dişlerin güzelliğine bakmak değil, ona meyledip ondan sonsuz haz almak, her şeyi onda kitlemektir. Gerçeği parçada hapsetmektir. Gerçek bütündür parçaya sığmaz. Parça bütünsüz yarım bir zavallıdır. Tıpkı damarın kansız hiçbir şey olduğu gibi. Ama her yarım, sevinçlerdeki yolu tümleyen tümün kendisine bölünmüş parçasıdır. Yol yarıda alınabilir. Tümde alınabilir. Yolu yarılamak menzile varmak demek değildir. Çünkü arada menzile ulaştıran yarının yarısı kadar bir yarı vardır. Bunun içindir ki gerçeği sevinçlerde parçalamak, arayışı olan insanı yarı yolda tek yöne bağlamaktır. Oysa bir yön tüm anayönlerin toplamı değildir. Toplamın sadece bileşenidir. Nasıl ki hep doğuya yönelmekle batının, kuzeyin ve güneyin rüzgârları tadılmıyorsa, yalnız sevinçlerde yol almakla da serüvenler doğru rotaya oturtulmaz. Gerçeğin serüvencileri, sevinçlerdeki aydınlığın acılardaki karanlıklardan doğduğunu unutmayanlardır.
Acı, rotasız sevinçler kılavuzudur. Kılavuzun görevi yolculuğun biçimini belirlemek değildir. Serüvenciye işaret etmektir. Kapının açılma yönünü göstermektir. Her serüven bir kapıya açılır. Ama her kapının ardında, arkasında saklı olanlar var. Kapının ardını aralayanlar, sefahat gemisinin sevinç güvertesinde yol alan yolcular değil ömürlerinin acılı yolculuğunu sevinçle yoldaş eden serüvencilerdir. Ama acının kendiside yalnız başına boş bir şehirdir. Eksik olan sevinç çığlıklarıdır. Gerçeğin yoluna, serüvencinin yolculuğuna, ne yalnız sevinçler ne de tek başına acılar yeter. İnsanın arayışında gerçek bir yapraksa bunun bir yüzü sevinç, ötekisi acıdır. Biri diğeri olmadan olmaz. İnsan ve gerçekse, ikisi olmadan, birinin varlığı diğerinin mutlak olması gerekliliğidir. Ama her biri beraberinde bir şeyi yaratır. Sevinçler umutlu kılar, acılar olgunlaştırır. Tıpkı doğum öncesinin meraklı beklentisi ve doğum anının sancıları gibi. Sonrasındaysa her şey olup bitmiştir. Tüm yaşananlar hayallerin ve düşlerin tanıklığında olur. Hayaller, anda anın sonrasına ve öncesinin ötesine yapılan gezinti, yasaları, yasakları olmayan ve olanla olabilirlik arasında asılı duran köprüde yürümektir. Âlimlerde, cahillerde orada gezinir. Zavallı insanlar baş edemedikleri gerçeklerden kaçarken ona sığınır. Güçlü insanlar daha büyük gerçeklere ulaşmaya çalışırken ona biçim ve ruh veren ya da onda biçim ve ruhu yaratamayan güçsüzlüğün ve gücün kendisidir. Güçsüzlük zamanda ve mekânda var olan zorlukların ağırlığı altında ezilmek değildir. Zorlukların nedenlerini, niçinlerini, nasıllarını sorgulama yetisine ulaşamamadır. Bunları sorgulamamaktır. Sorgulamak, gücün anlamın derin hissinde beynin anlam yeteneğine kavuşmasıdır. Eylem yapıcıda, yıkıcıda olabilir. Asıl nitelik gücü işleten mantığın kendi eseridir.
Güç, hükümranlık çeperlerini sıklaştıran aygıtları elinde bulundurmak, eşitsizliği eldekilerle uçuruma dönüştürmenin acımasızlığını sergilemek değil, aklın öngörüsü ve vicdanın adil terazisinde bir bataklığı gül bahçesine değilse de en azından bir sazlığa çevirmenin mütevaziliğine ve başarısına erişmektir. İnsan, gücün sadece efendisi değildir. Yüreği küçükse aynı zamanda tahtı olan bir kölesidir de. O güç ile güçsüzlük arasında koşan bir maratondur.Asıl marifet finishe değil ondan sonraki başlangıçlara koşmaktır. Güçlüler için o sadece bir sonraki başlangıçtır.Başarı, çok sıradan şeylerin yarışında, sıradanlar içerisinde ilk sıraya yerleşmek değil erdeme ulaşma yarışında sıradan olanlarla sıradan şeyler için rekabete girme hamlılığını sergilememe sıradan bir yarışın katılımcısı olmamadır. Asıl erdem, tek şey başarıyı hedeflemenin yanı sıra yenilgi diye bir gerçeğin varlığını unutmamaktır. İnsan, ona giden yolu yok edemezse de onu bir patikaya dönüştürebilir. Sonuç kendisini yaratanındır.
Yenilgi, hakemli hakemsiz bir dövüşte yaşamın herhangi bir raundunda nakavt olmak değildir. Asıl yenilgi, ringi terk etmek, yenilginin gerekçesini hakeme, sahaya ya da seyircilere yüklemektir. Oysa dövüşen rakibin kendisidir. Asıl savaşçılar için yenilginin değil zaferin bir gerekçesi vardır. Ama asil savaşlarda yenilginin de bir anlamı vardır. Eğer yaşam çok büyük bir kavgaya adanmışsa, başarı kadar yenilginin de yüzüne bakılır. İnsana zor gelse de. Aslolan mukayeseyi doğru yapmaktır. Büyük bir savaşın yenilgisi, sıradan bir kavganın galibiyetinden daha değerlidir. Tek fark birisinin başarısının sıradan olması diğerinin başarısının sıradan olmamasıdır. İnsansallığına saygısı olan insan, dereciklere değil dalgalara karşı savaşır. Kabul edilebilir bir ölüm varsa da derecikteki değil okyanusun göbeğinde olandır. Gerçeği ve hayalleriyle ve en önemlisi hepsine tanıklığıyla, iyiliğin ve kötülüğün, anlamın ve anlamsızlığın, yaratmanın ve yok etmenin, kazanmadaki hırsın kaybetmedeki hüznün ifadesiyle en çok tanınan belki de daha keşfedilmemiş olan evrendeki adres İNSAN…Ulaşılmayı bekliyor. Adres kendisidir. İster sağdan gidin ister soldan ister ona yukarıdan ulaşın isterseniz aşağıdan, yollar ve alternatifler çoktur. Ama sonuç TEK…
* Şehit Mazlum Tekman Yoldaşın Mektubudur…
Evet, Kurtay arkadaş Erdal arkadaş anısına yazdığı bir anısında “Bu dağlar Erdalsız olmaz” demişti. Bu oldukça güzel ve dokunaklı ele alınan bir yazıydı. Ancak bu dağlar Kurtay’sız da olmaz ki!
Kurtay arkadaş tarihi direnişlerle dolu bir aile geleneğinden gelen Botan’lı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Osmanlılara karşı başkaldırmış olan Gıravi aşiret reislerinden Şekır Axa geleneği Ebubekir yani Kurtay yoldaşın dedesine geçerek bu direniş devam eder. Çatak civarında pusuya düşürülerek katledilen Şekir Axa'dan sonra çocuklarından Lezgin başka bir direniş çatışmasında katledilir. Bu arada Ebubekir öncülüğünde aşiret İran’a çekilir. Hileli aflardan sonra aile tekrar topraklarına döner. Bazı direnişler gerekçe gösterilerek Ebubekir tutuklanır. Sinop cezaevinde zehirli bir şırınga verilerek salıverilir. Peşinde kısa bir sürede vefat eder. Özcesi düşman aileyi hep kendisine tehlike bildiği için hedef almıştır. Bu olaylardan sonra -ki aileden ve aşiretten 11 kişi daha idam edilmiştir- aile tekrar ülkeyi terk ederek Irak’ta bulunan Semele'ye giderler. Adnan Menderes döneminde çıkarılan başka bir afla geri topraklarına dönerler.
Denilir ki, bu ailenin büyüklerinden Teyyar Axa sadece Atatürk’ün heykelini görmemek ve Türk bayrağının altında geçmemek için şehre gitmemeye yemin etmiştir. Bu düzeyde devletle çelişkili ve çevrede kabul gören bir aile olarak, bir siyah koyun hariç bu duruş halen devam etmektedir. O da yüzü kara -düşmanın önceleri bir kurşunla sakat bıraktığı- Hacı Rıza’dır. Başka da aile hep direnişin ve Kürtlüğün bir kalesi olarak etrafı etkilemiştir.
Çok doğaldır ki, böylesine devletle çatışmalı ve Kürtlüğün ilkelde olsa duygularını yaşayan bir ailenin evladı az da olsa bir onur ve bilinç sahibi ise mutlaka yaşanmış olanları unutmayacak ve yer alınması gereken yerde yerini alacaktır.
Hele hele 1970’lerde gelişen Kürt hareketlerinden rolünü oynayacak ve PKK’nin ortaya çıkmasıyla her dürüst ve onurlu Kürt saflarda yer alarak pozisyon alarak yerini belirleyecektir. Nitekim Gıravi aşiretinin özelde Kuzey kolu bu rolünü oynayacak, devrim saflarına katkılarını sunarak kendi üzerine düşeni yapacaktır.
Kurtay yoldaş işte böylesine şartlarda ve psikolojik arka perdesi olan bir ortamda büyüyerek, birazda erkenden Kürtlükle tanışarak yaşama katılmıştır. Ailenin ekonomik elverişliliğinden dolayı üniversiteye kadar giden Kurtay yoldaş, çok erkenden yurtsever gençlik hareketiyle tanışarak PKK saflarına 1992 yılında Ortadoğu da bulunan Mahsum Korkmaz Akademisine giderek Kürt halk önderliğini bizatihi tanıyarak mücadeleye başlaması anlamlıdır. Üniversiteler sömürgeci zihniyetin kaleleri de olsa eğer doğru bir arayış, doğru bir ideolojik duruş ve onurlu bir yaşam bakış açısı varsa mutlaka ve mutlaka birey asli olanı, şerefli olanı ve insanlığın hizmetinden olanı keşif edecek ve gidilmesi gereken yoldan gidecektir.
Evet, Kurtay yoldaş bu doğru diye tabir ettiğimiz, bakışı sağlam ve ezilen, horlanan, küçük görülüp ayaklar altında paramparça edilmiş bu halkın acılarını hissederek erkenden saflara gelmiştir.
O 1971 Van doğumludur. Partiye henüz 21 yaşındayken profesyonelce katılması onun ne kadar erkenden geldiğini gösterir. O kararını erken vermiştir. Bu da onun arayışlarının ne kadar yüksek olduğunu gösterir.
Biz Kurtay'la dağlarda şöyle ya da böyle birlikte kaldık. Bizim anlatacaklarımız eksik olabilir. Ancak anlatmak ve onu halkımıza tanıtmakla karşı karşıya bulunduğumuz bir sorumluluğumuz vardır. Özelde en son Botan’a geçmeden epey bir süreyi tartışarak yoğun geçirmemiz beni onun anısına bir şeyler yazmak zorunda bırakmıştır.
Kurtay yoldaşı 1992–1993 kışında önderlik sahasında Cudi’ye gelirken görmüştüm. O dönemler Botan Eyalet Karargahı Cudi Dağındaydı. Ve önderlik sahasında gelen yoldaşları eyaletin çeşitli sahaları için düzenliyorduk. Biz düzenlemeyi yapıp okuduğumuzda uzun boyuyla, büyük gözleriyle hafiften kumral saçlarıyla dikkat çeken bir genç elini kaldırarak, “Benim düzenlememi önderlik Zozanlara yapmıştır. Ben o saha için geldim. O alanda bulunan bazı aşiretler için özel gönderildim” demişti. Oldukça soğukkanlı hafif tebessümle dile getirmişti bu söylenenleri.
O zaman tanışacaktık. O zaman Botan’lı olduğunu, üniversite okuduğunu, Gıravi olduğunu öğrenecektim. Doğaldır ki yöre insanına ihtiyaç duyuyorduk. Hele hele yörenin ileri gelenlerinden içimize gelmelere elbette daha duyarlı yaklaşımı gerektiriyordu. Sorun özel yaklaşım değil, ancak daha bir geniş çevreye el atma anlamda, etkinlik kurma anlamında özel bir yaklaşımı gerektiriyordu.
Yıllar sonra hep gelişmesini biraz takip edecektim. Belki en yakinen tanıdığım süreç en son Botan’a gitmeden önceki birkaç gündü. Ancak yine de yeterince takip ettiğimi belirtebilirim.
Cudi’den sonra Besta’ya gitmiş, oradan da ağırlıklı olarak 98 yılına kadar ve hatta sonraları da Zozanlarda kalmıştı. O yörenin en etkili ailelerinden biri olarak her zaman etkili olmasını bilmişti. Henüz 93 yılından başlayarak 97 yılında Zozanlarda bir anlamda genel cephe çalışmalarının sorumlusu konumundaydı. Hem askeri sahada etkin hem de siyasi çalışmalarında etkindi.
1995 yılında gelişmeye açık -henüz yeni de olsa- biri olarak PKK’nin beşinci kongresine katılacaktı. Ağırlıklı dinleyici olarak katılsa da o bu kongrenin ruhuna denk hareket etmesini bilecekti. Bu kongrede PKK saflarına tekrardan Siyasi Komiserlik Kurumu getirilmişti. Çok doğaldır ki o bu iş için en iyi biçilen kaftandı. Hem askeri deney ve tecrübesi var, hem de oldukça küçümsenmeyecek siyasi ve teorik düzeyi var, o zaman ilk akla gelecek olan arkadaşlardan birisi bu yeni kurumlaşma için o olacaktı. Lakin görevler okunurken onunda adı Siyasi Komiserler içerisinde okunmuştu. Ancak o kalkıp “ben askeri çalışmada kalmak istiyorum “diyerek bir nevi küçük burjuva lafebesi aydın tiplemesiyle arasına mesafe koyuyordu. Elbette bu doğru bir yaklaşım değildi. Ancak o dönemler göz önüne getirildiğinde birçok okumuş yoldaşın oportünistçe duruşu onu rahatsız etmiş ve onu tavır almaya iterek doğru aydın yaklaşımın savaşta öncülük olması gerektiğini dile getirmek istemişti. Ve nitekim orada O’na Siyasi Komiserlik kabul ettirilmiş olsa da o pratikte bir askeri komutan olarak çalışmalarda aktif olacaktı. Ve neticede örgütte arkadaşın bu yaklaşımına anlam vererek o sonrada askeri komutan olarak görevlendirildi.
Şunu hemen belirtelim; Kurtay yoldaş zaten yaşamın içerisinde bir Komiserin yapması gerekenleri yapıyordu. O bir eğitimciydi, o bir örgütçüydü, o bir basıncıydı, o bir arşivciydi, o ideolojik bakışımızı herkesle tartışarak özümsetmeye çalışandı. Bu anlamda zaten o bu görevi yapıyordu. Ancak dediğimiz gibi kelime anlamında içerisi boşaltılmış “siyasal” sözünü fazla içerleniyordu.
1998 yılında önderlik eğitiminde sonra en kapsamlı gördüğü eğitim Taktik Eğitim Devresiydi. Bir nevi subayların ya da komutanların yetiştirildiği eğitim mekânı oluyordu. Orada bir bölük olarak örgütlenmiş yapı içerisinde o manga komutanı ve aynı zamanda bölük yönetimi olarak yer almıştı. O devrede Erdal-Engin Sincer-, Eşref, Rüstem ve birçok değerli şehit arkadaşta bulunuyordu. Devrenin bölük komutanı rolünü üstlenen ve her çalışmaya aktif katılan Cemal arkadaş yani Murat Karayılan yoldaşta vardı. Sonra Kurtay arkadaşla Erdal arkadaş arasında kıskanılacak düzeyde gelişen ilişki belki de burada mayasını alacaktı. O hep Erdal’la çok içten birçok tartışmayı paylaşacaktı.
Devre bitiminde bizde gelenektir özeleştiri platformları yapılır. Yani bir nevi bireyin kendisine dönük olan yanlışlarını tespit ederek yeni bir çıkışın ve patlamanın zemini hazırlanır. Böylesi bir platformda Kurtay yoldaşta özeleştiriye çıktı. Onun güzel yanlarını dile getiren arkadaşların yanı sıra çok ilginç birde eleştiri gelmişti. Belki de parti tarihinde ilk böylesi bir eleştiri gelmiş oluyordu. Önce Cemal arkadaş “neden halen Kurtay arkadaşın takım komutanı” olarak kaldığını sordu. Çünkü Cemal arkadaş onu tanıyordu. Hem siyasi birikimi olan, hem tecrübeli, hem askerlikte sorunu olmayan ve hem de oldukça fedakâr olan bir yoldaş nasıl halen takım komutanı olarak kalabilir diye O’na sormuştu. Bir de ilginç olan Kurtay yoldaşın ya ikinci takım komutanı olarak kalması ya da üçüncü takım komutanı olarak görev yapmasıydı. Yani bölük komutan yardımcılığı da yapmamıştı. İşte Cemal arkadaşın bu bir nevi hayretle sorduğu ve birde kabul edemediği bu duruma bir arkadaş cevap vermek için elini kaldırdı “ aslında Kurtay arkadaş bilinçlice takım komutanı olarak kalıyor” dedi. Cemal “arkadaşta nasıl olur” diye sorunca, arkadaş devam etti “çünkü eğer savaşta büyük bir kayıp olursa nasıl olsa sorumlusu bölük komutanı ya da tabur komutanıdır, yok sorun ya da kayıp ve başarı zayıf kalırsa yetmezlik yapanların oluyor sorumluluk, yani manga komutanların. Ve bunun için Kurtay yoldaş bilinçlice hep takım komutanı olarak kalıyor ve böylece hiçbir sorumluluk onun olmuyor” diye izahatını yapmıştı. Ve tabii ki ilginç bir değerlendirmeydi. O zaman Cemal arkadaşta “hâlla hâlla bak bu olabilir” demişti.
Devrenin bitimiyle birlikte ilk iş onu terfi etmekti. Önce bölük komutan yardımcısı, sonra bölük komutanı, sonra tabur komutanı, sonra kandil Karargâh Komutanı, sonra Eyalet Yürütmesi, sonra HPG Meclis Üyeliği ve Alan Komutanı. En son şehit düştüğünde ise Botan da doğu Cephe Komutanıydı.
Bu arada Kurtay yoldaş birçok farklı alanda farklı çalışmalarda bulunmuş ve birçok toplantı ve konferansa katılarak oldukça çok fazla deney ve tecrübe edinmiştir. Özelde geri çekilme sürecinde o Kelareş’te kaldığı için 7. kongreye katılması gerekirken katılamamış ancak belli bir süre sonra çeşitli eğitimlerde geçmiş ve birikim düzeyini en çokta partimizin 2001’de Ulusal Konferansına katılarak geliştirmiştir. O yıllarda adım adım tasfiyecilik kendisini hissettirirken O, o zaman dahi kuzeye gidilmesi gerektiğini savunmuştur. Ne var ki sağlık sorunlarından dolayı örgüt onu yurtdışına göndererek tedavisini sağladıktan sonra o tekrar dağlara gelmiştir. 2002 yıllında Kandil’de karargâh komutanı olarak göreve gelmiş, ardından ikinci kez subay okuluna giderek Tabur Komutanı olarak Gare’ye oradan da alan yürütmesi olarak Haftanine geçmiştir.
Gösterdiği performans hep ileriye dönük olmuştur. Nitekim bu gelişmenin bir ödülü olarakta HPG’nin 3. Konferansında o HPG meclis üyeliğine layık görülerek Haftanin alan komutanı olmuştur. Gerillanın teslim aldığı polis Açıl’ı o basına teslim etmişti. Bu alanda kesintisiz iki yıl çalışma yürüttükten sonra, 2007 yılının baharında Zap alanına gelmiştir.
Zap alanında kalırken kesintisiz hep dayatması kuzey olmuştur. Denilebilir ki kaldığı 6 ay boyunca yönetim tekmillinin hiç değişmeyen önerisi Kurtay yoldaşın kuzey önerisi olmuştur. Hatta bir ara kendisini geri çekerek “önerim kabul edilene kadar böyle olacağım” diyerek sakal bırakmıştır. Bunun için yoldaşlar yer yer Bin Ladin diye takılmışlardır, bunların arasında bende vardım. Çünkü bizde sakal bırakmak adetten değildir. Geçmiş yıllarda henüz gerilla kıt kanat yaşarken ve devrimcilik birazda romantizm ve mahkûm olarak anlaşılırken sakal bırakmalarımız oluyordu. Ne var ki 1990’lardan sonra önderliğin daha fazla etkinlik kurmasıyla böylesine takıntılara paydos denilerek daha çokta askeri bir duruş öne verilmiştir. Birde PKK geleneğinden olmalıdır ki hep biraz temiz olunur, hep biraz temiz giyinilir, hep biraz da biçimli giyinilir. Belki pahalı malzeme kullanılmaz, ancak kullanılan şık ve temiz kullanılmak zorundadır. İşte tüm bu gerçeklerimizi rağmen o kocaman bir sakal bırakmaya başlamıştı. Tüm eleştirilere rağmen o kesmemiş o hep önerisini dayatmıştır.
Ne zaman ki örgüt onun önerisini kabul etmiş o ilk elden sakalını kesmiştir. O düşmanın 2007 yılında ki o kadar baskı ve saldırı uygulamasına karşılık mutlaka kuzeyde cevap verilmesi gerektiğine inanan biriydi.
Bu önerinin kabul edilişini duyan bazı bayan yoldaşlar ilginç bir görüş sunmuşlardı. Bunu da Kurtay arkadaşla paylaşmışlardı. Sen sakal bırakarak kararlığını hissettirdin, peki biz bıyık bırakarak mı dikkate alınmamızı sağlayacağız diye sitem ediyorlardı. Çünkü 2007 yılı neredeyse tüm HPG komuta ve savaşçı yapısının ısrarla kuzeye geçme önerisi yaptığı bir yıldı.
Devam edeyim; şunu da eklemeden edemeyeceğim; hem önceleri hem de sonraları örgüt onu çeşitli sahalar için düzenlemek istemiş ancak o hep ret etmiştir. Öncelikle Avrupa önerisini çok sert tepki göstermişti. Yine çeşitli siyasal çalışmaları da hep ret ederek gerilla çalışmasında ısrar etmiştir.
Örgütümüz özgün konumundan dolayı biraz korumak istemiştir. Onun için uzun bir süre kuzey önerisini ret etmiştir. Ancak o tarihi önemde olan bu süreçte, kuzeyde olma önerisini tekrar tekrar dayatmış ve aynen ailesindeki yurtsever gelenekte ki gibi düşmana karşı mücadeleyi dayatmıştır. Bu bağlamda Kurtay yoldaşın bu sürece çok bilinçlice bir tercih olarak kuzeyi dayatması onun bağlılığın salt bir ifadesi değil aynı zamanda onun yoğunlaşmalarının bir sonucuydu da. O Zap alanında kaldığı altı ay boyunca hep okumuştur. Özelde de Bir Halkı Savunmak adlı önderlik belgesini yoğun incelemiştir.
En son Botan’a çıkmadan önce arkadaş yapısına hitap ederken onun özünü yansıtan bir cümleyi sarf edecekti o da şuydu; “belki düşman bizi vurabilir ancak hiç kimse bize boyun eğdiremez, kimse bizden bunu bekleyemez.” diyecekti. Evet, onun yaklaşımı buydu. Bu aynı zamanda PKK’li bir duruştur.
Botan'a geçmeden yaklaşık bir hafta boyunca hep Botan’ı tartıştık. Özelde yeni tarz nasıl olmalıdır, nasıl örgütleneceğiz, düşmanın yeni tekniği saldırılarını nasıl boşa alacağız içerikli konuşmalarımız çok oldu. Nede olsa bende yıllar yılı Botan da kalan biriydim. Botanı bende yakinen tanıyan biriydim. Tartışmalarımızda hep üzerinde durduğu nasıl başaracağız sorusu olmuştur.
O düşmanın Botan’ı düşürerek kuzeyi zayıf düşürme taktiğini erkenden fark ederek öncelikle Botan’a yüklenilmesini savunan bir yoldaştı. Yine özelde 2007 yılında düşmanın o kadar kuzeye yüklenerek yoldaşlarımızı zorlaması onun kabul edeceği bir duruş olamazdı. O mutlaka kuzeye geçmeli ve yoldaşlarının yanında düşmana karşı Şekıraxa gibi cenge girmeliydi. Ve elbette yeni günler için, yeni yarınlar için ve en önemlisi de ayrı ve güzel bir dünya için O Botan’a gitmeliydi. Başka da çaresi yoktu.
Hani var ya şairin şu dokunaklı sözleri;
| Dokuz gezegenin |
Evet, bazı şeylerimizi bilen bilir, ancak çok şeyimiz bilenemez bizim. Tüm dünyada gelse bazı başkaldırışlarımıza anlam biçemez. Cümle cemaat tüm insanlıkta gelse bizim ülkemize olan sevdamıza yeterince derinlikli anlayamaz. Çünkü biz ülke topraklarına ölüme sevdalı insanlarız. Biz bu ülke topraklarının her karışına ölümüne sevdalıyız. Çünkü biz bu topraklarda yaşayan insanlarına ölümüne sevdalıyız.
Ve biz ülkemize sevdalı, toprağıyla nişanlı ve ne zaman düşecek olursak nikâhlanacağımızı bilen insanlardanız. Biz elbette tüm insanlığa sevdalıyız. Ancak sevdalar somutluktan başlar ve genele yayılır. Salt soyut hayali sevdaların peşinde koşamayız ki! Bizim bağlılıklarımızı anlamak isteyenler birazda şairin söylediklerini anlamalı, birazda bir halkın doludizgin acılarını anlamalı, birazda her gün her gün bu topraklara yapılan tecavüzleri görmeli. Aksi takdirde bizi anlayamaz.
Kurtay yoldaşın neden bu kadar kuzeyi yani savaş alanını dayattığını anlayamaz.
Hele hele Kurtay yoldaşın nazik, ince yapılı, kibar, güleçli ve insan sevdalısı bir tabiatta sahip olduğunu bilse daha fazla kafası bu gidişe karışacak. Evet, o oldukça ince nükteli, zeki, örgütçü, birikimli, araştıran-soruşturan, yazıp-çizen insana değer veren yumuşak başlı bir yoldaştı. İşte nasıl olurda böylesine bir yoldaş ısrarla Botan’ı önerir sırrının ardından bu gerçekler yatıyor.
Ve yine şairin deyimiyle;
| Biz çoktan erittik |
Evet, yasamızda kan, barut, ateş, ölüm yok olmayacak. Özgürlük ve kardeşlik var. Bu cümleler azda olsa Kurtay’ı ve onun yoldaşlarını ve onun yol arkadaşlarını tarif etmektedir.
O Botan yolculuğuna çıktığında en görkemli moral coşkusuyla yola çıkmıştı. Hepimizle vedalaşırken söylediği söz kulaklardan ebediyen yankılanacak ve sömürgecilerin kulaklarında her gün her gün bir şamar gibi inecektir. “belki düşman bizi vurabilir ancak hiç kimse bize boyun eğdiremez, kimse bizden bunu bekleyemez.”
Güzel yoldaş seni hep bu sözünle, coşkunla, bağlılığınla, ülkene olan sevdanla ve tüm insanlığı kalbine sığdırılışınla anacağız. Seni yüreklerimize nakış ederek orada “dokuz gezegenin onuncusu kardeş kavgasının en sonuncusu.” olan dünyalarda seni saklı tutacağız ve hep ruhumuzda yaşatacağız.
Ruhun şad olsun. Yolun yolumuz. Kararırın kararımız. Duruşun duruşumuzdur.
Caferi Sori
Halil Dağ (Halil Uysal) Yoldaşın Anısına
“Sen sadece bizleri görüntüleyen bir sanatçı değil, görüntünün ardında saklı olan ruhu da dokuyan, işleyen ve ruhla görüntüyü bir arada sunan bir yaşam sanatçısıydın.”
Şimdi senin için ağlıyorum ve karşımda yine senin o gülen yüzün beliriyor. Hatırlar mısın sahnede ağlamam gerekiyordu ve ben bir türlü o havaya giremiyordum. Sonunda yoğun dayatmalar ve bazı taktiklerle ağlarken o toz, toprak, duman ve barut buğusu içinde, baktım kamera arkasında sen oldukça belirgin bir şekilde gülüyordun. Bu bir tezatlıktı, ben ağlarken sen gülüyordun. Artık sen halime mi gülüyordun yoksa o dayatmalar sonunda zorla ağlatmaya mı gülüyordun bilemiyorum ama kesin bildiğin bir şey varsa o da senin her başarı karşısında duyduğun o dizginsiz coşkundur. Zorlu olan her bir sahne sonunda, beğendiğin herhangi bir yüz ifadesi karşısında çarpık çurpuk olan Kürtçenle ‘em hatın daviya dünyaye’ diyerekten, kırmızı beyaz yüzünde beliren ak dişlerinle sevincin pırıltılarını savururdun. Bu sevinç pırıltılarının kaynağı olan başarılarının serüveni acaba nerelerde konuklanmış, hangi dağları aşmış, hangi fırtına ve boranlara es geçmiş diye sormak geliyor içimden... Kesin bu başarıların dokunaklı ve içten bir tarihçesi vardı. İlk başta daha sen dağlı olmadan fotoğrafçılık aşkın için o koşuşturmalarından tut, sanatı kendini yaşatma yeri olarak görenlerin elinden kurtarıp, sanatın mücadeleyle savaşla estetik bağını kurma çırpınışına kadar süren zorlu süreçlerden geçiyordu senin hikayen… ta ki sanatın o güzel imgesini oturtana kadar. Yani başarının yolu çok zorlu ve çetrefilli olsa da o yollar senin için asla sarsak durgun ve bezgin gelmedi. Tıpkı belirttiğin gibi topal karıncanın haca ulaşma hikayesi gibi istençle doluydun. Başarmanın hırsını, mutluluğunu ve olmazsa olmaz koşulunu kimse senden almadı alamadı. Başarı senin koşulladığın bir amaç değildi, başarı hayatını örtmüş, senden bir parça, üzerine oturmuş elbise gibi sana yakışıyordu. Aksini hiç düşünemiyorduk. Sonunda çekimler bitip de montajına başlarken ‘sonunda yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik bu işin’ derken ne kadar da sevinçliydin. Hele filmi gösterdikten sonra alkış tufanı kopan o kongre salonundan sonra seni gördüğümüzde ‘başardık heval başardık’ diyen o sevinçli halini hiç unutur muyum… Başarı sende müthiş bir güven kesinlik ve netlik kazandırmıştı. Bunun sonucunda yanıldığını hiç görmedik. Ne olursa olsun yanılma payını bırakmamakla bizi çok şaşırtırdın. Hani bazen o sahne çekimlerimizde acaba olur mu? Acaba kaza olmaz mı? Acaba mümkün mü? diye kaygılarla bin bir tereddütle bir şeye yönelirken, doğal olarak bir de bakardık ki meğer başkalarının bakışına göre sürüklenmişiz. Sen ise bir iki keskin ve dikkatli bakıştan sonra ‘istediğim bu ve bu olacak’ diyerekten kesinliği koyarak işi sonuca bağlardın. Ne olursa olsun işin içinde sen vardın ya, işte bu bizde bir güven oluşturuyordu. Yoksa onca bomba, mermi ve mayın içinde koşarak ilerleyebilir miydik. Hiç olmasa biz mevzi ardında korunuyorduk ve sen kameranla o ortalarda bizi çekiyordun. Belki de cesaretin ve soğuk kanlılığın bizde de kaygısız bir girişkenliği yaratıyordu. Herhangi bir kaza ve bela olmadığını gördüğümüzde, el atığın her bir şeyde sevincin bizi beklediğini sezdiğimizde bunda bir şans, bir koruyucu güç var diyerekten her adımına bel bağlardık. Şimdi daha iyi görüyorum ki atığın her bir başarı imzasının altında senin o serüveninin izleri var. Yoksa başarılarının hemen öylesine, kendiliğinden, birden bire veya tesadüfle oluşmadığı bir gerçektir. Bir de işin içinde senin özverin, tempon, işe odaklanma denilen sihirli formülün vardı.
En başta gecesini gündüzüne katma deyimine eş değer, yorulmak ve dinmek bilmeyen büyük bir temponun sahibiydin. Hani filmin başında geçen şimşek görüntüsü gerekiyordu. Ve bir gece hiç durmadan yağmur altında ha şu şimşek ha bu şimşek derken sabaha kadar çekip durmuştun. Sabahleyin bunu duyar duymaz ‘tamam demek bugün çekim yok’ deyip sevinerek mangamıza kapandık. Nafile kurtuluş yoktu. Çünkü sen kapıda belirerek ‘êê hade heval çoktandır sizi bekliyorum, yürüyün gidiyoruz’ demeyi ihmal etmedin. ‘Ya bu yorulmak nedir bilmiyor mu’ diyerek yerimizde şaşa kalmıştık. İşte her zamanki bu koşuşturman sende müthiş bir direnç ve azim yaratmıştı. Sonra zamanla öğrendim ki o kaynakta bir de senin hep daha iyiye ve daha güzeline ulaşma telaşını barındıran özelliğinle karşılaştım. İstisnasız her sahneden sonra ‘tamam çok iyi’ dediğinde bu sefer oldu diye derin bir nefes alırken hemen ardından ‘her şeye rağmen bir daha tekrar çekelim’ dediğin anda anlıyorduk ki kolay kolay olmuyor bu işler. Çünkü sen kolay kolay beğenmiyordun. Ama bunu çok heves kırmadan ve bir daha tekrarlatma coşkusunu veren bir moralle yaptırıyordun. Sonra bazen asi olurdun, hırslanır küser kesin olması gerekiyorsa dayatmalara girişirdin. O zaman seni anlamak istemez biraz daha tolerans koparmaya çalışırdık. Ama sen istediğini başardıktan sonra ‘işte bak bunun için yaptım’ diyerek eleştirme payını bırakmazdın.
İşe odaklanırken karşına çıkan her tersliği kendi yaratıcılığınla daha olumlu, daha güzel bir imkana kavuştururdun. Örneğin o atlama sahnesi... Biz ‘bu nasıl olacak’ diye beklerken sen hemen yakın ve uzak çekim için iki formülü sunmuştun bile. ‘Ama ben baş aşağı atlayamam ki’ dediğimde ‘kolay, arkadaşlar elinden ayağından tutup atarlar’ dedin. Bu sefer başka bir terslik çıktı. ‘Ama ben suya atlatılırken yüzme bilmem ki’ dedim sen de ‘kolay, aşağıda can kurtaranların olur’ dedin. Yani imkansız denilen bir olgu yoktu sende. Anında beliren pratik zekan yanında akıl ve duygu dolu yüreğinle çözüm formülünü hep elinde tutardın. Üstelik o kadar cesaretliydin ki hani bazen elimizi yüreğimizde tutup sonucunu bile görmek istemezdik ama senin sakin ve metanetli duruşun bu kaygıları uçurup götürürdü. Onca yıllık tecrübeler bile pes doğrusu dercesine kendine hayran bıraktırırdın. Zaten kameranla saldırıya katılma, en ön mevzide çekim yapma gibi çılgınlıklarını daha önceden de duymuştum. Bu son gördüklerim de eklenince Kürdistan’da, kameramanlığın da, normal seyirde gelişmediğini olağanüstü bir insan gerektirdiğini anladım. Ve sen çılgın, deli dolu güzel sanatçı; bu kadar hünerleri bir arada bulunduran, Önderliğe, örgüte, daha önce hiç tanımadığı Kürt halkına ve en önemlisi de dağlılara ölesiye bağlı olan, yaratıcı aklın sentezi, başarılı bir pratik sahibini nereden bulacağız diye hayıflanıyorum. İnancın olsun ki hayıflandığım o büyüklüğü kendinle buluşturana kadar geçirdiğin o serüven çizgisidir. Yoksa sen yoldaşlarından farklı olmadığını dışa vuran o mahcup ve mütevazi duruşunla zaten herkese göstermiştin.
Herkes seni mütevaziliğinle tanır. Bunca yaptıklarına rağmen kuzeye yönelmeden önce borcumu ödemeye gidiyorum yazını okuyunca öyle bir duygulandım ki işte tam da bu cümleler seni ifade ediyordu. Ama bunun yanında senin gerçeğin karşısında kendimizi düşününce işte o zaman yükümüzün ağırlığı daha bir omzumuza düştü. Özellikle de benim. Beni Beritanlaştırmak için, beni ben yapmak için onca yoğunlaşma ve teşvik edici çabalarına nasıl layık çıkacağım. Bana ağız dolusu gülmeyi öğreten, coşmayı, kızgınlığı, atılganlığı, kaygısızlığı aşılayan sevgili yoldaşım… sen sadece bizleri görüntüleyen bir sanatçı değil, görüntünün ardında saklı olan ruhu da dokuyan işleyen ve ruhla görüntüyü bir arada sunan bir yaşam sanatçısıydın. Ruhumuza güzellikler ekip sanat harikaları yaratan değerli yönetmenim söyle bu büyüklük karşısında daha ne söyleyeyim ne yapayım. Söyle her zaman yol gösterip, fikir yürüten yaşam ustamız. Seni seviyoruz heval. Her zaman yüreğimizin ‘orta yerinde’ yaşayacaksın.
Bêrîtan Cudî
Goran Çarçel (Hamit Bayram) Yoldaşın Anısına
Halen 17-18 yaşlarında partiye katılan Goran yoldaş, genç yaşında Botan alanında pratikte kaldı ve daha sonra Zagros eyaletine düzenlemesi oldu. Zagros alanının kuzey ve güney tarafı şartlara göre farklılık arz ediyor. Özellikle kuzey Kürdistan’a düşen kısım zorludur. Zagros’ta gerillacılık, fiziki olarak güçlü bir beden ister. İşte Goran arkadaş Zagros’un en zor alanlarında, zor bir pratik geçirdi. Özellikle Goran yoldaşın bu pratikteki bir anısını hiç unutmam. Goran arkadaş hareketli taburun artçılığını yapıyordu. Gerilla grup olarak yola çıktığında, artçı ve öncüler grubu hem arkadan hem de önde korumaya alır. İki görevde tabi ki, zorlu ve yüksek sorumluluk gerektiren görevlerdir. Goran arkadaşın artçı olduğu tabur, bir bölgeden diğer bir bölgeye geçtiklerinde düşmanın hakim olduğu bir yerden sızarak geçmeye çalışırlar. Tabur bu yoldan çatışmalı bir şekilde geçmeye çalışır. Çatışa çatışa tehlikeli bölgeden çıkarken, Goran yoldaş kısa bir süre, taburdaki arkadaşlarından kopar. Bu kopuşta Goran arkadaş, aynı istikametten yoluna devam eder. Araziyi tam tanımamasına rağmen, mantık yürütüp aynı yönde yoluna devam eder. Yolda grubundan kopan ve yolunu şaşıran bir askerle karşılaşır. Bu karşılaşma öyle aniden ve hızlı olur ki, ne asker ne de Goran arkadaş ateş fırsatı bulabiliyor. Asker şaşkın şaşkın durup Goran arkadaşa bakarken, Goran arkadaş hemen elini onun silahına atar ve anında yumruğu indirir. O anda asker de, yumruk atmaya çalışır ve birden her ikisinin silahı yere düşer. Bu sefer silah yerine yumruk yumruğa birbirlerine düşerler. Belli bir dövüşten sonra, Goran arkadaş kendini silahına atmaya çalışır. Asker de aynı gayretler içinde olur. Goran arkadaş aynı hızla elini G-3 silahına atar ve kapar. Aynı şekilde Goran arkadaşın qılêşine yakın olan asker de Goran arkadaşın silahını kapar. Goran arkadaşın fiziği çok gelişkin olmadığından izbandot gibi askerle zor bela baş eder. Asker silahı kaptıktan sonra, kendini aşağı yamaca bırakıp kaçmaya başlar. Kaçmanın sebebi de qılêş silahını kullanmasını bilmemesinden kaynaklıydı. Goran yoldaş da askerin silahı ile onu vurmaya çalışır. Silahın önüne mermi verene kadar, asker kendi birliğine doğru kaçarak, bağrışmalar içinde kaçıp kurtulur. Goran arkadaş da oradan uzaklaşıp birliğine ulaşmak için acele eder ve bir gün sonra, bu anısıyla taburuna ulaşır. Goran yoldaşla her karşılaştığımızda bu olaydan bahsederdik. Goran yoldaş da, ay gülüşüyle, gülerdi.
Goran arkadaş 94-2001 arası Zagros alanının en zor alanlarında pratik yürüttü.
Yoldaşlığı, dürüstlüğü, savaşçılığı, emekçiliği, komutanlığı tüm yoldaşlarca örnek alınırdı. Ve önderliğe, şehitlere, halka bağlılığı attığı her adımda, ne kadar önde olduğunu hemen belli ederdi. Düşmanına karşı sonsuz öfkesi olan bir volkan gibiydi. 2001’in sonlarına doğru Kandil’e gitti. Oradan da HRK’ye katılıp, Doğu Kürdistan’da 3 yıl faaliyet yürüttü. Buradaki başarılı çalışmasından sonra, Doğulu halkımızdan büyük sempati kazandı. Doğu Kürdistan’ın birçok alanında yeni sahalar açtı ve Rêber Apo’nun özgürlük ideolojisini yaydı. Parçalar arasındaki köprüleri kurarak sınırları ortadan kaldırdı.
Sonrasından eğitim için Mahsum Korkmaz Akademisinde 6 aylık bir eğitimden sonra, 13 yıl önce koptuğu topraklara, Botan’a dönüş için öneri geliştirdi. Bu özgürlük ve hasret duyduğu topraklara yürüyüş sonunda 2007 baharında asi ve zorlu Kato bölgesine geçti. Orada kaldığı iki aylık pratik sonucu, gerçekleşen birçok faşist ordu birliklerinin operasyonlarına, en önde pusu ve saldırılar gerçekleştirdi. En son düşmanın Kato dağlarına yönelik eylül ayında gerçekleştirdiği bir haftayı aşan bir operasyonda, Goran yoldaş ve arkadaşları düşmanın büyük bir askeri koluna pusu atıp, Kato dağlarının ve gerillasının heybetini düşmanın gönlüne nakşetti. Gerçekleştirdikleri eylemde birçok düşman askeri öldürülür. Geri çekilme esnasında, düşman kullandığı yoğun teknikle yeniden saldırılarına başlar. Günlerce süren çatışmalar sonunda, Goran yoldaş ile 7 yoldaşı kahramanca direnerek şahadete ulaşırlar.
Evet, Goran arkadaş Botan’ın, asi ve yüce dağlarının yamansız ve yılmaz savaşçısıydı. Ataları binlerce yıldan beri, derin, uzun ve cenneti andıran vadilerinde, uçurumlu, yol-geçit vermez, sert-göklere yakın duran yüksek dağlarına düşmanlarına karşı en onurlu, yiğitçe bir direniş sergilemişlerdir. Kendilerini ve üzerinde yaşadıkları toprağı, içtikleri suyu, bolca yedikleri doğal bitkileri ve telafüz ettikleri havayı bile, en ağır bedellerle korumayı bilmişlerdir. Binlerce yıldan beri süre gelen ve nesilden nesile gelen onurlu direniş kültürünü en son devr alan yiğit çocuklar, kahramanca yürüten binlerce yiğit halk evladından sadece biri olan Goran yoldaş, bu onuru onurlu devr aldı. Özgürlük uğruna can veren atalarının ve yoldaşlarının meşalesine sarılıp geleceğe taşımak ve uğrunda ölüme gitmek kadar, öne atılmak ve bunun yüceliğe en bilinçlice katılmayı, onur ve özgürlük borcu olarak yaklaşacaktı Goran ve yoldaşları. Mazlumlar gibi, Halliler gibi zalim düşmanlarına karşı boğun eğmeyeceklerdi. Nasıl ki, 2300 yıl önce, Goran arkadaşın ataları Büyük İskender’i bozguna uğratıp ve lanetli dağlar dedirtmişse, bugünde insanlık düşmanı olan faşist ordu da aynı akıbeti yaşıyor.
Fırat Şemzinan
Ah Halil. Dağ başlarındaki gibi almıyoruz buralarda kara haberleri. Yine Nuda’nınki gibi aldım kara haberini. Günlerce ikinci bir haber bekledim. “Müjde Halil geri geldi” diyecek bir ses aradım. Ama yok. Gelmedi. Kaç ay önce yaralı halde kurtuluşunun müjdesini almıştık ya. Demek ki o muştu bir defalıkmış. Ah Halil, nasıl olur şimdi sensiz. Hem benim sana dair yarım kalmış bir hayalim vardı. Sana kamera gönderecektim. Kamerasızlığının satırlara yansıyan acısını hissetmiştim. Ama yüreğimde yine geç kalmanın dayanılmaz acısı ve her gün artan yarımlıklarıma eklenen acı bir yarımlık kaldı geriye.
Sonsuzluğa eriştiğinin haberini almadan birkaç gün önce, bir yazı yazdım. Seni yaşarken, sahip olduğun güzelliklerinle ele almak istedim. Eminim sana ulaştırabilsem çok sevinirdin. Seni en son Kortêk’te gördüğümde, bir arkadaşın sana gönderdiği küçük ama gerekli bir aleti almış olmanın sevincini görmüştüm yüzünde. Kamera sana ulaşmasa bile eminim ki sen yine sevinecektin. Çünkü sen ince yürekli bir insandın hep. Bêrîtan filminin dağdaki galası ne kadar muhteşemdi. Karanlıkta tüm izleyicilerin yüzlerini görebileceğin bir yere oturmuş, filme yönelik tüm tepkileri sözlere sığınmadan suretlerden okumuştun. Senin en özel ve güzel yanlarından biri de bu değil miydi? Filmde hem ağladık, hem güldük, hem kızdık, ama hepimiz o filmi çok sevdik. Tabi bana yaptığınız sürprizi işgüzar arkadaşlar bozmuşlardı ama ben çaktırmadım. Açılış sahnesindeki şarkıyı benim sesimden vermeyi düşünmek de, sana has bir incelikti.
Evet Halil ben o satırları yazarken, senin yoldaşlarla birlikte ölüm makinalarına karşı amansızca savaştığından bihaberdim. Biliyorum artık bu yazının hiçbir anlamı yok. Ama sana karşı çok basit bir sorumluluğu bile yerine getirememenin özeleştirisi olarak algıla. Ve lütfen geciktiğim ve seni kamerasız bıraktığım için beni affet...
“Kaç zamandır Botan yazılarını okuyorum, yüreğim burkularak. Dağlı Halil, dağ sevdalısı Halil. Kaybettiği hazine değerindeki tüm güzellikleri asi dağ doruklarında aramaya çıkan ve arayışından vazgeçmeyen Halil yaralanmış, duydunuz mu bilmem. Kendisi yazdı okudunuz mu bilmem. Yaralanmak da ne kelime ölümden dönmüş. Kendi ana toprakları olan Ağrı dağlarının doruklarına doğru yaptığı bir yürüyüşte hem de. Kendi deyimiyle, çatışma alanından sadece hayatını yanına alabilmiş. Kamerası, tüm çalışmaları, dağ yaşamından suretleri ölümsüzleştirdiği fotoğrafları hepsi ölmüşler, çatışma alanında paramparça bir halde kalmışlar. Ama o ölümden dönüşü sadece fiziğiyle değil; eserleriyle, yaratımlarıyla da başaran bir sanatçı. Herşeyiyle geri döndü ya bize, bu en büyük mutluluk.
Onu ilk gördüğüm yer Zap’tı. Fotoğraf makinasını yüklenip de geldiği Önderlik sahasında kararını değiştirmiş, kısa erimli olmasını planladığı yolculuğu, bitimsiz bir yolculuğa dönüşmüştü. Halil…Tanıdığım günden beri dağ yollarında geçilmedik bir geçit, basılmadık bir patika, aşılmamış bir uçurum, keşfedilmemiş bir mağara, bir kovuk bırakmamaya yeminli bir asi yürek.
Asiliği, dinginliğinde. Nehirler gibi. Bilir misiniz? Nehirlerin yüzeyleri durgun göründüğünde, akıntıları daha güçlü olur. Halil de durgun bir nehir gibi akışkandır. Az konuşur, çok bakar, gözler. Bundan mıdır bilmem, onun gördüklerini her göz göremez. Derinliklerde kalan, saklı yanları keşfeder. Düşüncelerini insanlara iletmesi ya yazı, ya fotoğraf ya da filmler yoluyladır. Ama o kadar dolaysız, o kadar sade ve içten aktarır ki, o kadar gözler önündeki şeyleri neden keşfedemediğinizi düşünürsünüz.
Öyle ya, her göz bakar ama göremez. Her göz gördüklerini böyle resimleyemez. Her yürek atar. Ama yüreğindekileri kaleme dökmeyi herkes başaramaz. Sanatçı Halil’in ve gerçek sanatçıların farkı da buradadır. Saklılıkları keşfetmek, derinlerde kalan şeyleri açığa çıkarmak, insanların yüreklerine tercüman olmak, coşkularını, acılarını, aşklarını, amaçlarını dillendirmek veya resmetmek, karelemek ve daha bir sürü şey...
Evet Halil’in kamerası ölümden döndüğü çatışmada kurşunlarla parçalandı. Botan yazılarında, kaçırdığı kareleri tek tek yazıyor şimdilerde. Kameraya kaydedemediklerini yazılarına işliyor. Yazıları da film tadında aslında. Ama onu kamerasız ve fotoğrafsız düşünemiyorum. Siz onu Halil Uysal olarak bilirsiniz ama Halil’in dağ doruklarındaki adı Kameraman Halil’dir. Adı kamerasıyla özdeştir. Halil, kamerasız kanatsız kolsuz, silahsız bir gerilladır. Yarımdır şimdi Halil.
Resmedemediklerinin acısına kolay katlanmaz. Tamam yazar, ama yazdıklarını fotoğraflarıyla da belgelemek ister. Fotoğrafları, kareleri anlatsın ister meramını.
Halil’in gözleri ne çok şey keşfetmiş Botan yollarında yazdığı yazılarında var. Her “Ne yazık ki, bu kareyi de kaçırdım„ deyişinde benim yüreğim yanar. Onu duymak isterim. İmkansızlıklar içinde, milyonlara ulaşan BÊRÎTAN filminin emektarı Halil, şimdi kamerasız. Ona bir kamera lazım. Sadece hayatını yanına alarak ulaştı ya bize. Biz de ona bir kamera ulaştıralım ne var ki...Onunla geri gelenler ve onun bize kazandırdığı güzellikler aşkına kamera da bir şey mi?”
Günlerdir dağ doruklarının güzelliklerini ortaklaştırmış tüm yoldaşlarla konuşmalarımızda bir tek sen varsın. Biri şöyle diyor: “O güzel esinti artık değmeyecek mi bize? İçim ne güzel nefes alıyordu yazılarıyla. O da mı gitti? Dağı, dağdakileri, yalınlığın ve içtenliğin güzel bir yansıması olan kendisini artık bize o tadda kim ulaştıracak?”
Nasıl ki, yaralı analarımız gibi bağrı yanık ve acılı ülkemize aşkla bağlandın, nasıl ki taşlarına, sularına, yeşiline karelerinle hayat verdin, onlar da sana öyle büyük bir aşkla bağlandı Halil. Şimdi asi dağ zirveleri nasıl alışacak senin yokluğuna?
Suretindeki o çocukça, utangaç ve temiz gülüş kalplerimizde asılı bir resim. Onun da yapanı sensin. Onu oradan hiçbir güç indiremeyecek. Güzel gülüşünü ve kutsal toprağını öpüyorum...
Sakine Zağros
Kendini bütün renklerin ahengiyle donatmış bir baharda gerillaların özgürlük yürüyüşünün startının verildiği ve bu özgürlük finaline an be an yaklaştığımız bu yıllarda, bir yoldaşın şahadet haberini duyduğumuzda, yürek kendini tutamıyor ve yakıcı bir ateşin körü gibi parçalanıyor. Her biri birer fidan, her biri birer bahar, her biri birer yaşam, her biri birer diriliş ve her biri birer kahramanlık abidesi… Her özgürlük yıldızının şehitler kervanına katılmasıyla, bir yıldızda bir hücremizden kayıp û tarifi olmayan bir sızı ve acı veriyor. Yürekteki her sızı ve acı, bağlılığı derinleştirip anlamlandırırken, bu özgürlük yürüyüşünde, bu onurlu yaşam yürüyüşünde ve insanlık değerlerinin yeniden diriltilmesinde yolumuzu daha net ve aydınlatıyor. Hele bir de bu yoldaşları tanıdığın zaman ve paylaşımların olmuşsa, özgürlük yürüyüşüne başlamadan önce, bir daha görüşmek dileğiyle, “serkeftin” sözüyle uğurlamışsan…
Gerillacılık; yeni bir yaşam, yeni bir tarz, farklılık, egemen sistemlere karşı özgür iradenin yaşatılması, doğa ve insanın birleşmesidir. Gerillaya katılmadan önce, insan birçok arkadaşı merak eder ve onları görme umudunun beklentisi içinde olur. Katılmadan önce, Halil arkadaşın ismini yaptığı programlar, film ve dağ makalelerinden duymuştum. Halil arkadaşı görmek benim için gizemli ve sanki gerçekleşmeyecek bir istem gibi geliyordu. Yanılmıyorsam, 2005 yazıydı. Yıldızların bütün güzellikleriyle kendilerini gösterdikleri bir yaz gecesiydi. Yıldızlar ve ay halaya durmuş, dağlılara gülüşler dağıtıyorlar. Böyle bir gecede, qilêş ve doçka sesleriyle irkilmiştim. O zaman bir arkadaşa sormuştum, film çekimi olduğunu söylediler. Bu şaşırmışlık duyguları içinde, “Ma film çeken bizim arkadaşlar mı?” sorusunu sormuştum. Bu mutluluk duyguları içinde, dağlarda diriliş devrimi ve kültür devriminin özgürlük mekanlarında başaklanmasına şahit oluyordum. Bu benim için büyük bir coşkuydu.
Bu yaz günlerinin birinde, bir göreve giderken, gerillaların bir dağıtım birliğinde, oradaki arkadaşların bir sohbetini dinlemiştim. Arkadaşlar sohbetlerinde, Halil arkadaştan bahsetmişlerdi. Bu kadar çalışma içinde, film çekiminde, tek başına gelmiş ve arkadaşların erzaklarını sırtlayıp götürmüş diyorlardı. Çok şaşırmıştım. Çok iyi hatırımdadır, ben “Halil arkadaş bizim alanda mı?” diye sormuştum.
O zamanlar büyük bir merakla Halil arkadaşı görmek ve tanışmak istiyordum. Artık aynı alandaydık ve onunla kültür, edebiyat, tiyatro ve sinema üzerine tartışma imkanı bulacaktım. Hatta belki yerinde olmayacak, bir imzalı fotoğrafını dahi isteyecektim.
Aradan bir yıl geçmişti. Zorlu bir kış sürecinden sonra, Zap’taki bir askeri birlikte, hevalê Halil’in geleceği ve belli bir süre için kaldığımız birlikte kalacağı söylenmişti. Yaşamın çetrefilliği bu idi herhalde. Çok güzel bir rastlantıydı. Gelmeden önce aklımda birçok kurgu kurmuş ve Halil arkadaşı kendi kurgularımda farklı bir şekilde yaratmıştım. Beklediğim, bizden farklı, görünümü farklı, farklı elbise giymiş, birçok kişi ve ekipman ile geleceğiydi. Aynı gün arkadaşlarla futbol oynuyorduk. Bir arkadaş gelmişti, sırtında büyük bir çanta, sağ kolunda tek kol qilêş, sarımsı bir saç ve önden kıvırcık hal almış, gözlüklü, beyazlamış, yıpranmış ve sol tarafı yırtılmış bir siyah yelek üzerindeydi. Ara verdik ve gelen arkadaşla merhabalaştık. Yarım saat geçmesine karşın, ben Halil arkadaşı tanıyamamıştım ve halen de bekliyordum. Konuşmalar arasında, Halil arkadaşın ismi geçmiş ve az önce merhabalaştığımız arkadaşın isminin Halil olduğunu öğrenmiştim. Çekinerek bir arkadaşa sormuştum, “Arkadaşı tanımıyor musun, bu Halil arkadaş, yani Halil Uysal” demişti. İnanamamıştım, böyle mütevazi, moralli, yıllardır giydiği yıpranmış gerilla elbisesiyle, Halil arkadaşı görmüş ve merhabalaşmıştım.
İlk diyalogumuzda onunla Kürtçe konuşmuştum ve sanıyordum ki, Halil arkadaşta gerillaların deyimiyle “akademik Kürtçe” ile cevap vereceğini düşünmüştüm. Kendisi gibi mütevazi ve Kürdistan’ın her bölgesinden kelime kattığı mütevazi Kürtçesiyle cevaplamıştı ve o zaman Halil arkadaşın Avrupa katılımlı ve Kürtçeyi sonradan öğrendiğini öğrenmiştim.
Bir buçuk yıl Halil arkadaşla aynı birlikte kaldım ve birçok şey Halil arkadaştan öğrendim ve paylaştım. Halil arkadaş, yaşamdaki coşkusuyla, çalışmalardaki fedakar ve emekçi yönüyle, dağlara olan sonsuz aşkı, yoldaşlığa verdiği yüksek değer, örgütsel yaşamı koruma refleksi ve askeri yaşamdaki disiplini ile tüm arkadaşlar için örnekti. Güney sahasında kaldığı süreçlerde, yaşamının her anında, Amed'deki, Dersimdeki, Botan'daki, Serhattaki yoldaşlarını his ediyor ve onları yaşıyordu. Bir gün Dersimde, bir gün Botan'daydı. Dijital kamerası ve kaleminde, yoldaşlarının direnişi û kahraman şehitleri an be an yaşatıyordu. Direniş ve devrimin kahramanlıklarını, gerillanın bütün güzelliklerini, yoldaşlığın bütün güzelliklerini ve bütün bu kutsal doğanın güzelliklerini tüm dünyaya yansıtma çabasındaydı ve bunu 13 yıllık gerilla yaşamında başarmıştı. Gerilla yaşamında, bir devrimin şahitliğini yapıp, an be an bunu yazdı, resmedip tarihe mal etti. Artık kendisi canlı tarih olmuştu. Kürt halkının düşmanları tarafından sanatı ve kültürü bitirilmek istendiği bir çağda, bütün imkansızlıklara rağmen, yeninden ruh ve can verdi.
Kuzey Kürdistan’a gitmeden önce, yapacağı yolculuktan sık sık bahsederdi. Son HPG konferansında, öneri geliştirmiş, o kadar coşkulu bir şekilde bu önerisinde ısrar etmişti ki, kabul edilmemesi mümkün görünmüyordu. Botan’dan başlayıp, Ararat’a gidecekti. Bu onda büyük bir coşku ve heyecan yaratmıştı. Halil arkadaş özgürlük yürüyüşüne başlamadan önceki son aylarında önderliğin savunmasını yeniden okudu. Hemen hemen Ahmet Kaya’nın tüm şarkılarını dinlemiş ve Ahmet Kaya’ya büyük bir hayranlık duyardı. Fotoğraf çekme ve kameracılığının, bir sır gibi dağlarda geliştiğini ve kendisinin de bu sırı aradığını belirtiyordu. Bu sırı ararken, yıllarca bunu arkadaşlarıyla paylaşıp, birçok yeni Haliller eğitti. Halil arkadaş için yoldaşlarının güzelliklerini yansıtmak, onun yaşamı sevme düzeyi ile birdi. Kürdistan’ın güzelliklerini görme ve bunları kalıcılaştırma çabası, dervişler gibi, büyük bir istek ve yoğunlaşmayla yapardı. Halil arkadaş Botan’da olduğu zamanlar, Zap direnişinde hep onu andık. Birçok arkadaş, “Keşke Halil arkadaş burada olsaydı, bu direnişi ancak o kalıcılaştırabilir” diyordu. Ama Halil arkadaş sen merak etme, sırrını paylaştığın ve eğittiğin yoldaşların, yerini boş bırakmadılar ve rollerini oynadılar.
Ararat’a başlayın yürüyüşün startını verirken, tüm yoldaşlarından, atı Cano’dan ve Zap suyundaki bir görünen bir kaybolan Gri Balıkçıdan hatırını istedi. Özellikle atı Cano ile arasında büyük bir bağlılık ve aşk vardı. Öyle bir bağlılıktı, Cano Halil arkadaşın dışında hiçbir arkadaşı kabul etmiyordu.
Evet Halil arkadaş, sen seyirci olmadın, içindeydin ve yöneten, kurgulayan ve yön verendin. Bu yarım kalmış devrim romanının en güzel yeri, senin yerin olacak. Senin için yaşam bu idi ve bu yaşam uğruna, hatır istedin ve gönül rahatlığıyla yeni bir yaşama yol aldın. Sana söz veriyoruz, bu yolculuk yarım kalmayacak. Dağların sırrını paylaştığın ve Ava Zê’de beraber Gri Balıkçıyı aradığın yoldaşların, Ava Zê’de, Botan'da, Ararat'ta, Şıkefta Bırindaran'da, Cudi'de, Cilo ve Çarçela'da bu arayışı devam ettirecekler.
Rubar Andok
12 Mart günü Botan’ın, Hêzil vadisinde yaşanan çatışmada basta Askeri Konsey üyemiz Kurtay arkadaş olmak üzere Şiyar Erciş, Şiyar Afrin, Pılıng Hakkari, Berxwedan Afrin, Hoşmer Rojhelat, Brusk Kobani ve Ekin arkadaşlarımızı şehit verdik. Bu 9 arkadaşımız soykırım yöntemini uygulamaya koyulan faşist ordu birliklerine karşı kahramanca direnerek şehit düştüler. Hareket ve halk olarak saygıyla eğiliyoruz. Bu kahraman yoldaşlarımızın intikamlarının alınacağını ve yaşamlarını uğruna feda ettikleri yüce amaçların mutlaka gerçekleşeceğini ifade ediyoruz.
Her ne kadar faşist güçler 12 Mart 1971 faşist askeri darbesinin 37. yıl dönümünü böyle bir saldırganlıkla kutlamaya çalışmış olsalar da ve yine Zap’ta içine düştükleri bozgunu bir grup arkadaşımıza saldırarak telafi etmeye çalışsalar da, şu gerçek iyi bilinmeli ki, boşunadır. Nitekim Kürt halkı tüm zamanların en görkemli Newroz’unu kutlayarak ve en başta da Kurtay arkadaşımızın doğup büyüdüğü yerler olan Van ve Hakkâri de kahramanca bir direniş geliştirerek faşist güçlerin yoldaşlarımızı katlederek duydukları histerik sevinçleri kursaklarında bırakmışlardır. Tüm gerilla güçlerimiz ve halkımız bundan sonra geliştirecekleri büyük özgürlük mücadelesiyle de bu kahraman yoldaşları her gün yaşayan en büyük gerçekleri haline getireceklerdir. Onların anısına özgür ve demokratik Kürdistan’ı kesinlikle inşa edeceklerdir. Çok iyi biliniyor ki, 25 yıldır Botan merkezli olarak gelişen gerilla savaşımız içerisinde Hêzil vadisinde çok şehit verdik. 12 Eylül faşist askeri darbesi ardından yurt dışına çıkarak kendini toparlayarak, ülkeye geri dönüş sürecinde Botan’a yürüyüşte yine Hêzil Vadisinde partimizin değerli militanı Şahin Kılavuz yoldaş öncülüğünde özgürlük mücadelesi için Botan’a yürüyen gerilla birliklerimizin daha ülke topraklarına adımlarını tam basmadan ve kendilerini tam mevzilendirmeden, haince saldırılara uğrayarak Hêzil Vadisinde şehit düşmüşlerdi.
O zamanda faşist gerici güçler hareketimizin yaşadığı bu kayıplara sevinmişler ve hareketimizi yenilgiye uğratabilecekleri hayallerini canlandırmaya çalışmışlardır. Hareketimizi yenilgiye uğratabilecekleri hayallerini canlandırmaya çalışmışlardı. Daha sonra da Hêzıl vadisinde şehit düşen yoldaşlarımız oldu. Hêzıl vadisi Agitlerin, Erdalların yurdu oldu. Yüzlerce, binlerce çatışmaya tanıklık etti. Belki de yüzlerce kahraman yoldaşımız bu topraklarda kahramanca savaşarak şehit düştüler, yaralandılar. Kürt halkının özgürlüğünü ve Türkiye’nin demokratikleşmesini böyle bir kahramanlık mücadelesi temelinde yaratmaya çalıştılar. Sonuç büyük bir gerilla hareketinin ortaya çıkarak Kürt halkını bilinçlendirip örgütlemesi ve günümüzde insanlığa coşku ve heyecan veren büyük bir direniş halkı haline getirmiş olmasıdır. Herkes kabul ediyor ki, günümüzde Kürt halkı sadece kendi özgürlüğü için değil, başta Türkiye olmak üzere Orta Doğunun demokratikleşmesi ve halkların kardeşçe birliğinin yaratılması için mücadele ediyor. Ve bu gerçeği bölge ve dünya gericiliğine şiddetle dayatıyor. İşte bütün bu gelişme düzeyi Hêzıl vadisinden başlayarak birbirine bir zincirin halkaları gibi eklenen büyük kahramanlıkların sonucunda kahramanca direnerek şehit düşen Kürt halkının yiğit evlatları sayesinde ortaya çıkmıştır. Şu bu noktada açıkça ifade edebiliriz ki, Kurtay arkadaş ve grubu şahin kılavuzlarla başlayan bu büyük kahramanlık zincirinin günümüzdeki son halkalarından olmuştur. Nasıl ki, Rêber APO önderliğinde gelişen özgürlük hareketimiz Şahin Kılavuz’ların anısına bu büyük direnişi ortaya çıkartmayı Agitleşmeyi sağlamayı ve ulusal diriliş devrimini bu temelde Gerçekleştirmeyi başarmışlarsa 25 yıllık gerilla direnişi temelinde Kürt halkı Orta Doğunun en özgür, demokratik, örgütlü ve direngen halkı haline gelmişse Kurtay arkadaşların anısını da hareketimiz ve halkımız özgür Kürdistan’ı ve demokratik yaşamı inşa etmeyi kesinlikle başaracaklardır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. En başta da kahraman şehitlerimiz müsterih olmalıdırlar. Yoldaşları Kürt gençliği Kürt halkı en değerli varlıkları olan yaşamlarını verdikleri bu amaçları gerçekleştirmek için kesintisiz bir özgürlük mücadelesini mutlaka sürdüreceklerdir.
Yine çok açık ki, Hêzıl direnişi Êdî Bes e! kampanyası temelinde hareketimizin ve halkımızın Önder Apo’nun tedavi edilmesi, yerinin değiştirilmesi ve giderek özgürleştirilmesi amacıyla yürütülen büyük mücadelenin Newroz sürecinde ulaştığı zirvesinin kıvılcımları olmuşlardır. Faşist ordu sürüleri elbette 12 Mart günü Hêzıl vadisinde tespit ettikleri ve ellerinde tüfeklerinden ve yüreklerinde büyük özgürlük aşkı ve inancından başka hiçbir şey bulunmayan bu kahraman yoldaşlarımıza saldırırlarken uçaklarını, kobralarını, toplarını, çetelerini vampir gibi bu yoldaşlarımızın kanını emmek için saldırtırlarken elbette umut ediyorlardı ki, bu hareketi darbeleriz. Gerillanın bahara çıkışını engelleriz. Kürt halkının umudunu, inancını kırarız, ürkütürüz, onları korkuturuz. Oysa gerçeklerin bu hesapların tersine olduğu ve faşist güçlerin bu saldırganlıkla umut ve hesap ettiklerinin tümüyle boşa çıkartılarak kursaklarında bırakıldığı açıktır. Düşman güçlerin umut ve hesaplarının tersine yoldaşlarımızın büyük bir direniş gösterdikleri ve saldırgan faşist sürülere ağır darbeler vurdukları bir gerçektir. Onlar Agitlerin, Erdalların izinde yürüyen Botan kahramanları olmaya and içmişlerdir. Dolayısıyla da bütün çabalarına rağmen en küçük bir zayıflık göstermeden düşmana karşı kahramanca direniş göstermişlerdir. Bu HPG’nin özüdür, gerillanın ruhudur, kararıdır, inancıdır. Bırakalım Hêzılde yoldaşlarımızın katledilmesinin gerilla üzerinde ürküntü yaratmasını, tam tersine daha büyük bir öfke, tepki, mücadele azmi ve intikam ruhu ortaya çıkartmıştır. Şunu açıkça ifade edebiliriz; 2008’in büyük gerilla direnişi Kurtay arkadaş ve Hêzıl’de şehit düşen yoldaşlarımızın anısına gerçekleşecektir. 2008’in bahar hamlesi de bir bütün olarak belki de büyük ve kalıcı sonuçlar yaratacak gerilla direnişi kesinlikle bu yoldaşlarımızın anısına yürütülecektir. Her gün gerillanın namlusundan çıkan kurşunlar ve onların taşıdığı özgürlük ve demokrasi bilinci bu kahraman yoldaşlarımızı yaşatacaktır.
Şimdiden daha gerillanın böyle bir sürece girdiği, her alandaki gerilla güçlerimizin büyük bir intikam ruhu ve mücadele azmiyle dolu olduğu 2008 direnişini bu temelde geliştirmeye yöneldiği bir gerçektir. Yine Hêzıl direnişimiz güncel planda da Kürt halkı üzerinde büyük bir etkide bulunmuştur. Yine düşmanın umut ettiği gibi bırakalım halkın umut kırılmasına, pasifizme uğramasını 2008 Newroz’u göstermiştir ki, Êdî Bes e! kampanyası temelinde demokratik halk serhildanı tarihinin en yüksek düzeyine ulaşmıştır. 2008 Newroz’u bütün zamanların en özgürlükçü, en görkemli, en büyük Newroz’u olmuştur. Başta amed olmak üzere Kuzey Kürdistan’ın bütün kent ve kasabalarında, diğer Kürdistan parçalarında ve yurtdışında on milyonu aşan bir kitle özgürlük ve demokrasi istemi doğrultusunda ve önder apo etrafında kenetlenerek Newroz özgürlük ve direniş bayramımızı kutlamıştır. Halk bu Newroz’larda önderlikle bütünleştiğini ve özgürlük ve demokrasi istemini çok net ifade etmiştir. Kürt halkının ne istediğini öğrenmek isteyenler için Newroz’da başta Amed olmak üzere her alanda Kürt halkının verdiği mesajlar birer demokratik çözüm programı düzeyindedir.
Halk en büyük ve direngen kalkışını bu Newroz’da yaşamıştır. Sadece kitlesel nicelik itibariyle de değil coşkusu, heyecanı, öfkesi ve tepkisiyle mesajlarını net ortaya koyarak Kürt halkı özgürlük ve demokrasiyi mutlaka kazanacağını tamamen ya zafer ya zafer şiarıyla hareket ettiğini bunun gerisine Kürt halkını kimsenin düşüremeyeceğini açıkça ortaya koymuştur. Bundan da öteye Kamışlo, Siirt, Van, Hakkâri ve Yüksekova’da halkın her türlü engellemeye karşı büyük bir cesaret ve fedakârlıkla Newroz kutlamasını gerçekleştirmesi vardır. Van’da ve Yüksekova’da şehitler verme pahasına yine onlarca yaralı ve tutuklu verme pahasına Kürt halkı Newroz ruhunu yaşamayı özgürlük ve direniş gücünü geliştirmeyi göstermiştir. Kamışlo, Van ve Gever’de 5 şehit vermiştir. Hêzıl şehitlerimizin takipçisi olarak gelişen bu Newroz halk şehitleri, Kürt halkının özgürlük mücadelesinde ne kadar inançlı, kararlı, tutkulu olduğunun en açık göstergesidir. Faşist gerici güçlerle Kürt gençliğinin yaşadığı çatışmalar onun nasıl bir cesaret, güç, İnanç kazandığını herkese göstermiştir. Faşist polis sürülerinin vampir gibi çılgınca gençlere, kadınlara, çocuklara dönük geliştirdiği saldırılara karşı halk Newroz kutlamalarından özgürlük ve direniş bayramını derinliğine yaşamaktan asla vazgeçmemiştir. Bu büyük direnişin öncüleri, kıvılcımları Hêzıl kahramanları olmuştur.
Kuşkusuz 15 Şubat uluslar arası komplosunu lanetleyen halkımız bu temelde mart ayına çok direngen girmişti. Yine Zap alanına ana karargâh sahamıza dönük 25. güneş operasyonunu düzenleyerek sonuç almayı umut eden faşist ordu güçlerine karşı kahramanca gelişen Zap direnişimizin halk üzerindeki büyük moral ve isteklendirme etkisi de mart ayının daha görkemli bir direnişe sahne olmasını sağlamıştır. Gerillanın Zap’tan düşman saldırılarını geri püskürten büyük bir başarıyı elde etmesi dört parçadaki ve yurtdışındaki halkımızda ve dostlarımızda büyük bir coşku ve heyecana, mücadele azmine sahne olurken düşman güçlere de kahredici darbeyi vurmuştur. Bu darbenin etkileri günümüzde de devam etmektedir. Neredeyse Zap’ta yediği darbe sonucunda Türkiye siyasetinin çivileri sökülmüştür. 22 Temmuz erken seçim sürecinde genelkurmay-AKP uzlaşması başta olmak üzere özgürlük hareketimize karşı saldırı temelinde devlet siyasetinin ortaya çıkardığı kirli uzlaşma çözülmeye başlamış ne kadar vahşi, kirli halk düşmanı bir ittifakın ortaya çıkmış olduğu yavaş yavaş görülür hale gelmiştir. Bu büyük gelişmenin de halkımızın mart serhildanında büyük payının olduğu bir gerçektir.
Yine Kürt kadınının Önder Apo önderliğinde gelişen özgürlük hareketimizin kahramanlık çizgisini temsil eder düzeyde geliştirdiği 8 Mart kutlamalarının Kürt toplumunda gelişen özgürlük ve demokrasi düzeyine gösteren büyük kadın devriminin de Newroza giden yolda büyük etkisinin olduğu bir gerçektir. Neredeyse 8 Mart’la, Newroz kutlamaları birleşmiştir. İşte böyle bir süreçte tüm zamanların en görkemli Newroz’unun 2008’de yaşanmasını sağlayan temel etkenlerden birisi de Kurtay arkadaşımızın başında olduğu Hêzıl grubumuzun düşman saldırıları karşısında gösterdiği kahramanca direniş olmuştur. Kurtay arkadaşların destan yazan kahramanlıkları Kürt halkının Kamışlo’da, Siirt’te, Van’da, Hakkâri’de, Yüksekova’da Kürdistan’ın dört bir yanında her türlü saldırıya karşı yiğitçe direnmesini sağlayan o büyük ruhu bilinci ortaya çıkartmıştır. 2008 Newroz’u Hêzıl direnişi temelinde kutlanmıştır. Ve bu kutlamalar mart sonuna kadar ulusal kahramanlık haftamız temelinde süreklilik arz eden bir halk serhildanına dönüşmüştür. İfade ettiğimiz 2008 büyük gerilla direnişi Bingöl’de ve Hêzıl’de kahramanca direnerek şehit düşen arkadaşlarımızın anısına ve büyük Zap direnişini bütün alanlara taşıma ve yayma hedefi doğrultusunda gerçekleşecektir. Bu noktada Hêzıl direnişinin medya savunma alanları
Gerçekleşen direnişi kuzeye taşıyarak Kürdistan’ın dört bir yanına yayma gibi bir özelliği vardır. Bu da gösteriyor ki, bir kere daha özgürlük için gerilla direnişi Hêzıl vadisinden Botan’dan bütün ülkeye, Kürdistan coğrafyasına yayılmaktadır. Bu tarihle de uyumludur, sonuç alma özelliğine de kesinlikle sahiptir. Hêzıl direnişimizin Botan direniş tarihine önemli bir halka eklediği tartışma götürmez bir gerçektir. Botan’ın bir kahramanlık diyarı olduğu Kürt halk kahramanlığının merkezi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Kürdün kahramanlık tarihi çok iyi biliniyor ki, Botan merkezli olarak gelişmiş ve yaratılmıştır. Bu tarihsel gerçek PKK direniş tarihi açısından da kanıtlanmıştır. Daha partileşme adımını atar atmaz PKK hareketinin Kürt tarihine ve coğrafyasına uygun Kürt halk gerçeğinin özünü yansıtan bir direniş hareketi olabilmek için Botan’a yürümeye çalıştığı bilinen bir gerçektir. Bu yürüyüşü ülke içinden gerçekleştirmeye çalıştığı gibi bunu pratikte yürütemeyince yurt dışından destek alarak da başarmayı sağladığı yine bildiğimiz bir husus oluyor. Dolayısıyla ideolojik, politik hattın önderlik çizgisininin parti hareketi haline gelir gelmez pratiğe dönüşmesi, ete kemiğe bürünmesi büyük özgürlük hareketi haline gelmesi, bunun için gerillalaşması Botan’a yürümesini gerektiriyor. Ve bu konuda temel amaçlardan asla vazgeçmeyerek Botan’a yürüme temelinde hareketimiz bu gerçeği sürdürüyor. Nitekim 12 Eylül faşist askeri rejimine karşı gerilla direnişinin örgütlenmesinin temel alanı Botan sahası oluyor. Gerilla ilk hazırlıklarını, deneme sınamalarını halkla ve Kürdistan coğrafyasıyla buluşmasını Botan’da gerçekleştiriyor. Büyük 15 Ağustos tarihi atılımı Botan’da yaşanıyor. Eruh ve Şemdinli eylemleriyle ilan edilen özgürlük ve demokrasi direnişi Botan merkezli bir direniş olarak gündeme geliyor. Ve bu büyük direniş elbette ki kendine yakışır büyük savaşçılarını, komutanlarını da yaratıyor. Büyük gerilla komutanı Agit kahramanlık çizgisi Botan’da gerçekleşiyor. Gabar’da, Cudi’de, Hêzıl’de, Kato’da, Botan’ın dört bir yanında adım adım yaratılıyor. Kürt gençliğinin Agitleşmesi Botan direnişiyle ortaya çıkıyor. Gençlik Botana, özgür vatana! Şiarı Kürt gençliğini yönlendiren sürükleyen en temel slogan haline bu biçimde geliyor. Her ne kadar zaman zaman bu gerçeği bozmaya çalışan hatalı, yetersiz tutumlar olsa da bazı bozguncu, yıkıcı davranışlar ortaya çıksa da ama direniş mücadelesi boyunca başat olan kahramanlık çizgisidir. Komutan Agit çizgisidir! Bu gerçek günümüze kadar kesintisiz süre gelen bir gerçektir.
Son yıllarda da her ne kadar bazı kişilikler bu gerçeğe ters düşmüş buna uygun davranmamışlar basit sefil oportünist, pasifist yaşamı kendilerine yedirmişlerse de ama 1 Haziran atılımı temelinde gelişen direniş sürecimizin de merkezinde Botan direnişinin olduğu ve Botan’da da Agit kahramanlık çizgisinin başat bir çizgi olmaya devam ettiği tartışma götürmez bir gerçektir. Bu temelde 2005–2006–2007 yıllarında yüzden fazla yoldaşımız kahramanca direnerek bu coğrafya da şehit düşmüştür. Yeni Botan tarihinin kahraman Gabar direnişçileri olmuştur. Cudi direnişçileri olmuştur, tenini direnişçileri olmuştur, kato direnişçileri olmuştur. Botan’ın dört bir yanında direnerek şehit düşen onlarca militanı olmuştur. Gülbahar’lar, Sorxwin’ler, Roza’lar, Delila’lar, yıldız’lar yakın dönemin direniş kahramanları olarak ortaya çıkmışlardır. Yine Sabri’ler, şoreş’ler onlarca kahraman direnişçi her türlü faşist saldırganlığa ve teslimiyete karşı direniş abideleri olarak ortaya çıkmışlardır. Kurtay arkadaş öncülüğündeki Hêzıl direnişçiliği işte bu kahramanlık çizgisinin devamı olmaktadır. Bu direniş gerçeğini büyük mücadele yılı olan 2008’e taşıyan güç olmaktadır. Her 9 kahraman şehidimizin de böyle bir gerçeği vardır.
Kurtay arkadaşımızı tüm yoldaşlar tanırlar. 90’lardan bu yana Botan’ın her tarafında yine güney’de birçok alanda büyük özveriyle çalışmış onlarca çatışmaya katılmış büyük bir birikim ve tecrübe edinmiş yoldaşımızdı. Gerçekten de Botan direnişçiliğinin özünü temsil ediyordu. Agitlerin kahramanlık çizgisinin sadık bir takipçisiydi. Asi Botan gençliğinin ruhunu, yüreğini kendinde taşıyordu. Yine cesur ve fedakâr Kürt gençliğinin yılmaz bir temsilcisiydi. Uluslar arası komplo karşısında hareketimizin önderlik etrafında birleşen direniş çizgisinden en küçük bir sapma göstermedi. Onun için Kürt halkının özgürlüğü ve demokratik yaşama kavuşması olmazsa olmaz bir ihtiyaçtı. Bunun da ancak önderlik çizgisi temelinde ve ancak PKK hareketiyle olacağına tüm benliğiyle inanmıştı. Onun için sarsılmaz bir önderlik bağı, özgürlük bağı olarak, parti bağı olarak ortaya çıkmıştı.
Bu çerçevede medya savunma bölgelerinin önemli birçok alanında da değişik görevler yürüttü. En son Haftanin’de savaşın en şiddetli olduğu dönemde oldukça bu savaşa destek veren bir pratik çalışmanın sahibiydi. Botan direnişini Haftanin’den tüm gücüyle benliğiyle destekledi. Bu temelde de HPG’nin konsey yönetimi içerisinde yer aldı. En kapsamlı görev ve sorumluluklar üstlenip yürütecek bir düzeye ulaştı. Sürekli bu çalışma sürecinde kuzey sahalarına geçmeyi Botan başta olmak üzere kuzeyin herhangi bir alanında savaşa daha aktif katılmayı bir tutku düzeyinde esas aldı ve hep yönetimimize dayattı. Aslında yıllardır böyle bir tutum içerisinde oldu. Biz uzun süre bu talepleri sonraya erteledik. Daha güçlü verimli çalışabilir durumda tutma çabası içinde olduk. Fakat o büyük ısrar, dayatıcılık kahraman şehitlerin izinde daha aktif mücadeleye katılma ruhu duygusu gittikçe güçlendi ve artık Kurtay arkadaşımız için dönülmez ve dayanılmaz bir tutku haline geldi. Bu büyük ısrar karşısında 2007’de şehit düşen yoldaşlarımızın anısını daha güçlü yaşatmak ve intikamlarının alınmasına katkı sunmak amacıyla 2008’e daha güçlü bir hazırlıkla girmek için Botan’a yürüyüş kararına ulaştık. Bu temelde hazırlanmış bir grup yoldaşımızla 2007 son güzünde Botan’a yürüdü. Belki pratik çaba harcayarak, çalışarak, eylemler düzenleyerek bu amacımızın gerçekleşmesine bizzat kendisi katılamadı. Ama mart ortasında düşman saldırısı karşısında geliştirdiği kahramanca direnişle gerillanın 2008’de geliştireceği savaşın önünü açtı. Kürt halkını büyük Newroza taşıdı. Bize başta savaşan yoldaşlar olmak üzere tüm gerillaya 2008 yılında düşman karşısında daha güçlü durulması gerektiğini gösterdi. Bunun öncüsü, kıvılcımı, çekim merkezi haline geldi. HPG’nin kahramanlık çizgisinin 2008 yılına taşınmasını sağladı. Diğer yoldaşlarımızın hepsi de öyledir. Hêzıl’de şehit düşen yoldaşlar Kürt halkının en değerli evlatlarıdırlar. Her biri birer direniş abidesidir, cesaret ve fedakârlık gerçeğidir. Özgürlük ruhudur, bilincidir. İnsanlığı temsil eden ruh, duygu, düşünce ve davranışlarında özgür insanı yaşatan tutkulu mücadelecidirler.
Ekin arkadaşımız YJA-STAR militanı olarak yine özel hazırlanmış güçlerimizin değerli bir temsilcisi olarak geçtiğimiz yılda Botan savaşına büyük katkı sunmuş bir arkadaşımızdır. Sorxwin’lerin, roza’ların, yıldız ve gülbahar’ların izinde yürümeyi bilmiştir. PKK’nin yeniden inşası gündeme geldiğinde daha önceki süreçte herkesten fazla bu ihtiyacı hissederek yeniden inşa çalışmalarına en çok katkı sunan arkadaşlarımızdan biri olmuştur. Yine hem bilinç düzeyi hem de yoldaşça davranışlarıyla onlarca militanın eğitilmesine katkı sunmuştur. Propaganda çalışmalarımızda önemli bir rol oynamıştır. Tüm bu ideolojik örgütsel yoğunlaşmayı büyük gerilla savaşçılığına da taşıyarak Hêzıl kahramanları içine katılmayı başarmıştır. Diğer arkadaşlarımız bir bölümü daha önceden Botan’da direnip tecrübe edinen, bazıları da Kurtay arkadaşla birlikte 2008 direnişini güçlü geliştirmek üzere hazırlanıp Botan’a yürüyen arkadaşlarımızdan oluyorlar. Bunların hepsi gerillanın 2008 özgürlük yürüyüşünün öncüleri, çekim merkezleri olmuşlardır. Botan başta olmak üzere tüm alanlardaki gerilla direnişimizin ruhu, kıvılcımı, çekim gücüdürler. İfade ettiğimiz gibi 2008 gerilla direnişimiz bu arkadaşlarımızın yüce anılarını yaşatma temelinde olacaktır. Onların intikamını almayı içerecektir. Kürt halkı Newroz’da bu değerli evlatlarına her zaman sahip çıkacağını dost düşman herkese göstermiştir. Gerilla öncülüğünde her zaman ayakta olduğunu kanıtlamıştır.
Tüm gerilla güçlerimiz de Êdî Bes e! kampanyasını gerilla cephesinde destekleme temelinde önümüzdeki süreçte üzerlerine düşen görev ve sorumluluğun gereğini başarıyla yerine getirmek için Hêzıl direnişçilerinin kahramanlık çizgisinde yürüyeceklerdir. Hiç kimsenin bundan endişesi olmamalıdır. Kürt halkı her zaman bu direnişçiliğe inanmalıdır, güvenmelidir. Onları takip etmeyi bilmelidir. Hiçbir zaman halkın özgürlük ve demokrasi çizgisini fedailik temelinde yürütmekten gerilla güçlerimiz geri durmayacaktır. Türkiye’nin tüm demokratik güçleri, Kürt halkının tüm dostları gerillaya her zamankinden daha fazla şimdi inanmalı, güvenmelidirler. Onların özlemini duyduğu uğrunda çalıştığı yüce özgürlük eşitlik ve demokrasi ideallerini hayata geçirmek için gerekli olan her türlü cesaret ve fedakârlığı gösterme temelinde HPG gerillası sonuna kadar mücadele edecek, direnecektir. Bu direnişçilik karşısında faşist gericilik ürkmeli, korkmalıdır. Kürt halkına saldıran, gerillaya saldıran herkes bilmelidir ki, bu saldırılarının hesabını mutlaka verecektir. Çocuk yaştaki Kürt gençlerine, kadınlarına saldıran o faşist polis güçleri bilsinler ki, her zaman ve her yerde gerillanın nefesi enselerinde olacaktır. Kürt halkına, gençliğine, kadınlarına tüm demokrasi güçlerine karşı suç işleyenlerin yaptıkları yanlarına hiçbir zaman kalmayacaktır. Nereye giderlerse gitsinler, hangi devlete sığınırlarsa sığınsınlar isterlerse dünyanın öte ucuna gitsinler özgürlük güçlerimiz, gerilla güçlerimiz Kürt halkına karşı suç işlemiş olanları saklandıkları yerden bulup çıkartarak mutlaka hesap soracaktır.
HPG gerillası özgürlük, eşitlik ve demokrasi çizgisinde adaleti sonuna kadar takip edecek ve uygulayacak bir kuvvet olacaktır yine çok değişik yöntemlerle, paralarla tam bir insan kasabı haline getirerek bu kara yüzlü faşist sürüleri Kürt halkının ve gerillasının üzerine salan güçler, komutanlar, siyasetçiler de bilsinler ki; başarılı olamayacaklardır. Yaptıkları insanlık karşısında soykırım girişimleridir. Onlar katliamı yöneten güç oluyorlar. Bununla hiçbir zaman egemen olamazlar, başarıya gidemezler. Kürt halkını ezip yok edemezler. Sadece vampir gibi yanlarına kan dökmek kalır ki, bir gün bu kan kendilerini de boğar. Dolayısıyla genel deyimle döktükleri kanda boğulacakladır demek en çok da şimdi Kürdistan’daki durumu ifade ediyor. O bakımdan bu katliamcı, saldırgan tutumdan vazgeçmek zararın neresinden dönülürse kardır denilerek hiç olmazsa biraz insani davranış gösterebilmek onların da tutumu olmalıdır diyoruz. Böyle olurlarsa daha doğru bir yaklaşım içine girmiş olurlar. Olmazlarsa eğer yaptıkları zulüm bir gün mutlaka kendilerini de boğar. Onları boğacak her türlü zalimi, despotu boğacak tarih sahnesine gömecek bir direnişi sonuna kadar başarıyla sürdürmek Kürt halkının özgürlük hareketimizin ve HPG kahramanlığının temel görevidir. Bu temelde 2008 büyük direnişine yürürken diyoruz: başta Hêzıl kahramanlarımız olmak üzere tüm şehitlerimizin anısına gerçekleşecektir. 2008 direnişi ve onun büyük başarıları bu şehitlerimizin anısına yarattığımız, diktiğimiz temel değerler olacaktır. Bu temelde bir kere daha ifade ediyoruz: başta Kurtay arkadaş olmak üzere tüm Hêzıl şehitlerimizin anıları ölümsüzdür. Hareketimiz ve halkımız bu büyük kahramanların anılarını her gün büyüttükleri özgürlük mücadelesinde sürekli yaşatacaklardır.
Halk Savunma Merkezi
Canım Yıldız, 'Eee.. anlat bakalım, ne tadındadır sizin orada akşamlar?’ diye sormuştum son konuşmalarımızın birinde. Gülmüştün. Binlerce kilometre uzakta olsak da, görmüştüm gül, gelincik, şilan açtığını yanaklarından... Nasıl anlatsam ki sana? Ama geçen okuduğun şiirdeki gibi birşey burada akşamlar’ demiştin sonra.
Sahi, ne tadındadır Azrail’den çalınmış şu ana sığdırılan sevdalar? Hangi aşkın vuslatında böylesine güzeldir akşam. Ve neden sevinçlerimizle yarışır gibi böyle çabuk geçiyor zaman. Hâlbuki çoğumuzun saçlarında tutmamış daha gümüş mayası ve sararmadı bıyıklarımız geçen sonbaharda. Ama yine de acılarımızla yarışır gibi ne de çabuk geçiyor zaman.
Ama umut inadına serpiliyor doruklarda yüreğimizin hüzün yaprakları dökülüyor bir bir gamzelerimizden, bahar damlıyor yani ve yine zafer tadında demleniyor akşamlar.
Yollar, götürmek için kimilerimizi yeni iklimin şarabi akşamlarına son hazırlıklarını tamlamakta. Ve eller, sıcacık bir ülke gibi kucaklarken birbirilerini saçılıyor dudaklardan Botani intikam türküleri.
Doğduğun günden, gittiğin güne dek hiç ayrılmamıştık. Vedalaşırken de ‘geçici ayrılık bizimkisi’ demiştik. Ayrılıktan saymadık zaten. Dağlara gidecektin. O delikanlı bahara...Gittin!... Ve ben, en güzel sözü dudaklarımda unutma telaşıyla bağırdım peşinden ‘yolun açık, başın dik olsun. Akşamlarına ağustos sevinci dolsun!’
Ve senden sonra, kalleş mayınlarla pusulanmış yollara uğurlananlardan birileri başka bir iklimde çıkınca karşıma deli olurdum sevinçten. “Yıldız yaşıyor ve gülüyor ‘hala’nın mutluluğundan Newroz sığmazdı gözkapaklarıma. Ayrılık zordu bizler için. Zorunlu ‘zor’lardan.
Beraber büyümüştük. Ben altı yaşında bir çocukken, bal karası gözleriyle, bal tadında bir bebeydin sen. Bütün çocuklar seninle oynamak için dolardı gecekonmuş fakirhanemize. Ve şımarık serçeler gibi baharı taşırlardı toprak bahçeye. Çiçekler açar, yeşerirdi dünya. Ama sen hep susardın. Onlar Fırat gibi coştukça, sen Dicle dinginliğinde akardın. Büyüdükçe çoğaldı suskun. Büyüdükçe, derinleşti gözlerindeki bal karası uçurumlar.. Büyüdükçe, daha bir esmerleşti yüzüne takıştırdığın hüzün... hiçbir aşk, mutluluk ve sevinç silemedi yüzünde asılı duran o esmer hüzün resmini. Amca-yeğendik seninle. Baba-kız. Ve aynı hüzne terk edilmiş öksüz iki kardeş... Acılarımızı, öfkelerimizi, sevinçlerimizi döktük birbirilerimizin ellerine. Sevdalarımızla cemre düşürürdük öbürümüzün yüreğine... Newroz açardık sonra, aşk sarhoşluğuyla halaya dururduk. Büyüdük... kirlendi dünya. Ya da, ülkesiz, dilsiz, sürgün yaşamanın kimliksiz acıları düştü ellerimize. Ve anladık ki, gözlerimizdeki anam yüzlü hüzün, aşksızlıktan değil, yurtsuzluktandır.
Ve sen canım Yıldız, bunu anladığında ilkin aşkını saldın dağlara Şiyar’ını... Sonra... Sonra iki damla gözyaşı bırakıp ellerime gittin... Güneşin sabahı dudaklarından öptüğü o ülkeye.. “Saksıdaki kardelen gibiyim bu şehirde, her rüzgârda biraz daha kırılıyor ellerim” demiştin giderken. Köklerini toprağımıza salma özlemiydi gidişin. Belki de rüzgâr olmak istemiştin... Şiyar’a mı, yoksa dağlara mı? diye tek bir soru sormuştum sadece. Güldün... Aşk döküldü gülüşünden..
Oysaki, aşktan söz edince hep susardın. Suskun yağardı yağmur. Göl olurdu sonra avuçlarıma birikmiş acıların. Ve hüzün, bir gölge gibi düşüp ardımıza sessizce yürürdü lacivert ormanımızda... Fakat bu kez gülmüştün. Anlamadım sorumun cevabını... Taa ki, günlüğünde aşka dair yazdıklarını okuyana dek. İçinde Şiar’ın da olduğu o kutsal toprağaydı aşkın.
“Sevgiyi düşündüm sonra. Arayışlarımı. Acaba düşünüyor mudur dedim. Bilmiyorum, keşke içinde bulunduğumuz ortam ve kişilik yapılanmamız izin verseydi apaçık akmaya. Ama vermiyor. Bu konuda açık olmak bizler için çok tehlikeli. Çünkü hazır değiliz. Ne kişiliklerimiz, ne içinde bulunduğumuz topluluk ve ne de savaş ortamı henüz buna hazır değil. Ama buradan çıkıp dağlarımıza ulaşabilirsem aşkın anlamı benim için çok daha büyük olacak buna eminim.
Ülkem benim, ne kadar zormuş sana ulaşmak!.. Ne anlatılmaz bir tutku.. Sana kavuştuktan sonra, bağrında kalabilmenin diyetini ödemek. Seninle ben olmak istiyorum, sensiz nefes alamıyorum. Dokunuşlarınla, öpüşlerinle tanışmak, o hazzı ben de yaşamak istiyorum.. Bedenimi toprağına sürmek ve ulaşılmazlığınla kendimi yeniden yaratmak istiyorum. Güzellik kraliçem benim. Ülkem, beni koynuna alacağın günü özlemle bekliyorum. En çok ben seveceğim seni, bu sözü daha önce verenler gibi..”
Ve sözünü tuttun.. Atomlara bölerek o gelincik tarlası tenini, döktün Cudi’nin eteklerine... Ama.. Ama canım Yıldız, ayrılık için daha çok erken! Hani söz vermiştin! Ben gelmeden büyümeyecektin. Mavi olacaktık seninle. Beyaz telekli bir martı. Uçacaktık okyanusun en yalnız köşesine. Yıldız olacaktık sonra. Kayıp düşecektik çocukların yarına açılmış avuçlarına.. Ben gelmeden sakın büyüme demiştim sana. Çocukluğumuzu asacaktık umudun alın çatına. Ve uçurtma niyetine koşup akşamın peşinden, düşlerimizi salacaktık geceye...
Büyüdün! Yıldız oldun. Ve düştün halkımın yarına açılmış esmer avuçlarına... Gittin işte! Yüreğimde Fırat çağıltısı acılar kanatarak ve ellerimde söylenmemiş sözlerin sızısını bırakarak aşkına gelin gittin... Geceler boyu uyumadım hâlbuki kaldırıp önündeki barikatı yol verdim zamana. Su gibi akışın da, mevsim dönsün diye bahara. Ve gözlerin avuçlarıma düşer umuduyla hüzünlü şarkılar söyledim yıldızlara. Ne çok vuruldum, kaç ömür kanadım sen gidince! Ve gelmesin diye ardından, yatırıp dizlerime, ninniler söyledim ölüme... Yağmur tuttu soluğunu serçeler sustu özleminle dağlarken yaralarımı inlemedim hiç uyanır da, peşine düşer diye o soğuk ve kirli hece... Ama...
Sen yine de gittin işte! ‘Her ölüm erkendir’ denir ya. Biliyorum sen geç kalmanın telaşıyla koştun önce giden yoldaşların peşinden.. Ama canım Yıldız inan! Bu ayrılık bize çok erken. Çoğumuzun saçlarında tutmamış daha gümüş mayası. Ve sararmadı bıyıklarımız geçen sonbaharda.
Arkadaşlarını gördüm canım Yıldız. Beraber anılar biriktirdiğiniz esmer çocuklardı hepsi. Gözlerinde balkarası gözlerini aradım. Ellerinde, Cudi nasırı ellerini.. Korktum ve dokunamadım sen kokulu tenlerine. Acılarımdan elleri yansın istemedim.. Sustum ve sadece dinledim... bir ceylan gibi Cudi’de gezmişsin. ve her koyağına o kutsal mabedin, sevdanı gizlemişsin. Bırca beleq’de, Mem û Zìn’in düğününde dilana girmişsin önce ve ceplerinde bir avuç Dicle, düşmüşsün kendi masalının peşine. Karşılaştığın her yürek de bir iz bırakmışsın diyorlar. koyu bir esmerlik.
Ve bir Newroz sonrası, hani yüreklerimize cemre düşen o aşk mevsiminde gülüşünle mayalayıp o esmer hüznü kayıp Cudi’nin doruklarından, düşüvermişsin Toroslar’ın güneş yanığı tenine. İşte o günden beri güldüğünde gelincik saçan gamzeleri mayxos bir hüzne çalmış Cudi’nin.. Mayxos bir hüzün kuşattı yani Newroz coşkusu sohbetlerimizi ve aldatılmış sevgililer gibi küstü dilimiz anıların çakırkeyf tadına.. Yine de, inatçılığımızla yarışır gibi nasıl da geçiyor zaman! Newroz Ağustos ve sen.. Bak! koca bir kavga mevsimi daha geçti o lanetli günün üstünden. Esmer gelinciklerle doldu Cudi’nin elleri ama hüzne yaprak dökse de yüreğimiz ağlayamıyoruz, çünkü turnalar güneşe doğru uçuyor hala ve ceylanlar, ayak izlerine basarak dolaşıyor kınalı şafakları beklediğin o koyaklarda. Hüzne demleniyor reyxanî akşamlar. Yollar sabırsız. götürmek için kimilerimizi o eşkıya doruklara son hazırlıklarını tamamlamakta. ve eller.. sıcacık bir ülke gibi kucaklarken bir birilerini yine aynı türkü dökülüyor dudaklardan ‘Serkeftin hewalno, uğurlar olsun. Akşamlarınıza Ağustos sevinci dolsun!’ ... Sahi, söyler misiniz!.. ayrılık sonrası ne tadındadır mevsim?
Silah arkadaşı