“Özlemek bir başka hasreti bağrında taşıyor, bir çok şeye gebe olduğu kadar hasretlerin en büyüklerini yaşatıyor insana”
Şehit Erdal İsyan Arif

Hangi kelimelerle, hangi sözlerle başlayacağımı bilmiyorum hiç biri yetmez çünkü...Hangisi bu tarif edilemez fırtınayı anlatabilir ki? Şimdi gözlerime, gülüşün mühürlendi güzel delikanlı... Bir insan bu kadarda bütünleşir adıyla değil mi...Yüregin Aydın yaşamın Yılmazdı senin... Anılara sarılarak yeniden yaşıyorum paylaşılmış zamanları... Alp dağlarının ülkesine dönüyorum, İsviçre'ye gidiyorum, ilkin oralarda tanımıştık seninle. Özgürlük serüveninde ilk adımlarını attığın yıllardı. Çabucak etkilerdin çevrendekileri engin ruhunun sıcaklığıyla. Öyle ki ilk karşılaşmamızda sanki seni yıllardır tanıyor gibi hissetmiştim kendimi. Her bakışında bir anlam bağırıyordu adeta o kadar derin yaşıyordun ki zamanı en çokta bu güven yaratıyordu dostluklarında. Gençlerle ile iletişimin bu nedenle çok güçlüydü. Sen de insan felsefesine inanarak ilerlemeyi görev bilmiştin. Maneviyatın yitmediğini her dem diri tutulabileceğin ispatıydı senin duruşun. Bir de toprak...Toprağına özlemin ise bambaşkaydı bir yanın buruk bir yanında dirençti. Burukluğun zorunlu gurbetin koşulları iken direncin ise geri dönüşün sarsılmaz umuduydu. Xelilan'lı genç bir gün elbet dönecekti ülkesine...
Kalbin hiç bir zaman Amed'ten ayrılmamıştı ki, sen buradaydın, kalbin ise orada atıyordu... Gençlerle bu sevdanı paylaşmak için her anı fırsat bilirdin. Avrupa'da yaşadıkları yabancılaşmayı, yozlaşmayı onları ne kadar kendi kimliklerinden uzaklaştırdığını onlara kavratabilmek için verdiğin emek devrime iz bırakacak değerler yarattı. Yoldaşlarına olan sevgin o kadar özlü ve saftı ki her birimizin yüreğinde ifade edemeyeceğimiz ve asla kopmayacak bir bağ oluştu Erdal... Özlemin dile gelişi o kadar zor ki, acı, hüzün herşey fırtına şimdi... Sen de bir çoğumuz gibi Şehit Engin Sincer'i Erdal Hevali tanıma onuruna sahip oldun, hepimizde olduğu gibi sen de onun Özgürlük tutkusundan, deryalar kadar büyük yüreğinden ve devrimci önder kişiliğinden etkilenmiştin bundan böyle yaşamında ki klavuzun Erdalca bir yaşamın sahibi olmak olmuştu... Doğrular için her türlü fedakarlığa hazır olacak, devrimi devrim yapan değerler için hiç ödün vermeden savaşacaktın artık... Sen de o kadar anlam kattığın yaşam için, halkın için amansızca direnecektin... Heval Erdal için yaptığımız anmada sessizce akan göz yaşlarını hatırlıyorum, teninde beliren ışıl parıltıların bir yanı acı, bir yanı Yılmazdı yine... Yumruğunu sıkmış dimdik duruyordun, o gün işte sözleştin, o gün Erdal olacaktı yüreğin...
Bir dönem sonra uzun bir süredir ümit ettiğin yolculuğa çıktın, hasretini çektiğin topraklara ve mücadelemizin teminatı olan Özgür Kürdistan dağlarına yol aldın ve şafak vaktinde Güneşi karşılayanların kervanına katıldın. Xelilan'lı genç ülkesine dönüşü gerçekleştirdi...
Orada da çabucak arkadaşların kalbinde yer edindin. Her mektubunda oraların muhteşem doğa harikalarından bahsediyordun senin sözlerin daha iyi anlatır; “çevremizde çınar ağaçlarının yoğunlukta olduğu ve şu an itibariyle yaprakların döküldüğü o sonbaharın en muhteşem görünümü içinde bizim bir parçamız. Diğer yandan üzerimize dikilmiş görkemlilikleriyle Zagros'un etekleri, su sesinin o doğallığı arasında bir yaşam. Burası henüz keşfedilmemiş bir gizemliliğe sahip"
Evet henüz keşfedilmemiş bir gizemliliğin içerisinde, bu gizemi yaşatmak uğruna hunharca saldırılara karşı Yılmaz duruşunla direndin, inkara ve imha'ya karşı İsyan oldun...
Acı, hüzün her şey fırtına şimdi... Gözlerimize, yüreğimize gülüşün mühürlendi...
Vedalaşmıyoruz, çünkü yaşıyorsun bizimlesin, ömrün sonsuzluğa uzandı kalplerimizde...Seni çok seviyoruz Erdal...
Güzel sesin halen kulaklarımda yankılanıyor “İşte gidiyorum... Haydi dolaşalım yüce dağlarda..."
Sazın teli içimizdeki sızıyı çalıyor... Sözü hasretlerin pınarında akıyor şimdi...Bizim tenlerimizde beliren ışıl parıltılar ise sana ve tüm şehitlere andımızdır...
Senin şahsında tüm Kürdistan Şehitlerini saygıyla anıyorum.
Berfîn Dilav
Soğuk bir kış günüydü
Sıcak bir sohbetle paylaştığım
hayallerin içindeyim
Yürürken korkum dağ patikalarda
İçimi ısıtan gibiydin
Gün doğumuyla açan kardelenlerin üzerinden
Çığ damlası kadar taze
Annemin sandığında
Ayalı kadar eski
Gözlerin uzayıp
Göç kervanların ardından
Kalan küçük çocuğun
Bakışlarına benzer
Bin yıllardır büyümeyen
Hayallerin içindeyim
Hala…
Devrimci mücadelelerde baş aşağı gidişlerde yaşandığı süreçler olur. Böylesi süreçlerde istenilen bedelleri hep mücadele azmi ile donanmış insanlar verir. Gabar’ın destanı, ruhu, kendisi olabilmiş ve inandığı değerler uğruna kendi canından feragat etmiş bir toplumsal gerçekliktir.
Şairin “Dünyanın cesur ulusları yoktur, cesur insanları vardır” tabiri bu gerçekliği biraz da olsun açıklar niteliktedir. Bu halkın en cesur ve en güzel evlatlarının sergilediği bu ruh; Nirvana katına ulaşmanın en anlamlı ifadesidir. Acıyı yenmiş veya acıdan arınmış bir ruhla, böylesi bir şanlı direniş sergilenir. Anlamıyla da kendi benliğini aşmış kahramanların, kendisi olmak ile yaşanan bir ruhtur.
Yaşam ve insan olgularının içini doldurmaktır, olguyu olması gerektiği gibi yaşamak için, mücadeleyi üst düzeyde vermektir. Bu zor koşullarda bile, gelecek kuşakların özgürce yaşaması için, kendinden vazgeçme bilinci ve adıdır. Gabar’ın destanı ve direnişi Gülbaharların haykırışı idi.
Tarihimizde direniş kültürü, süregelen bir gelenektir. Şehitlerin yarattığı fedailik ve kahramanlıklar ancak o dönemin koşulları içerisinde ele alıp değerlendirirsek doğru anlamlandırmış oluruz. Onurlu bir yaşam için bir iğne ucu kadar yaşama inkanı olsaydı, arkadaşlar böyle bir eyleme girişmezlerdi. Tüm insanı değerlere saldırının olduğu bir yerde, direnmemek onursuzluktur. Onuruna sahip çıkmak için bedel ödemekten, en değerli varlığı olan canlarını ortaya koymaktan kaçınmadılar. Bedenlerini ölüme yatırarak bu şanlı tarihi yarattılar. Çünkü onlar başladıkları maratona kendilerini komple adamışlardı. Onurlu yaşamı uğruna ölecek kadar seven en değerli varlıkları olan canlarını verirken bile, mezar taşıma borçlu yazın, önderliğe, halkıma, yoldaşlarıma, şehit düşen babama ve kadın yoldaşlarıma borçlu yazın diyecek kadar alçakgönüllü, mütevazi ve erdemli bir yaşama ve kişiliğe sahipti.
Gülbaharlar destanlarıyla çoraklaşmış yüreklere ve topraklara su oldular. Biz onların oluşturdukları denizde bir damla olabilirsek ne mutlu bize, direniş destanları ile onura sahip çıkan, “ya özgür bir yaşam, ya özgür bir yaşam” diyen bir halk yarattılar. Kürt halkının karartılmış yaşamına, mücadelesine ışık olmanın geleceğinde filize durma ruhudur Gülbaharların haykırışı.
Bazı dönemler vardır ki, militanlığımızın sınandığı dönemlerdir. Bugün böylesi bir dönemden geçiyoruz. Bize yine teslimiyet ve onursuzluk reva görülüyor. İşte bugün Gülbaharların fedai ve kahramanlık ruhlarını içselleştirme ve yaşamsallaştırma günüdür. Bu günü beyni ile, yüreği ile her şeyi ile kendini komple özgürlük mücadelesine adayan fedailere, şehitlerimizin ruhunu yaşamaya ihtiyacımız her zamankinden daha fazladır. Kendimizi borçlu hissetmeli önderliğe, halka ve şehitlere karşı borcumuzu ödemek için var olan geleneksel, yetmez, yetersiz yanlarımızı aşmalıyız. Önderlikle doğru bir buluşmayı sağlamak için, küçük bencilliklerimizi, bireysek kaygılarımızı, takıntılarımızı aşmalı ve kendimizi komple adamalıyız. Önderliği, şehitleri ve halkı komple yaşamalıyız. İşte Gabar’ın direnişi, Gülbaharların ruhu bu gerçek değerlerimize davet ve çağrısıdır.
Düşüncelerimizle, yaşamımız arasındaki uçurumlara köprü kurmalıyız. Tüm geriliklerimize karşı, kendimizde Gabar’ın semalarında dolaşan, Gülbaharların direniş ruhunu yaşatan, tüm manevi değerlerimizin bileşkesi olan önderlik ve şehitler etrafında kenetlenerek, önderliği, şehitlerimizi an be an hissederek yaşamalı, militanlık sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz.
Yaptıkları işlerde her zaman başarılı, coşkulu, heyecanlı, moralli ve gittiği her ortamın rengini-havasını değiştiren özelliklere sahipti Gülbahar arkadaş. Yetkiye dayanarak değil, doğal sorumluluk anlayışıyla öncülük rolünü oynuyordu. Önderlikle sonsuz bir inanç ve bağlılıkla bütünleşmişti. Önderliği gerektiği yer ve mekanda uygulama heyecanını ve coşkusunu yaşamın her anında his eden, sorumluluğunu gösteren ve yaşanan baharların müjdecisi idi. Militan olmanın gereklerine göre yaşayan, önderlikle gerçek yoldaşlığın somut ifadesi idi. Onurlu ve özgür yaşama gönül vermiş, kendini adamış erdemli bir kişilikti. Yaşama büyük bir tutku ile bağlı idi. Özgür ve onurlu bir ölümü, özgür ortamın yaratımında gören, bununda bedel istediğini çok iyi bile bir arkadaştı. Hep şunu söylerdi; “Kahramanlar gerçek zamanlarını ve ölünmesi gerektiği yeri belirleyen erdemliliğe sahip olurlar. Gerektiği yerde ölmesini de bilmek, mücadelemiz açısından erdemliliktir ”
Tüm bunlarla bağlantılı olarak söylenecek özlü söz şu olmalıdır. Tüm zamanlara yayılmış Gülbaharların ruhu, yenilmezliğin ve zaferin garantisidir. Düşman bütün silahlarıyla, tekniğiyle, sayı üstünlüğü ile yüklendiği bir mevzide çıplak bedenleri ve çelikten irade ve inançları dışında hiçbir silahı olmayanların zaferleri yaratması açıktır ki kolay değil ve sıradan bir çaba ile başarılamaz. Ancak tarihin kanıtladığı bir gerçek daha var ki, o da şehitlerimizin yaratımlarıdır. Bunun karşısında, hiçbir güç dayanamaz ve insanlık adına hiçbir çıkış imkansız görülemez. Soylu değerler uğruna savaşmakta işte burada ifadesini bulur.
Yaşama dayatılan ölümse, ölümü bir silaha dönüştürmek gerekecektir. Yaşam için yani, “ölümde yaşamı yaratmak..” yaratılacaksa ölümde yaşam, yaşamı ölümüne sevmek gerekecektir. Yaşamı ölümüne sevenlerin, ılık nefesleri üflenecektir. Özgür yarınlarımıza, umutlarımıza, yüreklerimizi Gabar’ın kavurucu Gülbaharlar sıcaklığı, ılık nefeslerin direnmenin güzelliğini dile getiren, “Direnmek ne güzel” Gülbaharların sadeliğinde bir rahatlama ifadesine dönüşecektir.
Gülbaharlar sıcaklığında, “Direnmek ne güzel!” diyenler, direnmenin yetmediğini, direnişin her bedende ayrı ayrı olarak, an an, gün gün süreklileştirilerek bir çizgi haline dönüştürülmesi gerektiği bilincindedir. Yaşamın ölümle girdiği bu kavgada, kavgayı nefes nefese vermek gerekecektir. Ölümün karşısına ölümü çıkararak, yaşamı dirilmeyi çalışanların tutuştuğu kavga ölümü usandırır. Parça parça, nefes nefes yenilgiye uğratır. İşte Gabar’ın semalarında yıldızlaşan ölümsüz yoldaşlarımız, “Direniş bayramı” adını yazar.
Halk sevgisi ve halkın temel sorunlarını çözmeyi kendi var olma gerekçesi sayacak kadar halkın değerlerini seven, sevgisini şahadetin zirvesinde yaşattı. Halkın acılarını, sıkıntılarını hissetmede yaşadığı duygu derinliği, bağrında taşıdığı halk sevgisini, halkımızın kahramanca serhıldanları ile birleştirmeyi kendisi için sürekli erdem sayardı. Bugün bunun mutluluğunu yaşayan Gülbahar arkadaş, halkımızla onun baharında şaha kalkmış duygu ve düşünce birikimi ile direnişlerini selamlıyor. Kürdistan dağlarında, halkımızın kahramanca serhıldanların sıcaklığına doğru yürümenin özlemini hep duyan, yüreğinde hisseden, bütün umut ve amacı herkes gibi halkımızla barışçıl ve özgür bir ortamda; dil, kültürümüz ve ulusal kimliğimizle yaşamamız için mücadele ister. Bu bilinçle cesur ve onurlu bir halk direniş var. Gülbahar arkadaş bunu selamladı ve yeni baharlara vesile oldu. Özgür baharların adı oldu.
Çok zor alanlarda kalması ve zor süreçler geçirmesine rağmen, yaşama olan sevgisi ve kendini geliştirmedeki iddiası, bu zorlukları karşısında direngen ve mücadeleci bir duruşu beraberinde getirmiştir. Kendine olan güveni ve yaşam karşısındaki ciddiyeti, amacındaki netliğinde ortaya koymuştur. Amacını gerçekleştirmek için, sürekli bir arayış, yeniye ulaşma, yaşama dair her şeyden bir sonuç çıkarma, öğrenme ve bunu etrafındakilerle paylaşma yaklaşımını esas almıştır. Yaşama hep umutla bakmasını bilmiştir.
Doğayla uyum içerisinde, Kürdistan dağlarının güzellikleri ile buluşmayı bilmiştir. Oldukça sempatik, sevecen, coşkulu, yaşamı detaydaki güzellikleri ile seven, her anda bir güzellik bulabilen, hayatı dolu dolu ama bir o kadar da, anlam yükleyerek yaşamak isteyen bir kişiliğe ve yaşam anlayışına sahip olmuştur. Gülbahar arkadaşın kuzeye gitme iddiası yaşamı ve örgüt içindeki gelişimi, yürüyüşü istikrarlı olan, farkını her ortamda ortaya koyan, zorluklar karşısında geri çekilmeyen, aldığı her görevin hakkını emeğiyle vermesini bilen, her zaman kendini doğal sorumluluk bilinciyle görevlere hazır tutan, değerleri korumada her zaman olabildiğince duyarlı yaklaşan ve bu duruşu ile herkes tarafından güven duyulan, tutarlılığı ile örnek alınan bir arkadaş olmuştur. Yürekten bir özgürlük militanı olmanın çabası, iddiası ve sorumluluğu ile hareket ederken, ideoloji kimliğinin bilinciyle hem kendini hem de anın militanlığının bilinç ve örgütlülüğünü kendi şahsında yaratabilmiştir. Bu yönüyle önderlikle doğru buluşmayı sağlayan, özgür kimliği yaratmada, hem kendisiyle hem de çevresindekilerle süreklileşen bir ilke mücadelesi veren, özgür yaşam temelinde ve örgütsel bakış açısıyla, ilişkilerindeki ilkeleri belirleyen, örnek bir kişilik, bu kişiliğiyle sevilen ve gerçek yoldaşlık timsaliydi. Bu anlamda Gülbahar arkadaş, devrimci bir kişilik ve özgürlük aşkıyla Gabar’a yönelmişti. Bunu ruhunda yaşıyordu. Amacına ulaşmada hiçbir engel tanımıyordu. Düşüncelerinde, sürekli özgür idi. Sınır tanımıyordu. Yenilgiyi, köleliği tanımadığı gibi asla kabul etmiyordu. İsteklerinde sadece hayaller değil, gerçekleşecek şeylerdir. Sürekli bir mücadele ile bu hayallerinin gelişeceğine, gerçekleşeceğine derinden inanıyordu.
Pratik sahanın büyük devrimci kişilikleri yarattığının geliştirdiğinin derin bilincindeydi. Bunun için, en iyi yaratım yerinin de, Agitlerin diyarı Gabar olduğunu ruhunda, yüreğinde, beyninde her zaman hisseden, bir de borçlu olduğu güneşimize, şehitlere, halka ve şehit düşen babasına layık olmanın yolunda ilerlerken, hayallerin ulaşmak için, istek ve ısrarı zirvedeydi. Çünkü onun felsefesinde çocukluk hayallerine ihanet etmeye yer yoktu. Özgürlük ve onur sevdası idi. Özgürlüğe aşıktı. Onun kişiliği inançlı, iradeli, kararlı ve başarılı bir kişilikti. Gabar’da yücelen gül, Çırav’da ölümsüzleşen bahar, yılların acısı, öfkesi ve kiniydi. Volkanlaşan yüreklerin zirvesiydi. Kendisini dışa vurmanın, adı yüzünde hiç gülücükler eksik olmayan yoldaşın çığlığı, kavgası Aralığın altısı oldu. Direnişin simgesi, volkanlaşan yüreklerin sözcüsü, öncüsü, geleceğe umut bahşeden yoldaşların çığlığı, kini, öfkesi, yılların hesaplaşması idi Gabar’ın kalbinde kopan sekiz gencin adı oldu. Gülbahar, baharlarımıza bahar katan, yoldaşların baharında yaşamak ne güzel. Amacımın kavgasında ölümsüzleşen yüceliğin Gabar dağında direnişe, onura, gerçekliğe çağrıdır. Bunu hisseden yürekler, beyinler, kavgamıza sevdalı olan yoldaşlığın inancıdır. Bizi bugünlere getiren haklı kavgamızın kutsallığıdır. Geleceğimize sıkılan her bir kurşun, umudumuza umut katan, amacımızın büyüklüğünü hisseden irademiz karşısında varlığını yitiren kurşunlardır.
Unutulmayanlar, bir umut, bir özlem, hasret, yoldaşlık izleridir…
Pılıng Erzurum
Kürdistan coğrafyası ölü sessizliğini bozalı, henüz birkaç yılını doldurmuştu. Tüm kuzey Kürdistan’ın kasabaları, şehirleri, köyleri büyük bir ismi duyup etrafında toplanıp, kenetlenip, coşup halay çekiyorlardı. Sevgiden, umuttan büyük bir heyecanla Mardin’den, Nusaybin’e; Cizre’den Şırnak’a; Amed’ten Batman’a; Van’dan Hakkari Yüksekova’ya; oradan Dêrik, Kamışlo ve Afrin’e kadar tüm Kürdistan tek sesle, tek yürekle “Özgür Kürdistan ve Bijî Serok Apo” diye haykırıyorlardı.
Kürtler bu dönemde, özellikle Kürt gençleri daha sıcak, yürekleri kat kat özgürlük ateşiyle ve ülke sevgisiyle yanıyordu. On binlercesi akım akım Özgürlük adresleri olan yüce dağlara yürüyorlardı. İşte bu on binlerce gençten sadece birisi olan Reşit yoldaş, bu yıllarda PKK’ye katılır. Reşit yoldaşın sadeliği, dürüstlüğü, canlılığı gösteriyordu ki Kürt toplumunun insanlığında ne kadar sade kaldığı ve ülkesine ne derece bağlı olduğunu açıkça gösteriyordu. Reşit yoldaşın çocukluğunu, evdeki bir bütün bir yaşantısını bilmiyorum, ama bu yoldaş ile kalındığında yoldaşın eskiden eski yaşamında ne derece sade ve mütevazi bir yaşantı sürdüğü, insan rahatlıkla anlayabiliyordu.
Yüksekova’nın bir köyü olan Meşkan’da doğan Reşit yoldaş, öyle bir ısınıp-soğuyan, bir coşup-sönen biri değildi. Bu yoldaş bir iş veya bir değerlendirme, kısacası yapabileceği bir şeyi, uzun uzun ölçüp biçmeden yapma kararını vermiyordu. Bu özellik veya ölçü diyelim, partiye katılmadan önce amcasının ona verdiği nasihattan kalmış olacak ki, bu özellik ölçü ve ilke halini almıştı. Bu yıllar gerilla ve halkın birleştiği zirve yılları olan, 90-93 yıllarında gençlerin akım akım dağlara çıktığı dönemdi. Bu yıllarda her tür insan, yani zayıf-güçlü, duygusal-bilinçli katılım, küçük-büyük başını kaldırdığı gibi gerilla saflarına katılıyorlardı. Hareketin ve gerilla savaşının en zorlu yılları olan bu yıllar, herkesin kaldırabileceği koşullar olmadığı için katılanlar ve bu zor koşulları kaldıramayanlar çok yönlü zorlamalar yaşıyor ve yaşatıyorlardı. Bu özgürlük uğrunda kanının son damlasına kadar, mücadele edeceğinin sözünü verenler, sözlerinden vazgeçip sağa-sola savrulup, mücadele ve halk karşıtı haline geldiler. Kürdistan’ın her yerinde, çağdaş Bekolar, İdris-i Bitlisiler, Harbakuslar ve Enkidoları tekerrür ettiler. Artık onlar için ihanet gömleğini giymek, doğallaşmıştı. Bundan alınacak tecrübe ve utançtan olacak ki, Reşit yoldaşın yiğit ihtiyar amcası, parti saflarına katılımından önce birkaç söz söyler. Amca, Reşit yoldaşa; “Bak yeğen, PKK’ye katılacağın konusunda bazı duyumlar aldım, doğru mu değil mi bilmiyorum. Ama şayet doğru ise, kendini bizden saklayıp gitme. Şayet saklayıp gidersen de, sana bir iki şey söyleyeceğim. Bu söylediklerimi asla ve asla unutma. Bak yüce dağlar önündedir. Gidersen git, ben sana mani olamam. Bak bu yapacağın şey, çocuk oyuncağı değil. Ciddiyet, kan, can, baş, onur ve haysiyet var bu işin içinde. Ona göre yaklaşmalısın. Saflara ne zaman katılıyorsan, hemen karar ve söz verme. Yaşamlarında her tür işi yap, ama hemen gider gitmez söz verdin mi ve ondan sonra yapmayıp dönüp gelirsen, bu onlara ve bize ihanettir. Bu bizim aile kültürümüzde yoktur. Onlara her konuda açık ve dürüst davran. Gidiyorsan git, eğer sen mücadelenin sonuna dek onlarla kalıp devam edersen ve bu gücü kendinde gördüğün zaman, sözünü o zaman ver. Yok eğer bu gücü kendinde görmediğin de, o zaman onlara açık söyle, ben yapamıyorum.” diyor.
Reşit yoldaş, bu sade ve temiz sözlerin etkisi altında, 1993 yazında Esendere ve Şehidan üzeri gerillaya katılır. Şehidan dağında kısa bir süre kaldıktan sonra, Xakurk, Geliyê Azadiyê bölgesine temel eğitime gönderilir ve temel eğitimini söz vermeden tamamlar. Söz vermemenin nedenini partiye izah ettikten sonra, örgüt yaklaşımını kabul eder. Reşit yoldaş böylece, başından beri partinin birçok ölçü ve ilkelerini anlamadan-kavramadan duygusal bir yaklaşımdan uzak bir karar düzeyine ulaşmak istiyordu.
Reşit yoldaş 15 yaşında partiye katıldı. Bu yaşına rağmen, üstün bir olgunluğa sahiplik ediyordu. Eğitim ortamında yaşama karşı duruşu, öğrenmeye, anlamaya, tanımaya değerdir. Yeni olmasına rağmen, arkadaşlarına verdiği değer, onlara karşı beslediği sevgi ve bağlılığı, emekçi, mütevazi, ciddi, disiplinli ve özlü duruşu tüm yoldaşlar tarafından takdir edilip örnek alınıyordu. Reşit yoldaş temel eğitimini bitirdikten sonra, Xakurkê çevresinde bulunan, Lolan taburuna gönderilir. Burada da kısa bir süre tüm taburun gözdesi ve örnek alınan birisi olur.
İlk yılını bu taburda tamamlayan Reşit yoldaş, 1994 baharında bir bölük arkadaşla beraber, Gerdiya alanına geçti. Gerdiya bölgesi Zagros eyaletinin en sıcak ve en azılı korucuların olduğu bölge idi. Burada birçok eyleme katıldı. Onlarca çatışmaya girdi, birçok operasyon yaşadı. Savaşta gösterdiği üstün cesaret ve başarıları gerillalar içinde efsaneleşti. 94 yılı parti tarihinin en sıcak savaş yılı özelliğini taşıyordu. Bu en acımasız savaşta, Reşit yoldaş söz vermemesine rağmen, en önde kaygısızca savaştı ve yiğit Kürt gençliğinin kahramanlık sembolü oldu. 94 yılını dolu dolu geçirdikten sonra, kış üslenmelerini Avaşin’de yaparlar. Reşit yoldaş, yaşamında artık hiçbir şeyin bir önceki yıllara benzemediğinin bilincindeydi. Birçok şey biliyor, birçok şey görüp yaşamıştı. Yüzlerce hatta binlerce insanla alıp vermişti. Birçok konuda eğitim almıştı. 94-95 kışında yoğun bir pratikten sonra, girdiği kış kampı ve gördüğü eğitimle, ona birçok şey anlamlı gelip ve daha kolay anlam veriyordu. Kış kampı bittikten sonra yeni bir pratiğin başlangıcına giriliyordu. Bu pratik sürecine girmeden, eğitim sonunda tüm yoldaşlar karar düzeylerini belirlemek için yapı karşısına çıkıp söz veriyorlardı. Söz verme sırasında, tüm kadro yapısı söz verdikten sonra, sıra Reşit yoldaşa gelmişti. Reşit yoldaş burada da bir daha söz vermez. Kamp yönetimi arkadaşın bu durumundan haberdar değildir. Zaten duruşunda bunu belirtecek, herhangi bir duruşa da sahip değildir. Reşit yoldaş söz vermemenin nedenini bir daha izah edince, tüm yoldaşları buna şaşırır. İçimizde iki yıla yakın söz vermeden kalan birisi, nasıl böyle özlü-kararlı bir duruşa sahip olabilirdi. Buna rağmen arkadaşlar söz vermesi noktasında ısrar ederler, ancak o tam kendini ikna edemediği için, söz vermez, söz verebilmesi içinde, kendine belli bir süre tanır.
95 baharındaki Çelik operasyonunda, kendisi de operasyonda aktif rol oynamış ve artık kendisine güveni kat be kat artmış ve söz vermeye gücünün yeteceğine inanıyordu. Artık ne kendisini ne de amcasını utandıracaktı. Reşit yoldaşın bu durumunu yönetimdeki arkadaşlardan öğrenen Abbas arkadaş onu yanına alır ve belli bir süre orada kalır. Bu zaman zarfında tartışmalar olur. Sonrasında Abbas arkadaş bir telefon konuşmasında Önderliğe Reşit arkadaştan bahseder. Önderlik Reşit arkadaşla telefonla görüşür ve yaklaşımını değerli ve önemli bulur. Önderlik, iki yıldan sonra kararını ve sözünü vermesini ister. Bunun üzerine Reşit yoldaş iki yıl boyunca yaşanan pratiklerde, yaşamın hiçbir alanında kendini bırakmayıp ve özlü bir pratik sonunda sözünü verir. Sözünü verdikten sonra, daha büyük kararlılık ve iddiayla mücadelesini devam eder. Pratikte kaldığı Xakurkê, Gerdıya, Ertûş, Cilo, Çarçela ve Herki alanlarında yüzlerce eylem ve çatışmalara katılır. Bu dönemde birçok sefer yaralanan Reşit yoldaş, manga komutanlığı görevini yürütüp, birçok eylemdeki başarılarından dolayı ödüllendirilir. Bu başarılı savaşçı pratiklerinden sonra takım komutanlığı görevini üstlenir. En son pratik yürüttüğü Herki bölgesinde, 7. Kongre delegesi seçilir. Kongreye katılmak için, Kandil alanına geçer. Kongreden sonra, kadro eğitimini alır ve Behdinan alanı için öneri yapar. Önerisi kabul edilen Reşit yoldaş, Garê alanında takım komutanlığı yapar ve 2000-2004 yıllarında bu alanda kalır. Kuzey alanına gitme önerisi geliştiren Reşit yoldaş, öncesinde Mahsum Korkmaz Akademisinde eğitim alır ve burada bilinen olgun duruşu tüm arkadaş yapısı tarafından örnek alınır. Devrenin bitiminden sonra, kuzey alanına önerisini yenileyip, hep hayal ettiği kuzey yolculuğuna 2004 yılında hava şartlarından dolayı gidemez, ancak 2005 yazının başında bu yolculuğa başlar. Bu grupta olan arkadaşların her biri bir bölgeye gidip, belli bir yerden birbirinden ayrılacaklardı. Reşit arkadaş Erzurum eyaletine gider ve bir ay kadar süren bir yolculuk yapar. Yolculuk esnasında faşist Türk ordusunun birçok pusu ve operasyonlarına takılırlar. Yolculukta günlerce az, susuz ve uykusuz, büyük bir irade ve inanç ile yollarına devam ederler ve sonunda görev alacağı bölgeye ulaşır.
2005-2007 yılları arasında Reşit yoldaş, meşru savunma çizgisinde büyük direniş gösterir. Bu yolda şehit düşen binlerce yoldaşı gibi, 2007’nin eylülünde Bingöl Yedisu alanında gerçekleştirdikleri eylemde faşist Türk ordusuna yılların verdiği tecrübe, şehitlere ve davaya bağlılığı ile, düşmana büyük darbeler vurur. Reşit yoldaş ve arkadaşları gerçekleştirdikleri başarılı eylemden sonra, geri çekilme esnasında, düşmanın aldığı ağır darbeden sonra, düşman operasyon başlatır. Bu operasyonda, Reşit arkadaş yoldaşlarıyla günlerce kahramanca düşmanla çatışır ve bu çatışmanın sonunda, Reşit yoldaş; en başta önderliğe, şehitlere, halka, yoldaşlarına ve amcasına verdiği sözü şehitler kervanına katılarak yerine getirir.
Evet Reşit yoldaş; yoldan ayrılanlara, sırtını dönüp gidenlere, sözlerine bir değil binlerce kez ihanet edenlere, korkaklara, iddiasızlara, umutsuzlara, tarih ve ideolojik moralden yoksun olanlara inat, seve seve bu özgürlük yürüyüşünde bir an bile tereddüt etmeksizin, kanının son damlasına kadar, en önde savaşıp sözün anlamını yerine getirdi.
Fırat Şemzînan

Ruhat yoldaş yurtsever bir ailenin çocuğu olarak serhildanların merkezi Botan’da dünyaya gelir. Dünyaya gözünü açar açmaz düşman gerçekliğiyle karşılaşır. Düşman baskıları altında olsa bile ülke sevdasından bir milim taviz vermez. Serhildanların ruhuyla ve coşkusuyla büyüyen Ruhat arkadaş şehit babasından devraldığı mücadele bayrağına layık olabilmek, elleri zafer işaretleriyle panzerler altında ezilen çocukların intikamını alabilmek için yüzünü her Kürt genci gibi halkına beşiklik eden dağlara çevirir. Serhildanların coşkusu ve intikam duygularıyla özgürlük militanı olur.
Ruhat arkadaş, babasının katledildiği o katil zaman dilimini hiçbir zaman unutmuyordu bu sahne her zaman gözleri önündeydi. Yaşı gençti, yüreğinde her an patlamaya hazır bir intikam volkanı taşırdı ve yüreği göğüs kafesine sığmazdı.
Ruhat arkadaş binlerce kişinin içinde dahi olsa coşku ve moraliyle kendisini hissettirirdi. Yaşamda herkesle kadın erkek ayrımı yapmadan ilişki kurabiliyordu ve doğallığı sadeliği insana büyük güven kazandırıyordu. Afacan yüreği her gün birilerine takılmadan, şakalar yapmadan durmazdı. Gözleri cıvıl, cıvıl parlardı. Tanımayan biri ‘acaba bu insanın hiç mi derdi yok’ diye düşünebilirdi. Oysa yüreğinde saklıyordu tüm dertlerini. Bunun için hayallerinden biri iyi bir edebiyatçı olmak ve acı çeken halkın dert ve acılarını yazmak istiyordu. Çünkü biliyordu ölüm dâhil her şeyin yazının karşısında yenildiğini. Büyük ustaların dahi yazamayacağı umut, acı ve özlemlerini yüreğinde götürdü. Nerden bilecekti bizim gibi kalemde acemilerin onun için yazacağını.
Annesine karşı büyük sevgisinden ve annesinin çektiği acılara tanıklık ettiğinden kadın yoldaşlarına karşı büyük bir sevgi ve saygı gösterirdi. Kadının acı çekmesini istemezdi. Çünkü bilirdi beş bin yıllık acılarını yalnızlığını. Tüm bunlara da şahitlik ettiği için anlam verip, kadına iyi bir yoldaş olmak isterdi. Kadının dünyasını ve refleksini daha iyi tanımak için tartışmaya çeker her türlü çabayı harcardı.
Ruhat yoldaşı ne kadar anlatsam da yetersizdir bilirim. Çok onurluyum Ruhatlarla tanıştım, paylaştım. Yüreğim Ruhat şahsında ölümsüzleşen tüm şehitlerin yanındadır, düşmana inat her an onlarladır.
Gecenin sessizliği ölüm makinelerinin sesleriyle yırtıldı ve ilk Ruhat yoldaşın şahadet haberi geldi. Bir anda yer gök sessizliğe büründü. Bir anda kar fırtınaları başladı. Doğa bile kabul etmedi sanki. Bundandır belki kara bulutlarını saldı üzerimize. Çünkü üç gün önce kutlamıştı Ruhat doğum gününü. Nerden bilecekti 25 yaşını tamamlayamayacağını. O artık ölümcül bir dünyada olmayacak. Hayallerini bir asır boyu yaşayacağı zirveye ulaştı.
Ruhat şahsında Kendal, Eşref, Bawer, Enver ve tüm devrim şehitlerine bağlılığımızı yineliyoruz.
Mücadele arkadaşları adına
Sozdar Dêrik

Özlemlerini, vasiyetleri yerine getirmek ve hayallerini gerçekleştirmek için Gabar‘a anlamlı bir yürüyüşe başladın. Senin gibi nice Özgürlük savaşçılarını kucakladı Gabar. Ve büyük komutanlar çıkardı. Agitler, Erdallar gibi yüzlercesini korudu Gabar.
Aslında günlüğünde bana hitaben yazdığın yazı da buluşamıyacağımızı hissettirmiştin. "Elimden geldiğince dikkat edeceğim diyordun". Ama şunu da demiştin. "Bilirsin savaş acımasızdır; kurşun senden izin almadan da gelir bunun için, sana vasiyetimdir, eğer bana bir şey olursa yansıtırsın" diye yazmıştın bana. Bir tek resimlerinde gördüğüm ve ütopyalarıyla yaşama sımsıkı sarılmayı öğrendiğim kimi yoldaşların giderlerken geride bıraktıkları eserlerin de olduğu gibi, seni de koca bir özgürlük sevdasını anlatan günlüğünü okuma şansına sahip olarak tanıdım. Biliyorum seni tüm yönlerinle yansıtamayacağım çünkü seni yansıtmaya kelimeler yetmez.
Yoğunlaşman beni çok etkilemişti, güçlü ve asi bir dadın gerillası olduğunu anlamıştım. Düşmanın mermisiyle şahadete ulaşmayı kabul etmiyor, kendin bir mermi olup düşmanın kalbinde patlamak istiyorsun.
Uzun bir süre yoğunlaştığın ve kararlaştırdığın eylemini Viyanları aşmamak, daha da yüceltmek için, bugüne erteledin. Önderliğin tecrit içinde tecride alındığı, gerillaya yönelik topyekûn psikolojik bir savaşın yürütüldüğü bir dönemde bunlara karşı ısrarla ülkenin kuzeyine gitme önerin ve orada güçlü çıkış yapmak, düşmanın beyninde patlamak istiyordun.
"seni daha fazla yüceltmek için, senin Eylemi başka yöntemde gerçekleştirmek istiyordum, sonra düşündüm taklit olur çünkü seni aşacak gücü kendimde görmedim, hata olacaktı. Seni daha güçlü gündemde tutmak için o fedakarlığı yapacağım. Mektubunda yazdığın hayallerine ulaşamadığın için üzgünüm. Kuzeye gitmek oranın halkını görmek, düşmanın beyninde patlamak gerçek bir eylemin sahibi olmak istediğini yazmıştın. Şimdi kuzeye gitme şansını bana örgüt verdi, kuzeye gidip savaşacağımın sözünü sana veriyorum. Her sıktığım mermiyi düşmanın yüreğinde senin yerine patlatacağım. Bunun için elimden geleni yapacağım. Viyanca örgüt çizgisini, kadın özgürlüğünü, yoldaşları sahipleneceğim.´´ diye yazmıştın Viyan yoldaşa"
Yaşarken Önderliği hissetmeyi, şehitlerle bütünleşmeyi başardın. 16 yıllık özgürlük mücadeleni şahadetinle taçlandırdın. Düşmanın son dönemdeki imha ve inkar politikasına bir cevaptı direnişiniz. Yıllarca sevdasına tutunduğun gerilla hayatında vermiş olduğun amansız mücadelenin hala Önderlik karşısında yetersiz olduğunu hissediyor ve daha çok borcunun olduğunu söylüyordun. Borcunu ödedin ´Asi Kürt Kızı´ şimdi Viyanlar ile buluştun. Gökyüzü maviliğinde sonsuzluğa takılarak, gökkuşağı renginde bulutlara asılıp Güneşle gülümsemeye gittin. Ama görüyoruz şimdi Gabar Sensiz, sessiz ve üzgündür. Çünkü yine kendisine sevdalı olan birisini kaybetti. Bizler de bir kadın yoldaş sevdalısını kaybettik. Seninle hep bir gün Gabar‘da buluşacağımı hayal ediyordum ´be heval´. Bizi bütünleştiren Gabar sevdası değilmiydi.
Herkesin özlemlerini ve hayallerini gerçekleştirmeyenlerin yerine de gerçekleştirmeye gitmiştin. Benimde hayallerimi ve özlemlerimi gerçekleştirdin can yoldaş. Ve bir gerillanın en değerli olan şeyi; günlüğünü bana göndermiştin. Nice ölümlerden yaşam kokan bir gerillanın günlüğünü almak onu yaşamsal kılmak benim için hiçte kolay olmayacaktı. Ve şimdi yoldaş adlı zamanlara adanan günlüğünle şahadetinin sızısı derinliğine hüzne boğsa da beni bunu özgürlük sevdalılarının bir büyük yaşam erdemi olduğunun anlamı ile yürüyeceğim izinizden.
Böyle erken gidişini kabullenemedik ve alışamayacağız ne senin ne de tüm gidenlerin yokluğuna.
Seni görmedim hiç tanışamadık, yüz yüze konuşamadık ama sonuçta aynı yoldaydık ve ortak sevdalarımız vardı. Bizi bütünleştiren ortak sevdalarımızdı. Görmemiş olmam engel değildi seni tanımaya. Yazıların seni anlatıyordu ´Erdal yürekli sevdası Gabar´ Gülbahar yoldaş.
Ama birde biliyor musun; seni Annende gördüm. Senin kadar güçlü bir kadındır. "Ben bir şehit Eşiyim ve bir şehit Annesi oldum şimdi. Hiçte Pişman değilim bu Davayı her zaman sahiplendim ve her zamankinden daha fazla sahipleneceğim, siz Gülbaharın yoldaşları olarak onun kanını yerde bırakmamalı ve onun yarıda bıraktıklarını zafere ulaştırmalısınız. Şimdi sende Gülbaharsın benim için" demişti. Seninle gurur duyduğunu ve başı daha da dik olduğunu söylüyordu. Ne zordu sen gökyüzüne kaydıktan sonra yine Annenle konuşmak çünkü ilk görüşmemizde senin resimlerini göndermiş ve iyi olduğunu söylemiştim. Bana umarım bundan sonra her zaman güzel haberler verirsin demişti. Ama senin şahadetinden sonra konuşursam ´´hani bana hep güzel haberler getirecektin?´´ diyecek diye çok korktum. Ama güzel Annen yanıltı beni moral verdi bana, acısını hissediyordum anlıyordum onu. Çünkü, bu güçlü sözleri bana söylerken gözyaşları akıyordu Gururu Ağıt yakmasını bile engelliyordu. Bende yüreğimin sesini bastırarak ona cevap vermeye çalışıyordum.
Evet, bende bundan sonra sohbetlerimde „şehit gülbahar arkadaş çok sevdiğim ve tanıdığım bir yoldaşımdı diyebilirim. Güzel insan, senin vasiyetini yerine getirmeye çalıştım. İstediğin gibi olmasa da.
Ama senin Gabar’a yürüyüşünü devam edeceğimi ve mücadelemizde hep yaşatacağımın sözünü veriyorum. Defterinde yazdığın Özgür bir kadın savaşçısının gereklerini o şekilde yaşatmaya çalışacağız.
Senin ve seninle şehit düşen yoldaşların şahsında tüm özgürlük şehitlerini saygıyla anıyorum. Anılarınız mücadelemizde hep ışık tutacaktır.
Hêwîdar Edessa
- Kürdistan’da gerilla savaşımının cepheleri çok yoğun. Bir TC var. Bunun en gelişmiş silahı kobradır. Bir yerde kobra duruyor. Diğer bir yerde TC'nin sizin gerillalarınızda varolan anlayışları duruyor. Bir de Kürdün, yani sizin kadrolarınızın düzenden getirdiği yanlarıyla savaşıyorsunuz. O da bir kobra kadar tehlikeli mi? Üçüncü cephe ise Kürdistan doğasının karı-kışı var. Bu üç cephede savaş sizi ne kadar çelikleştirdi ve nasıl savaştırdı? Nasıl silahlar kullandınız ve bunlarda nasıl sonuçlar aldınız?
Şehit Harun: Gerçekten de her cephede yürüyen bir savaş var. Hele hele bu savaş, savaşın direkt alanlarında olunca, kişiyi çok yönlü kılmaya zorluyor. Çoğu zamanlar insanın aklından şu geçmiyor değil: Sadece bir cephede düşmana karşı savaşsaydık çok kolay olurdu. Ve PKK gibi hareket on sefer devrim yapmıştı da şimdiye kadar. Mücadelenin birçok cephede yürümesi, sağlam bir mücadeleyi geliştiriyor, mücadelenin tüm ayaklarını sağlam kılıyor her şeyden önce ve elbette ki gelişmeleri de zorluyor önemli oranda. Düşman mevcut durumda yoğun güç, yoğun tekniğe oldukça ağırlık veriyor. Şunu belirtmek gerekiyor ki, düşman bizi geriden izliyor aslında. Hep bizi bir adım geride izleyen bir konum içerisinde. Öyle "o kadar inisiyatif koyduk, iste biz bilmem kontrol altına aldık, sınırlandırdık" söylemleri pek gerçekçi söylemler değil. Son bir Zap'a yönelik yapılan operasyon. Aslında Zap bir bataklıktır düşman için. Dikkat edilirse, bir-iki yıl öncesine kadar Zap diye bir olgu bile yoktu. Partinin Zap gibi bir olguyu bir-iki yıl içerisinde yaratması ve TC ordusunu oraya çekmesi bile başlı başına TC için müthiş bir zaaftır aslında. Uluslararası kuralları çiğneyecek düzeye getirmesi, kendi binlerce kaybını göz önüne alması, aslında bilmem birkaç yıllık bütçesini harcamayı göze alması partinin TC'yi bir batağa çekmesidir aslında. Bizim için kaldı ki sorun değil, yeni birçok Zaplar da yaratılabilir. Bir Zap'la yetinme gibi bir durumumuz yok. Her taraf Zaplaşıyor, her taraf bizim için Zap.
Bu anlamda TC biraz da partinin attığı oltaya takıldı diyebiliriz. Yani ordu gücünün tümden böyle Zap'a sürüklenmesi balığın oltaya takılmasına benziyor biraz da. Tekniğine güvendi, yoğun gücüne güvendi. Tabii ihanetten önemli oranda güç aldı. Şimdi elbette ki ona karşı bizim de kendimizi yenileme durumumuz var, güçlerimizi yenileme durumumuz var. Savaş dişe diş bir mücadeledir. Düşman dişini ne kadar biliyorsa, sen de en az onun kadar bilemek zorundasın ki yaşayabilesin. En az onun kadar bilemedin mi kaybedersin. Bu anlamda düşman tekniğini geliştiriyorsa, biz de daha güçlü bir teknikle karşılık vermek için olanaklarımızı geliştireceğiz. Düşman bilmem tekniği mi esas alıyor? Biz çok çok daha çarpıcı taktiklerle onu yenmesini bileceğiz. Son Zap olayı buna bir cevap aslında. Teknik açıdan da, taktik açıdan da, moral üstünlüğü açısından da düşman için en iyi bir cevap. Bir-iki ayda onlar sonuç alabileceklerini hesaplıyorlardı. Hâlâ örneğin Güney sahasında süren bir savaşımımız var. Günlük olarak süren, bilançoları da günlük olarak basma kadar kamuoyuna yansıyan bir savaşımımız var. Bu da gösteriyor ki, düşmanın planları boşa çıkmıştır. Kendisini yeniden düzenlemek zorundadır TC ordusu. Yeniden planlamak zorundadır. Bu yıllık en azından '97 planları boşa çıkarılmıştır. Fiyaskoyla sonuçlanmıştır bizim açımızdan.
- Şimdi kitle içerisinde "bizim partimiz neden daha önce böyle füzeler almadı, kullanılmadı? İyi, güzel, zamanında vurdu da, yendi, ama gerillamızın elindeki silah için paramız var" deniliyor. Biliyorsunuz Avrupa kitlesi, başka alanlardaki Kürdistanlılar, yurtsever füze kampanyaları başlattı. Şimdi silahı kullanma, gerilla için zor mu, yoksa neden böyle bir ihtiyaç duyulmadı daha önceden?
Şehit Harun: Hayır, sorun kullanma sorunu da değil, aslında biraz da deyim yerindeyse her şeyin de bir zamanı var demek daha doğru olur. Kaldı ki bizim insanımız en güçlü tekniktir aslında. Şimdiye kadar düşmana karşı kullanılmadıysa elimizde olmadığından dolayı değil. Kullanılmadı aslında, ama gerçekten düşman hiçbir kural tanımaz şekilde yönelimlerini sürdürürse, parti daha değişik teknikleri de kullanabilir. En azından bu füzeyle sanıyoruz TC genelkurmayı böylesi bir mesajı almıştır.
- Füzelerle savaşacak kesim biraz da subay kesimi olur. Yani en azından üniversite düzeyinde bir akademik eğitim gerektiriyor. Matematik bilmesi gerekiyor, fizik kurallarını bilmesi gerekiyor. Sizde bu konuda kurumlaşma gelişiyor mu, askeri olarak?
Şehit Harun: Tabii askeri tekniği kullanma konusunda uzmanlaşma faaliyetlerimiz var, uzmanlaşma eğitimlerimiz var. Örneğin bir havan kullanma, uçaksavarları kullanma, füze kullanma, patlayıcılara ilişkin. Giderek artık profesyonel bir ordunun uzmanlık dalları oluyor bunlar. Yani nasıl diğer ordularda topçusu, tankçısı gibi bir sınıflandırması var ise, bizde de giderek buna doğru bir sınıflanma belirginleşiyor. Gerek kış süreçlerinde, gerek normal eğitim süreçlerinde askeri teknik konularında uzmanlaşma, yetkinleşme eğitimleri de sürekli verilmekte. Tabii yine de gerillayız. Tekniğe değil, insanı esas alma, insana güvenme en temel felsefemiz.
- Coğrafyaya karşı, iklim şartlarına ya da kış şartlarına karşı nasıl çelikleştiniz?
Şehit Harun: Çok yönlü düşmanlarımız var aslında. Tabii Kürdistan coğrafyası da öyle. Kürdistan'ın karı başlı başına mücadeleyi gerektiren bir zorluk. Suları, dağı-taşı zorlu bir mücadeleyi gerektiriyor. Belki birçok şey bize pahalıya da mal oldu diyebiliriz. Örneğin bize pahalıya mal olan kışlar var. Kar bizden çok can aldı, ama hiçbir şey bizi yıldırmadı diyebiliriz. Gerillada örneğin kara kin duyulur, ama kışın soğuğu sevilir yine. Bir şeyi aşmanın en iyi yolu onu sevmektir. Yani zorluklar zorlukları sevmekle aşılır. Yoksa zorluklardan ürkerek değil, zorlukları zorluk olarak kabul ederek değil, zorlukları abartarak değil. Biz de sevdirdik kendimizi aslında. Dağın en zor koşulları en çok bizim sevdiğimiz koşullardır. Yağmurunu severiz, çamurunu severiz, hatta nefret ettiğimiz karım bile severiz. Özünde nefret ettiğimiz karım bile severiz. Şunu belirtmek gerekiyor ki; Kürdistan gerillası gerçekten de dünyanın en fedai geril -lasıdır. Birçok zorluk eğer anlatılırsa, dışımızdaki insanların belki akılları almaz. Akıllara durgunluk verecek zorluklar yaşanmıştır, müthiş fedakarlıklar yapılmıştır. En yoğun kar-kış koşullarından, anlatıldığında bile insanın tüylerini ürperten koşullardan geçilmiştir. Bu anlamıyla Kürdistan coğrafyası gerillayı fethetmedi, Kürdistan'ın zorluklan gerillayı fethetmedi, gerilla Kürdistan'ın zorluklarını fethetti.
- Kişilik savaşımı nasıl devam ediyor? Düşmanın içteki sızıntıları ya da içteki kalıntılarına karşı savaş devam edecek mi?
Şehit Harun: Elbette bizim savaşımımız sadece düşmanı yenme savaşı değil. Aslında biraz da kendi kendimizi de yenme, kendi kendimizi aşma savaşımımızdır da. Bu anlamda savaş gibi insandan günlük üretim, üretkenlik isteyen bir faaliyet içerisinde kişilikler kendilerini her gün yenilemek zorunda. Hele hele bizim gibi yoğun düşman ortamında, düşman etkileriyle şekillenen kişilikler çok daha düşmandan önce kendilerine karşı savaşmak zorunda. Bu açıdan belki burada da gözlemlediniz, ama kişilikler üzerinde yoğun duruluyor. Yoğun bir eleştiri kampanyası var. Kendini bileme kampanyası var, kendini hazırlama kampanyası var. Biz gerçekten de en ideal olana ulaşmak istiyoruz. PKK'yi bir de bu yönüyle tanımak lazım. PKK hiçbir şeyle yetinmek istemeyen, hiçbir şeyi yeterli görmeyen bir harekettir.
-Ya sizin içinizde varolan kobrayı nasıl vuruyorsunuz? Ya da onu yenerek mi diğer kobraları düşürüyorsunuz?
Şehit Harun: Elbette öyle. Diğer kobraları düşürmenin yolu oradan geçiyor tabii ki. Yani biz kendimizi yendikçe, kendimizi yeniledikçe direkt düşmana karşı da başarılı olabiliriz. Kendi içimizdeki düşmanı yendikçe, dışımızdaki düşmana karşı da başarılı olabiliriz.
-Yani tüm bu yüklenmeler bu yüzden?
Şehit Harun: Elbette. Yani önce fethetme işini kendimizde başlatmamız gerekiyor. Yeniliklerle kendimizi fethetme, partinin doğrularıyla kendimizi fethetme. Bu anlamda bizde yeterlilik yok, yeterlilik sınırları bizde yok. İnsan tarifi bizde şöyle yapılıyor: İnsan olmak demek, bireyin kendisini hiçbir zaman yeterli görmemesi demektir ve daha üst bir düzeye ulaşmak için de müthiş bir çaba içerisinde olması demektir. Bu aslında bireyin, kişinin günlük olarak kendisini üretmesi anlamına geliyor.
Bizde de birçok etkiye yol açtı, birçok değişime yol açtı. Şimdi savaş her şeyden önce bir yıkım olayı. Ama salt yıkım olayı demek değil, neyi yıktığı önemli bence. Diyebilirim ki geri toplumdan aldığımız her şeyi aldı götürdü. Biraz da Kürdistan'daki savaş da öyle. İnsanda fazlalık hiçbir şey bırakmıyor, kendisine yarayan hiçbir şey bırakmıyor. Geçmiş toplumun kirlerini, paslarını önemli oranda aldı götürdü bizden. Örneğin geçmişte ben çok hayalci olarak savaşa yaklaşıyordum. Yani "gider biz de savaşırız, düşmana karşı verilecek bir canımız varsa onu da veririz" diyorduk. Gerçekten savaş şunu bize öğretti: Sorun sonuna kadar mücadeleyi götürüp başarmak sorunu, sorun bir canı feda edip etmeme değil. Yine on yıllık bir savaş süreci içerisinde yaşadığımız olumlu-olumsuz birçok husus zor bir sorumluluğu yükledi omuzlarımıza. Bunun bilincini geliştirdi aslında: Sen kendin için savaşmıyorsun, kendin için yaşamıyorsun. Halka karşı, birçok şehadete karşı sorumluluklarımız var. Bunların ağırlığını hissetme olayı gelişti. Diyebilirim ki, normal yaşam içerisinde bir ömür boyu yaşamayacağım olgunlaşmayı, on yıl, hatta birkaç yıl içerisindeki savaş süreci bana yaşattı. Normal sivil yaşamda yüzyılda bile edinilemeyecek bir olgunlaşmayı, bir bilinci, bir tecrübeyi savaş yaşattı. İnsanda kendisine daha müthiş bir güven olayını geliştiriyor. Mesela her tarafta her işi yapabilirsin, her şeyi yaşayabilirsin, her şeyi her yerde yapabilirsin. Bireyde müthiş bir güven olayı geliştiriyor. Ben de kendimi o tarzda hissediyorum en azından. Yani geçmişteki toyluk, acemilik yerine, bu dönem daha olgun bir savaşçılıkla cevap verebileceğimiz bir dönem bizim açımızdan.
- Sizi zorlayan tipleriniz nelerdi? Köylü dediniz, feodal anlayış dediniz. Bunlara karşı nasıl tedbirler alıyorsunuz? Günlük olarak mı tedbir alıyorsunuz, yoksa artık bir ölçü mü var? Ya da belli kurallar var, o kuralların dışına çıkıldı mı hemen belli oluyor? Nedir bu özellikler ve nasıl reddedildi?
Şehit Harun: Elbette bizde bu anlamda savaşçılığın, askerliğin ölçüleri gelişkin. Örneğin buna göre bir yaşam tarzı, eğer askersen, savaşçıysan yaşam tarzı ona göre olacak. Örneğin partinin ideolojik-politik yapısından kopuk bir savaşçılık değil. Sürekli yaşamla dopdolu olan, sürekli gelişmeleri izleyen, deyim yerindeyse gözlerini dört açan bir savaşçılık, bir komutanlık. Halka öncülük görevleriyle dopdolu olan, bunu anı anına yerine getiren, bunu başaran bir komutanlık. Bunun dışında olan her şeyi yaşam da reddediyor; düşman da yaşam hakkı tanımıyor, parti de zaten yaşam hakkı tanımıyor. Diyebiliriz ki bizde şimdiye kadar bütün yanlış yollar denendi. Denenen bu yanlış yolların kapılan kapatıldı, bir tek yürünmesi gereken doğru yol var, açık olan yol odur.
-Türk devlet ordusunun, savaş kurmayının bütün tedbirlerine karşı yeni tedbirler ortaya çıktı. Bütün dönemlerde hem kendi içinizdeki düşmanla savaşarak, hem cephedeki Türk devletinin kıyıda diğer kurumlarıyla savaşta, hem de Kürdistan'ın coğrafyasındaki zor koşullarında, işte karla, kışla savaşarak çelikleştiniz. Böyle bir sonuç çıkıyor bu manzaradan. '97 yılı bütün bunlar da gözönüne alınarak final yılı ilan edildi. Askeri cephede bir cepheleşme ve gelişmeler gözönüne alınarak sormak gerekiyor; siz finale hazır mısınız?
Şehit Harun: TC açısından artık yapılması gereken yapılmıştır bir anlamda. Gerçekten bundan öteye yapabilecekleri ciddi bir şey yok. Kaldı ki yapsalar bile bir yıkım olacak kendileri için. Dikkat edilirse son üç-dört yılda her şeylerini gerillaya yönelik harcadılar; güç, dış ilişkilerini, maddi-teknik olanaklarını, insan gücünü tümden gerillaya yönelik harcadılar. Aslında devletin denilebilir ki dibi oyuldu ve şimdi böyle yere düşecek hale geldi hemen hemen. Hatta kendi tüm iç-dış politikalarını partiye yönelik düzenlediler. Bu anlamıyla tedbir geliştirmek istiyor gerillaya karşı, savaşımımıza karşı. Tedbir geliştireyim derken diğer birçok temel konularda kendisini zor durumlara sokuyor devlet. Biraz daha astarı yüzünden pahalı bir şeye dönüştü. Bize karşı mücadele etmek, bize karşı bir şey yapmak çok çok daha pahalıya dönüştü. Yani yapmamaktan daha pahalı bir duruma geldi onlar için.
Bu anlamıyla tüm güçlerini denediler aslında. En son kapsamlı Güney operasyonu, Güney işgali bunun bir örneği. Bu anlamıyla final. Yani devletin kozlarını artık açık tarzda oynayacağı, oynadığı ve yine bu işi öyle söyledikleri gibi askeri yöntemlerle bastıramayacakları, bitiremeyecekleri anlamında bir final. Onlar bizi Güney'de boğmak isterlerken, dikkat edilirse gerillamız Karadeniz'de, Akdeniz'de, hatta bilmem Kırıkkale'ye kadar Türkiye içlerinde ilerliyor. Artık Türkiye'de Türk devletini vuruyor gerillamız.
Tüm bunlar şunun işareti; TC bu finalde de oynaması gereken tüm kozlarını oynamıştır. Ciddi, farklı bir seçenekleri yok. Yani bundan ötesi biraz da harakiri yapmaya benzer TC için. Eğer askeri yöntemde ısrar ederlerse çok daha yönlü ve çok daha olumsuz gelişmelere yol açacaklar Türkiye açısından. Biz tabii ki Parti Önderliği'nin belirttiği gibi -sürekli diyalog çağrıları da olmakta- o çözüme de hazırız. Ama bizim güçlerimiz de bu kadar zorlu süreçten sonra en derli-toplu hale gelmiş durumdadırlar. Yoğun bir tecrübe birikimi oldu, yoğun bir çelikleşme yaşandı. '98'teki gerilla yürüyüşü kesinlikle Kürdistan'ın çoğu alanlarını yeniden fethetme yürüyüşüdür. Öyle demek mümkündür. Güney'iyle, Kuzey'iyle ve tüm alanlarını yeniden fethetme yürüyüşü diyebiliriz '98 yılına.
-Yıllarca savaştınız, savaşta kaldınız. Kültürel ihtiyaçlarınız var mı? Dünyayı takip etmeniz gerekiyor. Ama kaynaklarınız nasıl? Politik değerlendirme imkanları nasıl? Onların kaynaklarını nasıl buluyorsunuz? Bir komutan olarak hepsi size gerekli. Nasıl başarabiliyorsunuz, nasıl elde edebiliyorsunuz?
Şehit Harun: Çok önemli bir olay. Bilemiyorum dışanda artık bir gerilla ya da bir gerilla komutanı dağda nasıl tasavvur ediliyor, nasıl düşünülüyor. Fakat diyebiliriz ki dışarıdakinden daha canlı bir yaşamdır, daha çok akışkan bir yaşamı var. Böyle kendi özgünlüğü içerisine boğulan ya da kendisine dar yaşam sınırlan çizen, kendisini dar yaşam sınırlarına hapseden bir gerilla değil, tam tersine kendi ülkesinin sınırlarını da aşan, aslında dünyayla uğraşan bir gerilla. Biz birçok yerde yurtseverlerle karşılaşınca dünyadaki gelişmelerden, sorunlardan bahsedince şunu genellikle söylüyorlar; "PKK sadece Türk devletiyle ya da Kürt sorunuyla uğraşmıyor, dünyanın tüm sorunlarıyla uğraşıyor." Pratik anlamıyla da, yani düşünce yoğunluğu anlamında genel sorunlara ilgi var, savaş koşullarının zorlamasına rağmen. Savaşın birçok yönü insan üzerinde müthiş bir basınç kuruyor aslında. Seni daha çok özgünlükleri düşünmeye itiyor, ancak sen geneli kavradığın, geneli çözdüğün oranda özgünlükleri de çözebilirsin. Bu konuda partinin çok daha diyalektik yaklaşımı sözkonusu. Bu anlamıyla bizim düşüncemiz, pencerelerimiz dışa oldukça açık. Örneğin hiçbir zaman radyo haberlerini kaçırmayız. Almanya'nın Sesi, Amerika'nın Sesi'nden tutalım, bilmem BBC'den tutalım Türkiye haberlerine kadar her türlü haber var. Örneğin fırsat buldukça her türlü gazeteyi okuruz, tartışırız. Sadece komuta düzeyi değil, tüm yapı okur, tartışır. Örneğin Parti Önderliği'nin tüm çözümlemeleri hemen hemen her alana ulaştırılıyor. Ki o çözümlemelerde genel gelişmeleri de görmek mümkün, özgünü de görmek mümkün, düşman cephesini de, devrim cephesini de görmek mümkün.
Tüm bunlar insanın beynini, düşüncesini, duygularını ve ruhunu harekete geçiren etkenler oluyor. Her ne kadar dar bir yaşam olsa da normal askeri yaşamlar gibi kupkuru bir yaşam olarak düşünmemek gerekir gerilla yaşamını. Birçok kişi "gerillanın yaşamı akıcıdır, şiirseldir'' der. Gerçekten de öyledir. Zorluklarıyla, duygusuyla, düşüncesiyle, genel sorunlara ilgisiyle, doğaya ilgisiyle, insanlara ilgisiyle akıcı bir yaşamdır.
-Mesela hiç sinemaya gitme ihtiyacını hissetmiyor musunuz?
Şehit Harun: Dağda da, eski yaşamda da pek sinemayı sevmezdim.
Müzik ihtiyacını hissediyorum. Ve sadece öyle Kürt müziğini dinleme de değil, birçok zaman Arap müziğini dinlediğimiz oluyor, Türk müziğini dinlediğimiz oluyor, Hint müziğini dinlediğimiz oluyor. İnsan müzik ihtiyacı duyar.
-Uzun yıllar Kürt coğrafyasında kaldınız. Birçok yönüyle tanıyorsunuz. Kürt halkının en iyi özelliği nedir, en kötü özelliği nedir?
Şehit Harun: En iyi özelliği gerçekten mücadeleye söz verdi mi, bağlandı mı en zor koşullarda bile sırt çevirmemesidir. Savaş ortamında bu epey insanı etkiliyor. En dar günlerde bakıyorsun her türlü tehlikeliyi göze alarak senin yanı başında belirmiş, en zor koşullarda bile senden desteğini esirgememiş. Yani Kürt halkı dost oldu mu iyi dost olur, düşman oldu mu iyi düşman olur. Bu yönüyle merttir diyebiliriz. En olumsuz özelliği ise saflığı olarak belirtmek gerekir. Tabii gelenekselleşmiş şeylerin dışında, işte bilmem düşmanla şöyle çalışır, böyle çalışır. Bu özelliklerin saf oluşudur. Çok saf. Saflığı diyebiliriz ki insanlarımızın başına bela olan bir husus. Temiz yüreklidir, temiz duyguludur, saftır. Bu saflık birçok yerde halkımızın, insanlığın başına bela olan bir özellik.
- En sevdiğiniz eyalet hangisidir? Bu halkın öncülerisiniz, tabii doğal olarak bu ülkenin her yerini seveceksiniz. Çünkü bu halkın en yurtseverleri sizlersiniz. Fakat size daha çok çarpıcı gelen, "burada yaşanılır" dediğiniz yer neresidir?
Şehit Harun: Ben belki de uzun süre kaldım, belki de gerilla olarak ilk ayak bastığım alan olması itibarıyla Zagroslar bana daha muhteşem bir alan olarak geliyor. Coğrafyasıyla, doğasıyla, insan yapısıyla da aslında ve Kürdistan'm tam -dört parçanın da- ortası olması itibarıyla, bir de uzun yıllar, altı yıla yakın kaldığım bir eyalet oluyor. Zagroslar gerçekten fethedilmesi gereken bir yer, gerçekten muhteşem bir yer. İskender'e yol vermeyen Zagroslar, şimdi PKK'ye yol veren Zagroslar olmuştur.
- 1979'lara dönseniz bu yaşadıklarınızla birlikte, nereden başlardınız?
Şehit Harun: Tekrar aynı yerden başlardım. Elbette daha olgunlaşmış biri olarak başlardım.
-Nedir peki cazibesi bunun?
Şehit Harun: Aslında yaşamın kendisi demek. Yani şimdi insanı gerilladan koparmak demek ya da gerillayı uzun süre yaşayan birisini gerilladan koparmak demek onu yaşamdan koparmak demektir. Normal bir insanın yaşamı bizim için çok donuk bir yaşam. İnsanı sınırlayan, adeta bir ağacın dallarını, kollarını kesmeye benziyor, çırılçıplak bir gövdenin ortada kalmasına benziyor. Üretken bir yaşam değil, insanın tüm her şeyini harekete geçiren bir yaşam değil. Yani gerillada her şeyinle, duygunla, düşüncenle, fiziğinle, kininle, öfkenle, her şeyinle zirvedesin. Gerilladan düşüş zirveden düşüşe benzer, gerilladan kopuş yaşamdan kopuş anlamına geliyor. Artık bizim için dolayısıyla doğal yaşamın kendisidir gerilla. Yani ondan farklı bir yaşam düşünmek... Dağlar yücedir, gerilla da dağlar kadar yücedir diyebiliriz.
-Bütün bu süreç içerisinde "şunu yapmasaydım yasamda", "şu olmamalıydı yaşamımda" dediğiniz bir şey var mı? Öne çıkan bir hatanız var mı?
Şehit Harun: Kendimi affetmediğim hatalarım, eksikliklerim oldu. Ama doğru olarak yaptıklarım konusunda öyle bir tereddütüm yok kesinlikle. Yapılması gereken şeylerdir, yapılmıştır. O anlamda değerlendiriyorum. Beni çok olumsuz etkileyen, üzerimde etkide bulunan, hatta çoğu kez eziklik duymama yol açan mücadele içerisindeki hatalarım oldu. Özellikle şehadetlere sebebiyet veren hatalar, iyi düşünememe, iyi yönetememenin ortaya çıkardığı hatalar. Uzun yıllar geçmesine rağmen halen kendimi affedemediğim hatalar olmakta. Savaş gerçekten de bu açıdan acı bir olay. Yani canlar üzerinde gelişen bir olay, insan yaşamının sözkonusu olduğu bir olay, en ufak bir hatayı affetmiyor. Dolayısıyla hatayı yapan insanın da kendisini affetmesi düşünülemez.
- Şimdi savaştasınız, barışta nasıl yapacaksınız?
Şehit Harun: Savaş konusunda çok tutucu olma gibi bir durumumuz yok elbette. Biz her şeyden önce politik insanlarız, mücadeleyi belli bir politika doğrultusunda yürütüyoruz. Biz belki bir asker olarak savaş koşullarında da, barış koşullarında da asker olacağız ama, savaş koşullarında savaşmanın askeriysek, barış koşullarında da barışı korumanın, barışı geliştirmenin askeri olarak kendimi görüyorum. Yani o konuda zorlanacak veya zorlayacak biri değilim.
-Bu PKK yapısında böyle mi?
Şehit Harun: Parti politikaları bu konuda belirleyicidir, yani bireyleri bağlayıcıdır bu anlamda. Partinin benimseyeceği politikalar benim için olduğu gibi, herkes için de geçerlidir.
-Bazı eleştiriler var, deniliyor ki; "PKK bağımsızlıktan vazgeçiyor, artık daha politikaya yöneliyor." Bu kadar acıyı çektiniz. Gerçekten böyle rahatsız eden bir şeyi kabul eder misiniz?
Şehit Harun: PKK gerçekten soyut bir hareket değil, kendisini genelden koparan bir hareket de değil. Gerçekçi politikalar yürütür PKK. Fakat hiçbir zaman da kendi temel çıkarlarından vazgeçmez, ödün vermez. Bu anlamda biz PKK'nin kendi önüne koyduğu nihai hedeflere sonuna kadar bağlıyız ve biz de bu partiye bağlıyız bu anlamda. Hiçbir çarpıtmaya yer vermeyecek kadar nettir parti konuları. -Bir iddia var, deniliyor; "gerilla bağımsızlıkçıdır." Doğru mu? Şehit Harun: Bu gerilla bağımsızlıkçıysa PKK'nin bağımsızlıkçısıdır, başka bir bağımsızlıkçı değil. Onun dışında bir gerilla düşünülemez. Yani PKK'de parti çizgisi dışında, partiye ters düşen bir gerilla değil. O gerilla gerilla olmaktan çıkar çünkü.
-Yoğun çalışma ortamından sizi alıkoyduk, bu röportajdan dolayı çok teşekkür ediyoruz,
Şehit Harun: Biz de selam, saygılarımızı sunuyor, başarı sözümüzü veriyoruz.
Tarihte birçok insanın kendi kişiliğinde yarattığı destan, komutanlığa, öncülüğe dönüştüğünde daha büyük devrimsel sonuçlar ortaya çıkarabilmekte ve daha geniş kitlelere mal edilebilecek kazanımlar yaratmaktadır. Her komuta kişilik, emeğiyle mücadelesiyle yoldaşlarının yüreğinde taht kuruyor, bir yandan da kendi destanını kendisi yazıyor. İşte onlardır bizim mücadelemizin abideleri. Derler ya herkes kendi ismine yaraşır bir kişiliğe ulaşmak için her zaman mücadele eder veya etmeli. İşte yüreğimizde ölümsüzleşen abidelerimizden biri de Heval Rojhat’tır. Roj her zaman karanlığa karşı mücadele eden ve her zaman aydınlığı seçen, ona ulaşmak için mücadele edendir.
Guyi olan Heval Rojhat büyüdüğü Uludere toprakları gibi asi ve keskin bakışlı olsa da yüreğinde güneş kadar aydınlatıcı, hep mütevazı duruşuyla insanların yüreğinde çabuk yer edinen biriydi. Bu da onu herkesten ayıran, tanıyan arkadaşların aklına ilk gelen özgün yönüydü. İnsan ilk karşılaştığında onun uzun boyunda dev bir sessizlik görürdü. Ama konuştuğu, sohbet ettiği arkadaşlar ondaki sevecenliği, hızlı kaynaşmayı, bilgili kişiliğini fark eder ve hemen ısınırdı. Komutanlığın heybetli duruşuna sahip olan Heval Rojhat’la tanışan herkes görünüşünün ardındaki o samimi, mütevazı kişiliği görünce büyük bir sevgiyle hemen kaynaşabilirdi.
Kişilik olarak devrimcilikle o kadar uyumluydu ki sanki o gerilla için yaratılmıştı, gerilla da onun için. Kişiliği yaşadığı büyüdüğü coğrafyanın özelliklerini almıştı, sert görünümlü ama bir o kadar da sevecen ve mütevazı. Ani duygusal, tepkisel ya da katı kararlardan ziyade olaylara, insanlara, sorunlara düşünerek, doğru bir karara ulaşarak yaklaşması; yerinde, zamanında ve gerektiği kadar konuşması onda hep kazandıran bir yön olmuştur. Savaşta hep başarıya götüren öncülük karakteri, komutanlıktaki başarısı bu özelliğinden kaynaklıdır. “Savaş yoğunlaşanların işidir” sözü Heval Rojhat’ın karakteri ve yaşam tarzı açısından uygun düşen bir sözdür.
Heval Rojhat’ı savaşta, taktikte, yaşamda, düşüncede derinleştiren önemli bir boyut da kıvrak zekasıydı Önderlik felsefesini erken kavramasıydı. Önderlik sahasında kalması, bire bir tartışma şansını yakalaması; duygu ve düşüncelerini özgürlük mücadelesi ekseninde yoğunlaştırıp, arayışlarını bir düzeye ve bir netliğe, kavuşturmasında önemli bir etkendi. Tarihte komutanlık yetkisine hep belli bir eğitimden, sınavlardan geçilerek ulaşır. Fakat PKK’de komutanlık görevi; yaşamı, insanları okumak, özgürlük felsefesini özümsemek, kişiliğiyle karakteriyle pratikte kendini göstermekle, yaşam içinde kendiliğinden gelişen bir doğallıkla şekillenir. Heval Rojhat’ı bu düzeye getiren de kendi kendini Apocu felsefesinin sınavlarından geçirmesidir. En acımasız savaş koşullarında hayat okulunu okuyarak kendini yetkinleştirdi, onun sınavlarından geçip ve onun kurallarına göre yaşadı.
Botan çocuğuydu o, Kürdistan’ın yüreğinden. Dağların koruyucu kucağında bugüne taşan, bozulmayan Kürt özünün yüzyıl temsilcisi bir soyun büyüttüğü, duygu, akıl, vicdan gücü kazandırdığı yiğit bir insandı. Önderlikle, insanla, dağla, mücadele değerleriyle buluşması o nedenle zor olmadı. Bunun da ötesinde bu özü taşırdı. Savaşta yılmaz bir komutan, yaşamda güçlü bir militan, yoldaşlıkta en önde olandı. Teke tek bir savaş değil yürüttüğümüz. Onca tankına topuna kobrasına uçağına karşı namertliğine karşı da salt kuşandığımız, yalın bir yürek; toprağa, dağa, halka, yarınlara duyduğumuz inançtır. Bunu yaşama düzeyimiz kavgacılığımızı, yaşam katılımımızı belirler. Rojhat arkadaş bu inancı en derinlerden yaşayanlardandı. Öyle ki daha yaşamının baharında bileğini bükemeyen düşmanın başına milyarlık ödül koyduğu bir savaşçıydı. Ve onun ortaya koyduğu yiğit yüreğe, ne tank etki edebildi ne uçak ne de kobra. Namertlik karşı durdu duruşuna. Kelha, Meme’ye aynı Mem gibi çıktı. Yüreği rahattı, yurdundaydı o toprağın insanıydı. Sırtını o öze dayadı ve oturdu can damarı halkının sofrasına. O bozulmayan özü taşıyordu damarlarında, onun için tarihin her köşesine sinen, ümüğümüzü sıkan, efendileri hiç başımızdan eksik etmeyen ihanet tohumunun derinlere saldığı köklerin kendisini sarmalayacağını nefessiz bırakacağını düşünmedi. Ötesinde Kelha Dımdıme tanıktı buna, aşağısındaki Bedirxan bey ovası, bitirilen yirmi sekiz isyan tanıktı. O hayır dedi. Yine de gitmeliyiz diyerek dinlemedi uyaranları. İhanetin karattığı yürekler, onlar için yaşadığını bilmeden, paranın, bencilliğin, açgözlülüğün girdabına kapılarak çağırdılar Rojhat arkadaşı. O hiçbir zaman çevirmezdi, biliyorlardı. Gitti Rojhat arkadaş, tarihe, yaşananlara bakmadan gitti. Oysa kurulan ne kardeş sofrasıydı ne de çağıranlar dost. Tarih yeniden tekrarlandı. Yoldaşlarının bakmaya doymadığı o gözler, bir dalın, yaprağın çarpmasından sakındıkları o yüz, düşmanı ürettiği taktiklerle çılgına çeviren o başı, yüreğinden ayırmak istercesine, Beko’ları bile şaşırtan bir vahşetle kopararak gövdesinden sundular düşmana. Bir kişidir, vururuz gider, yiğitlik bize geçer dediler. Bilmediler oysa tarih yeniden yazılmıştı: bir yanda kendini güçlü sanan Bekolar vardı tüm çirkinlikleriyle, öte yanda ölümlerin öldüremediği kendi destanını yazan yiğitler. Rojhat arkadaş, kendi destanını yazan kahramanlardandı. Yaşamından korkanlar, ondan korkanlar ihanete sığındılar. o yaşamıyla yarattığı gibi ölümüyle de yarattı.
Destanlar bitirilemez, yüzyıllara inat halkının dilinden akar gelirler. O yüzyıllardır destanlarla bugünlere taşan halkının yüreğine destan olup girdi. Şimdi adını alan yüzlerce Rojhat onun adımlarını, izlerini patikalarda sürerek bir destanın izinden yeni destanlar yaratmaktalar, Rojhatlara yakışır biçimde.
Melsa Botan
Pêşkêşî hunermenda leheng ''Delîla'' û hemû hunermendên şehîd...
dîsa asîmanê welatê min stêrkek din girte hembêza xwe...
stêrkek ji dilê Ameda birîndar...
îşev semfoniya stêrkane li asîmanê welatê min...
dê ka were stêrka min, berî çûyîna xwe ji min re qala çiyayan bike
qala welatê min, qala mirin û nemirine...
rast e dibêjin; tenê denge ku dimîne?
her şev, stêrkek bangî min dike, xewnên min diçirîne...
her şev min bi xwe re dibin asîmanan...
dibin nava ewran...her şev mêvanê dengekim
carna Sefkan...
carna Mizgîn...
carna Serhed...
şevek Hogir...
şevek Çiya...
û carna jî Erdewan...
lê îşev...
dengek nû...
bilindtir... lê di qirikê de mayî, bangî min dike
dengek nİyas...lê nayê bîra min
çend roj berê, li welatê min gulek bû stêrk...
çû asîmanan
stêrk bûn xweziya wê ya herî mezin bû...
îşev semfoniya stêrkane li asîmanê welatê min...
her şev dibim mêvanê stêrkan
rast e, tenê denge ku namire...
denge ku ji mirinê re dibêje; jiyana min destpê kirîye...
çend şevin dengek min dike mêvanê Kurdistanê...
mêvanê çiyan...
mêvanê Amed...
mêvanê Aotan...
mêvanê Şirnex...
erê Delîlaya min...
niha dizanim ku tenê denge ku dimîne...
Sarı gülümüz
Buğday başağımız
İsyan kızımız
Koçerimiz
Hevimiz…
Tanıdığımız güzellikleri çok az yazıyoruz. Dağları ve insanları soluk soluğa beraber yaşadığımız, içimizde taşıdığımız, bizi biz yapan o güzellikleri belki unutmuyoruz ama yazmıyoruz, anlatmıyoruz. Sadece yüreğimizde kalıyor, sürekli kendimizi koruduğumuz sığınaklar gibi kalıyor. Anlatmak çok zor olduğu için olsa gerek.
Aslında bunların tümünü Şehit Murat arkadaşın, Parastına Gel’in Haziran ayı sayısındaki şehit düşen ağabeyine yazdığı mektubu okurken düşündüm. Mektubunun ilk satırlarında “… gelecek kuşaklar bilecekler mi, hatırlayacaklar mı? Unutacaklar mı? … En güzel, en kahraman çocukların tek tek nasıl şehit düştüklerini bilecekler mi?” diye soruyor. Belki de her gerilla hayatında birkaç kez hatta daha fazla bu soruyu kendine sormuştur.
Ben kaç kez sordum, neden soruyoruz bu soruyu kendimize derken çevirdiğim sayfalarda Mayıs ayı şehitlerinin resimleri ile karşılaştım. Hepsini tek tek dikkatle inceledim. Şehit Hevi’nin resmine gözlerim takıldı. “Sen hiç böyle düşündün mü güzel Hevi?” Diye sordum kendime. Aslında bu yazıyı kaç zamandır yazmak istiyordum. Fakat kaybettiklerimizi anlatmak hep zor olduğundan olsa gerek sürekli erteledim. Hevi’yi anlatmak istiyordum oysa. O bir isyan kızıydı, direngendi, toplumun faili meçhul cinayetler ile teslim alınmak istendiği bir dönemin ardından dağlara gönlünü, halkına yaşamını verecek kadar yurt sevgisiyle doluydu. O bizim buğday başağımızdı, Gabar’ın, Beytüşşebab’ın, Besta’nın patikalarında toplara, tanklara, tüfeklere ve kalleşlere karşı yürümüş bir buğday başağı.
Onu 96 yılında ilk katıldığı zaman gördüm. Sarı saçları ve bal rengi gözleri vardı. Etrafa sanki kaybettiği bir şeyi bulmuş, bir daha kaybetmemek için sıkı sıkı sarılmış bir çocuk gözleri ile bakıyordu. Henüz silahı yoktu. Arkadaşlardan aldığı silahı sıkı sıkı göğsüne bastırmıştı. Dümdüz sarı saçları, gözlerini ve yüzünü kapatıyor, silahı bırakmak istemediğinden olsa gerek saçlarını düzeltmiyor, aralarından bize bakıyordu. Bakışlarını yakalamaya çalışıyordum. Çok farklı görünüyordu. Bakışları hiç törpülenmemişti. Öyle dolaysız bakıyordu ki sanki baktığı yeri elleri ile değil de gözleri ile tutuyordu. Yanan ateşe, ağaçlara, taşlara bize baktığında sanki bizde başka bir şeyler görüyordu.
Onu öyle dikkatli seyretmemden rahatsız olsa gerek, bana bir şey sorarcasına baktı. Önderliğin bir arkadaşa “Yavru aslan gibi bakıyorsun” dediğini hatırladım. O ender bulunan dolaysız duruşuna güvenerek “Önderlik seni görse ‘yavru aslan gibi bakıyorsun’ derdi” dedim. Başını biraz öne getirip durdu, aniden bir kahkaha attı, biraz irkildim. Sonra, “Keşke, Önderliği görseydim bana hiçbir şey söylemeseydi” dedi. Sözlerine hem duygulandım hem güldüm. Biraz kızdı “ heval tu çıma dıkeni” dedi. Güldüm. Düşündüm, niye gülüyorum diye ama yine de güldüm.
O gün ayrıldık, yeni savaşçı eğitimi için gitti. Daha sonra sık sık bir araya geldiğimiz on bir yıl boyunca onu her gördüğümde o günü, bakışlarının bende yarattığı duyguyu hep anımsadım. Şehit düştüğünü ilk olarak ROJ TV’de duydum. Resmini gösterdiklerinde sanki o resmi değil de ilk karşılaştığımız günkü yüzünü görür gibi oldum. Hevi’miz, Koçerimiz, Sarı Başağımız bizden bu kadar çabuk ayrılmış olamazdı…
Hevi yoldaşı tanımamış olanlar çok şey kaybetmiştir. O Koçerdi. Dıderan aşiretinden geliyordu. Koçerlerin bin yıllardır değişmeyen özgürlük tutkularına, kavgalarına, gezdikleri tüm zozanlara, tüm çılgın halaylara tanıklık etmiş sanırdınız. Öyle suskun, öylesine canlı; öyle yaslı, öylesine hayat doluydu ki tüm bu çelişkili görünen duyguları ahenk içinde yaşayan bir güzelliği, gencecik bir yüreği vardı. Onda Botan insanının, Koçerlerin, dağ Kürtlerinin ruh halini yakalardınız. Aklı ile hisleri parçalanmamış, duyguları ile eylemleri çelişmeyen, son yüzyılların ölçülerine vurulamayacak bir kültürün insanıydı Hevi.
Beytüşşebap zozanlarında onu bir kayanın başında omzundan hiç indirmediği özenle yapılmış kefiyesi, elinde silahı ile otururken görseydiniz bin yıllardır orda duruyor sanırdınız. Sarı saçları, heybetli görüntüsü ve yüreği ile o zozanlara, o kayalara, o patikalara, o silaha yakışıyordu. O gerillacığa yakışıyordu gerillacılık da ona…
Hevi, korkusuz bir Koçer kızıydı. En yoğun çatışmalarda çevresinden gelip geçen mermilere hiç aldırmadığını gördüm. Botana düşmanın en yoğun yöneldiği yıllarda çatışmaların, açlığın, zorluğun içinde gerillacılığa bir daha bulunulmayacak bir yaşam bilinci ile sarılırdı. Yurtseverliğiydi sarıldığı, Önderlik sevgisi, yaşam tutkusuydu. Sakindi, suskundu ama yaşama duyarlığı çok yüksekti. Yüreğinde bir çocuk vardı. Bu korkusuzluk, bağlılık ve yüreğindeki çocuğu bilmekti belki bizi ona bu denli sevgiyle bağlayan.
Yurdumuza, Önderliğimize, Gerillaya, dağlara ve yoldaşlara bağlı kalarak şehitlerin unutulmayacağını göstereceğiz. Biz gerillalar zaman zaman bunu birbirimize sorsak, günlüklerimize yazsak da biliriz “Özgürlük için vuruşanlar unutulmaz…”
Anısı mücadele gerekçemiz olacak.
29 Mayıs 2007 tarihinde Çırav alanında şehit düşen Hêvî (Fatma Özer) yoldaşın anısına
Newroz Ceren
Bêrîtan, Zağrosların eteklerinde doğup büyümüş, Altın Hilal’ın bin yılların öncesinden gelen neolitik insan özelliklerinin tümünü özünde taşımayı başarmış, kadın güzelliği ile isyancılığını yaratıcı bir temelde birleştirerek yaşamsal kılmayı başarmış genç bir Kürt gerillasıydı.
Çok sonradan farkına varsa da, doğup büyüdüğü köy kültürünün köklerinde Mezopotamya’nın o ihtişamlı tanrıça kültürü yatmaktaydı.
Bilinci zayıf, köylü bir genç kız olmasına rağmen onu hep içten içe dürtükleyen, karşı durulmaz bir arzuyla o çetin dağlara, acımasız savaş meydanlarına itekleyen, savaş meydanlarında ve çetin dağ koşullarında ona irade gücü kazandıran, köklerine olan bağlılık ve özgürlük tutkusundan başka bir şey değildi.
Daha 16 yaşlarında beş genç Kürt kızı olarak göreve daha rahat ve elverişli yaşam koşullarını, evlerini ve köylerini terk etmelerinin temel kaynağı yurtsever bir ortamda büyümüş olmaları değildi.
Bêrîtan yoldaş, dağ ve savaş koşullarıyla karşı karşıya kaldığından oldukça zorlanarak ve bu zorlanmanın sonucunda gerçeğin bilincine varacaktı. Yaşadığı zorlanmaların ardından kadın ve halk olarak tarihsel köklerini, yine günümüzde bir kadermişçesine mahkum edilen prangaları hissederek en derinden bilincine varmak- herkese basit olmayan anlamlı katılımı gerçekleştirmeyi başaracaktı. O artık özgür iradeli bir Kürt kadın gerillasıydı!
Sade ve doğaldı Bêrîtan yoldaş.
Biraz dikkatlice bakıldığında, en doğal insan özelliklerinin bütün sadeliği ve saydamlığıyla onda yaşadığını fark ederdiniz.
Gülmeleri ve ağlamalarıyla, tepkileri, sevinçleri ve heyecanlarıyla bir çocuk gibi doğal, sade ve yerinde algılara sahipti.
Yanlış bulduğu bir şeye “bu yanlıştır!” demeyi esirgemeyen, bir dakika sonra bile olsa eğer yanlış dediği şeyin doğruluğunun farkına varırsa, hiç evelemeden ve sağa sola gitmeden “evet, bu doğrudur!” diyebilme gücünü gösterecek kadar erdemli ve kaygısızdı Bêrîtan yoldaş.
Bir dakika içinde hem gülebilmesi hem ağlayabilmesi bir tutarsızlık değil, karşılaştığı durumlar karşısında insanın ruhsal şekillenişinin bir gereği olarak üzüntü veren şeye karış üzüntü, sevinç veren şeye karşı sevinç ve coşkusunu en içten yansıtabilecek kadar doğal ve tahrip olmamış zengin bir ruha sahipti.
Eğer Bêrîtan yoldaş bu ruhsal şekillenişi ile özgür ülke koşullarında okuma ve eğitim imkanlarına sahip olsaydı, en içten duygularımla inanıyorum ki mükemmel bir sanatçı olacaktı. Bunun için hiç eksiliği yoktu, fazlasıyla bu cevheri taşıyordu.
Ama yaşam bu coğrafyada bir başka yaşanmak zorunda bırakılmıştı. O da bu cevherinin özgürlük tutkusunda, özgürlüğü en sanatsal bir ruhla işlemede gösterdi.
Dilin ucunda hafif peltek ve ince sesli konuşması yüzündeki güleçlik gözlerindeki parlaklık ve acının derin izlerini taşıyan yaşları onun bambaşka kalıyordu onda, sokratça bir bilgeliğin mütevaziliği yansıyordu.
Bêrîtan yoldaş teorisini oluşturması da, bir tanrıça gibi özgür, erdemli ve asil yaşamayı; aynı zaman da içimizden, bizden biri gibi olmayı başaran, son derece mütevazi bir kişiliğe erişti. Nirhursag’ın memleketinde ve bin yılları sonra toplumu ve onun geleceğini- özgürlüğün- var eden Me’lerin en mütevazi yaratıcılarından oldu.
Az yaşadı, ama öz ve anlamlı yaşadı. Kadının ve onunla aynı kaderi paylaşan toplumunun acılarına ve sevinçlerini kısa bir zamanda yüreğinin her yanında hissetti, duyumsadı.
Daha 18 yaşında olmasına rağmen, beş bin yıldır tutsak edilmiş tanrıçanın zincirlerinden kurtulmuş sevinç ve coşkusuyla heybetlice yürüdü. Çünkü Bêrîtanca bir yaşamın bir kurşunla hiç ama hiç bitmeyeceğin en iyi bilenlerdendi.
Şahadetin, böylesine zamansız ve apansız ayrılışın ne kadar acı verse de, Mezopotamya’nın bereketli topraklarına ekilen tohum misali yeniden, daha gür ve çoğalarak yeşereceğine olan inanç ve umut bize- yüreğimize- bu acıyı da güçlü karşılama direnci ve iradesi vermektedir.
21. yüzyılın başlarında karartılan geleceğini, unutulmuş geçmişiyle yeniden aydınlatmaya çalışan, Bêrîtanlaştıkça, tanrıçalaşan kahraman Kürt kızlarının ölümsüzleşen direnişleri, özgürlük mücadelemizde hepimizin vazgeçilmez rehberleri olmaya devam edecektir.
Bêrîtan Melek (Perihan Aybar, 21 Eylülde Çukurca'nın Maruka alanında bir saldırı eyleminde kahramanca şahadete ulaşmıştır.
Mücadele Arkadaşları