Ali yoldaş 1973’de Gever’de dünyaya gelir. 4 çocuklu yurtsever bir ailenin ilk çocuğudur. Liseye kadar okuyan Ali yoldaş, mücadelenin en zor olduğu dönemde çalışmalara başlar. 3 yıl zindanda kalıp çıktıktan sonra mücadeleye daha sıkı sarılan Ali yoldaş, saflara katılma kararı alarak 1996 yılında katılım sağlar. Bu duruşuyla Önderliğine, halkına ve özgürlük mücadelesine ne denli bağlı olduğunu göstermiştir. İnançlı ve azimli duruşuyla kısa sürede yoldaşlarının sevgisini kazanmış ve onu daha da yetkinleştirmiştir.
Zagros, Xınere, Kandil ve Amed eyaletlerinde kalan Ali yoldaş; manga komutanlığı, takım komutanlığı ve cephe sorumluluğu görevlerinde bulunmuştur. Aldığı görevleri layıkıyla yerine getirerek her zaman güven duygusunu yaratan bir yoldaş olmuştur.
Mevsimler değişiyor ve her mevsim yeni olmayan; ama alışmak istemediğimiz birçok şey getirir beraberinde. Bir mevsim daha dayandı kapımıza. Geceleri uzundur bu mevsimin. Bir bir uzarken geceler, gündüzümüze karalar yağar. Haberi yayılır dört bir yana. Acı, keder, gözyaşı… Nedendir bilinmez ağlar taşı, toprağı ülkemin. Sevdasının göz bebeklerinde hapsolmuş tebesümler, ürkek bakışlara bırakır kendini. Dağlarda yankılanır hıçkırık sesi. Derelerin isyan halayıdır tuttukları ve bir türküdür dillerde:
" Emanetindir yüreğimizde saklı kalan
Yansa da yüreğimiz
Dökülse de bir bir gözlerden yaşlar
Dil tutulur söyleyemesede bir söz
Emanetindir bizi yarınlara taşıyan.
Bizi sana yakınlaştıran
Bizi sen yapan…’’
Ölüm döşeğinde tek tek toprağın yüzünü öpen yoldaşlarımın fotoğrafları beliriyor karşımda. Televizyonlar yine felaket tellallığı yapıyor bu akşam vakti. Gözlerimden akan yaşların farkında olmadan, geçmişten anılar tazelenir benliğimde. Zorluklarıyla anlam bulan o güzel günler, hep birlikte yaşanılan duygu selleri ve sevinçler; gözler kırpılmadan ölümlere meydan okumak ve ölümlerden canları sıyırıp almak… Unutulur mu sınırları aşan bu duygular? Unutulmaz, unutulmamalı…
Hiç birimiz daha önce birbirimizi görmemiş ve her birimiz farklı yerlerde doğmuş, büyümüştük. Buralara aynı mücadelenin çatısı altında, aynı amaç uğruna yan yana gelmişiz. Şimdi aynı mevziyi paylaşıyoruz. El tetikte, gözler usulca uzanan arazide. Çoğu zaman göz göze gelerek tadına varmaya çalışırdık o anların. Sanki bu an son an olacakmış gibi ve bir daha birbirimizi göremeyecekmişiz gibi… Her şey bir kurşuna ya da şarapnel parçasına bağlı kalmış ya da başka bir şey. İfadesi yoktu belki de bu anın; ama mutluluğumuz paylaştığımız bu an’da saklıydı.
Heval Beritan’ı ilk kez Mava’da görmüştüm. Ben ve Mervan arkadaş Botan’a bağlı bir grubu buradan alıp Amed’e götürecektik. Biraz şaşkınlık vardı üzerimde çünkü ilk defa kuzey gruplarında bir bayan arkadaşı takım komutanı olarak görüyordum. Son geri çekilme sürecinden bu yana bayan arkadaşlar Amed’te bulunmamışlardı. Yüzlerindeki o coşku, heyecan ve sevinç bizlere de yansıyordu. Toplam 3 kişiydiler. Beritan, Dılbırin ve Devrim arkadaşlar. Devrim arkadaşı güneyde Garê alanından tanıyorum. Grup, gece Mava’ya vardığı gibi ben heval Devrim’i sesinden tanımıştım. Sabahı, görüşmek ve diğer arkadaşlarla tanışmak için sabırsızlıkla bekledim. Sabah beni karşısında gördüğünde şoka uğramış gibiydi. Yıllarca birbirimizden uzak olmamız ve yılların fiziğimizde uğrattığı değişikliği şaşkın gözlerle süzüyorduk birbirimizi. ‘’portatif dediğimiz Mazlum arkadaş, şimdi bizi Botan’dan Amed’e kadar kurye olarak götürecekti. Hem de bizi Beşiri ovasından geçirecek…’’ diye takılıyordu arasıra. Önümüzde 4 gecelik bir yol vardı. Heval Berîtan benim ve heval Devrim’in daha önce tanışıyor olmamızdan kaynaklı sevinmişti. Bu sayede diyalog zemini oluştu. Yolculuk için gereken her tür bilgiyi paylaştık. Bizim soğukkanlılığımız, yolun çok rahat olduğu konusundaki tavrımız onları bayağı şaşırtmıştı; çünkü birçok kişi Beşiri ovasının çok zor olduğunu ve birçok grubun geçerken imha olduğunu dillendirmişler ve biraz da abartı işin içine girince herkesi bu durum kaygılandırmıştı. Tabi biz bunun tersine orayı anlattıkça onlar daha da rahatladılar. “Yolda Amed karpuzunu yeme, yurtsever evlere gideceğiz” söylemi epey sevindirmişti. Onlarda Amed’in bir grubuydular. Tabi gelen grup içinde Şehit Sipan ve Poyraz arkadaşlar Erzurum’a geçeceklerdi. Şehit Sipan yolda o kadar kusuyordu ki, çok korkmuştuk. Öncü olmasına rağmen bu durumundan kaynaklı onu artçı yapmıştık. Tabi bu grup öncesinde Amad’e gelen iki bayan arkadaş vardı. Şehit Dicle(17-07-2008) ve Şehit Avaşin(26-07-2008). Onları da biz Amed’e götürmüştük. 1 Haziran’dan sonra kuzeye gelip burada savaşmak onların en büyük hayaliydi. Tek korkuları ise Amed’e yetişemeden şehit düşmeleriydi. Her zaman dile getirdikleri tek şey “yerimize ulaşalım ondan sonra ne olursa olsun “ du. İstedikleri yere ulaştıklarından sonra bir defasında bir tartışmalarına tanık olmuştum. “acaba geri çekilmeden sonra şehit düşecek ilk bayan arkadaş hangimiz olacak?” diye. Bu tartışma çok tuhafıma gitmiş, aynı zamanda inanılmaz bir coşku da almıştım.
İstedikleri yere ulaştılar, beraber aynı mevzide mermi patlattılar ve aynı mangada aramıza sadece bir perde çekerek bir kışı geçirdik. En son vedalaşmamıza kadar hiçbir bayan arkadaş şehit düşmemişti; ama savaş yine en çirkin yüz ifadesiyle karşımızda belirmişti. Garzan’dan güneye yol alırlarken Heval Dicle ve Heval Avaşin’in şehadet haberlerini aldık. Şimdi yaralarıma bir yara daha katılıyordu. Heval Beritan, Heval Sema ve Heval Ali’nin şehadet haberlerini alıyorum, ilerlemeyi unutan bir zaman vaktinde.
Heval Ali ile en son iki aylık bir güney yolculuğundan sonra yerimize varmamızla büyük cihazda konuşmuştuk. Sağlam ulaşma haberimiz onları da çok sevindirmişti.
Bir insan başka bir insanın kişiliğini yorumlama ve anlatma konusununda ne kadar başarılı olabilir ki? Bu yorumlama ister yazılı olsun ister dille aktarımla olsun mutlaka eksik kalan yanları olmaktadır. Hele hele bu şehit bir arkadaş üzerine gerçekleşen bir anlatımsa, bu konuda kaygılar bir başka artmaktadır. Defterle temas kuran kalem titrer, dil tutulur ve bazen insanın yutkunmakta zorlandığı anlar gelişir. Her kaygının kendi içinde başka bir kaygıyı taşıdığı anlardır. En çok da bu konuda tam olarak hakkını verebilirmiyimin kaygısı yaşanır. Mutlaka her ne şekilde olursa olsun, bu şehit yoldaşlarımızı birkaç cümle ya da söze sığdıramayız. Her seferinde eksik bir yanı kalır; ama bizim onlara karşı minnettarlığımızı ve boynumuzdaki borcu hafifletmek için bu yöntem çoğu zaman denenmektedir. Mutlaka her bir arkadasın farklı bir yaşam hikâyesi vardır. Ben de böylesi bir cesareti gösterip yukarıda isimlerini saydığım şehit arkadaşlarımın kişilik yapılarını, Heval Berîtan ve Heval Ali sahsında somutlaştırma gereksinimini duyuyorum.
Bizim kişilik tanımımız burjuvatik tanımlamaya benzemez, bir roman karakterinin tarifnamesine benzemez. Anlatılacak her şeyin öze dayandırılmasıyla aktarılabiliniyorsa ne mutlu bize. Bu topraklardan göçüp giden herbir arkadaş, kendisiyle beraber bizden de birer parça alıp götürmüşlerdir. Bunun yanında bizlere biraktıkları bir miras bir gelecek ve hiçbir zaman yerde kalmayacak silahları vardır. Bizler, şimdilik o mertebeye ulaşmamış olsakta, ölümsüzleşen yaşamlarını yarınlara taşımak bizim boynumuzun borcudur. Onların kendilerine belirlediği hedeflerine ve kutsal amaçlarına ulaşma uğruna ne olursa olsun verebileceklerini, Zilan felsefesinden öğrenmişlerdi. ‘’Keşke canımdan başka verebileceğim bir şey olsaydı, onu da verirdim’’ Yine M.Hayri Durmuş arkadaşın ‘’mezar taşıma borçlu yazın’’ sözüyle kahraman yoldaşarımızın izinden giden kişiliklerin takipçileri olma yükümlülüğümüz vardır…
Sonuç olarak; bu iki arkadaşın yönetimdeki uyumları ve yapıcı olmaları çok ilginçti. Aslında bir arkadaştan bahsederken diğer arkadaşı da dile getiriyor gibiyim. Bunun sebebi her iki arkadaşın ayni yörede doğup büyümelerinden kaynaklımıdır bilemem –Heval Ali Gever’li, Heval Beritan Şemzinan’lı- ama her iki arkadaşın beraber şehit düşmeleri sanki bu sezgisel belirsizliği belirginleştiriyordu. Şimdi bizler, onların yaşam felsefeleriyle yarınlara “merhaba” diyeceğiz. “Hoşçakalın” demeden görüşeceğimiz güne kadar bir ayrılıktır bu. Katlanılması zor bir ayrılık olsa da, görüşeceğimiz günün yakın olduğu bilinciyle sizleri en içten duygularımla saygıyla huzurunuzda eğiliyorum.
Kod Adı: Ali Gever
Adı Soyadı: Ali İhsan İke
Doğum Tarihi Ve Yeri: 1973-Gever
Ana Adı: Naciye
Baba Adı: İbrahim
Katılım Tarihi Ve Yeri: 1993 Cezaevi-1996 Şehidan
Şahadet Tarihi Ve Yeri: 21 Mayıs 2009 Amed Lice
MAZLUM MAKU
Heval Helin Murat’ı 2014 yılın da ilk defa arşiv çekimi için gittiğim Şehit Beritan Akademisinde tanıdım. Ben ısrarla kim Şehit Beritan Akademisinde Kadın Özgürlük Tarihi dersini verecek diye soruyordum. Soruma yanıt olarak Heval Helin’i kalabalık bir arkadaş grubu içinde göstererek ‘Heval Helin verecek’ dediler. Ben ise içimden çok genç göründüğü için ‘Verebilir mi acaba ’diye düşündüm. Maalesef dersin sadece toplumsal cinsiyet bölümüne katıldım. Ve katıldıktan sonra ders anlatım tarzına hayran kaldım. Hiç o kadar toplum gerçeğiyle bütünleşen ve konusuna hakim olduğu kadar da derin ders veren bir arkadaşı görmemiştim. Dersine katılım çok fazlaydı. Hiç konuşmayan arkadaşlar bile konuşuyordu. Çünkü dersi çok akışkandı.
Sonrasın da 2014-2015 sürecinde düzenlemesi Apollo Akademiler Komutanlığına oldu. Bu süreçte onunla hareket etme ve yakından tanımaya fırsattım oldu. Onunla patikaları arşınladığım bir demde ona;‘kodun Helin Murat ama niye Helin Gare deniliyor’ diye sormuştum. Oda; ‘uzun yıllar Gare’de kaldığım için ve belki de Gare arazisiyle bütünleştiğim için’ cevabını vermişti. Şehit Helin’le Gare yürüyüşü anılarla dolu geçti. Güney savaşında, beraber yaşadığı ve tanıdığı daha sonra şahadette ulaşan arkadaşlardan çok bahsediyordu. Heval Helin’in farklı bir duruşu vardı .Önderlikle kalmışım demese de insan önderlikle kaldığını hissediyordu. Heval Helin ideolojik, politik ve askeri yönden kendini geliştirmişti. Onunla yaşamın anlam derinliğine ulaşılıyordu. Heval Helin’in konuştukları ve yaşamı aynıydı. Bu nedenle anlattıkları şeyler özlüydü. Söz ve eylem bütünselliği vardı. Yaşamda disiplinli, planlı ve programlı hareket ediyordu. Günün 24 saati önderlikle yaşama, Önderliği anlama ve bu anlam derinliğiyle çalışmalara katılmadır. “Çalışmak Özgürlüktür” diyordu.
İyi bir tarih okuyucusu ve aynı zamanda iyi bir tarih yorumcusuydu. O tarihsel toplum gerçekliğini bilerek ve analiz ederek yaşama katılıyordu. Yazmayı ve yazdığı yazıları arkadaşlara okutmayı çok seviyordu. Bu anlamda her arkadaşı yazı yazmaya, özelde günlük tutmak için teşvik ediyor ve ikna etmeye çalışıyordu. Çünkü biz Kürt’lerin özelde kadının yazılı bir tarihi yoktu. Bu nedenle; özelde PKK ve kadın tarihi kahraman şehitlerini araştırıyordu. Bir isimden, bir tarih yaratıyordu. Onunla yaşayan insanlar doğalında yaşamına, kendine çeki düzen verme ihtiyacı hissediyordu. Sürekli olarak Aleviliğin kutsal değerlerini dile getirir ve kendi yaşamından örnekler verirdi.
Güneş doğmadan kalkar her sabah spor yapardı. Akşam yürüyüşlerini çok severdi öyle güzel havayı solurdu ki… Çok mütevazi bir yaşamı vardı. En büyük değerden, en küçük değere kadar çok titizlikle yaklaşıyordu. Onda hiçbir maddiyat kalıntısı yoktu. Toplumun geri geleneksel özelliklerini aşmış biriydi. Heval Helin Botan’a gitmeyi çok istiyordu. Ama örgüt Cilo’ya gitmesini uygun görmüştü.2015 baharında düzenlemesi Cilo’ya oldu, benimde önerim Şehit Rojin Gewda’nın yaşamış olduğu Cilo dağlarında pratik yürütmekti. Örgüt bu önerimi kabul etti ve bizler Kunişka’da, Cilo’ya geçmek için gruplarda bekliyorduk. Heval Helin’de bizlerle beraber o gruplarda yer alıyordu. Bizler Cilo eyaletine geçeceğimizi biliyorduk. Ama hangi cephede pratik yürüteceğimizi bilmiyorduk. Fakat o Cilo eyaletinin, Çarçella cephesine gitmeyi istiyordu. Çünkü arkadaşlar ona Çarçellan’ın güzelliklerinden çok bahsetmişti. Heval Helin’in düzenlemesi cephe komutanı olarak Oremar cephesine oldu. Kısa zamanda Mergezer, Sümbül ve Oremar bölgelerini gezdi. Ve gün geçtikçe Zagroslar’la daha fazla bütünleşmişti. Cilolar’ın hem corafyası hem varolan yoldaşların mücadelesi onu büyülüyordu. Heval Helin tüm fiziki rahatsızlıklarına rağmen çok iyi yürüyordu. Demek fizik değil, bireyi yürüten fikir ve iradedir. Dağa o kadar aşkla bağlıydı ki ona yol vermeyecek bir dağ yoktu. Doğayla iç içeydi. Su, güneş, toprak farklı yaklaşırdı Heval Helin’e çünkü o bir tanrıçaydı.
Sırtımızı dayadığımız en büyük kavgamız, dünümüz, bugünümüz ve yarınımız olan heval Helin vedalaşacaktı artık Cilo dağlarıyla. Gözlerinde büyük sevgi tohumları nakşedilmişti. Helin ismi gibi gerçekten de bizim için zorlukların aşıldığı bir yuvaydı.
Şimdi O dağlarda onun yaratmış olduğu, eğitmiş olduğu yiğit kızlar, erkekler Helin’ce bir mücadele veriyor. Helin’in arşınladığı patikalarda yürüyor. Her patika Helin’e dair izler taşıyor. Helin insan yuvası. Bizlerde Cilolar’ı kendimize Helin eylemişiz ve her adımda Helin yoldaşı yaşıyoruz. Cilo boynu büyük bir şekilde onu kedine Helin eylemiş Helin’i bekliyor.
O gün onu Gezre’ den götürürken arkasına, etrafına, Cilo’ya bakıp durdu. Cilo’da öylesine ona bakıyordu gün doğmadan hepimize uzun uzun sarıldı. Ve Botan hayali ile Çarçella ya doğru yola koyuldu. Belki bedeni gitmişti ama ruhunun ve yüreğinin bir parçası o topraklarda kaldı. O topraklar da yoldaşları da onu çok sevdi …
Cilo’nun Sevdasına
Sen sevda sen özlem sen yürek
Sen yaşam tohumlarıyla ilerlerken
Sen yürürken Cilo eteklerinde
Cilo’yu bir coşku seli aldı
Sen yürürken cehennem deresi
Cennet gibi aydınlıkla doldu
Çılkani hiç akmadığı kadar güzel akıp
Çiçekler Canlandırdı.
Sen yürürken Deriye Cehfer de
Sabahın ufkuyla renkli çizgiler beliri verdi.
Güneş’in batışı bile
En güzel kıyafetlerini giydi.
Sen yürürken Xopine
En yeşile büründü
Sümbül çepeçevre
Sarmaladı seni
Ve sen giderken
Oremar’ı bir sis denizi aldı
Hawar tepesi hawarlar etti
Perixane gözyaşlarına boğuldu
Sular hırçınlaştı
Ağaçlar yaz mevsiminde bile yaprak döktü
Sen elveda derken
Elinin değdiği tüm reyhanlar soldu
Tufanlar kalktı Sipixane’den Zere’ye
Sen giderken
Sadece Cilo değil
Gare’den Metina’ya
Laleş’ten Minbic’e
Botan’dan Karadeniz’e
Yassa büründü toprak ana
Ve sen giderken ardından
Hiç solmayacak kadar büyük
Bir yaşam bıraktın
Arjin Newroz
Yaz mevsiminin son demleri, sararmış otlar esen rüzgârın etkisiyle bir yerden başka bir yere sürükleniyor. Her nereye giderse gitsin, sonunda buluşacağı ve karışıp bütünselleşeceği yer toprak olacak. Doğanın büyüleyici ahengine en güzel örnektir belki de. Yok, olmayışın en güzel örneği! Bir başka zamanda, bir başka şekilde var olma ve oluşmanın en güzel hali.
Bir başka mevsime doğru evirilirken, zamanın oluşturucu ve yapılandırıcı gücüne şahitlik ediyor bakışlarımız. Doğanın henüz anlamına ulaşamadığımız o kadar çok gizemi var ki; hayranlıkla izlemek kalıyor bize. Gördüklerimizin heyecan ve coşkusuyla saklı kalmış gülüşlerimizi dışa vururken, literatürlerimize henüz dillendirilmemiş nice bakir gülüş, bakış, sözcük ekleriz.
Çünkü zaman oluşturandı, çünkü doğa anlama kavuşturandı…
Bu gün, zamanın öğlen vaktini gösterdiği bir zaman diliminde, teni yakan güneş ışınlarından korunmak için gölgesine sığındığım meşe ağacının altında seyre dalıyorum doğadaki bu güzelliği. Tek başımlayım, bir o kadar da kalabalık arkadaş grubunun tam ortasındayım.
Her ne yapsam da gördüklerimi olduğu gibi dile dökemeyeceğim, biliyorum.
Hissettiklerimi anlatamayacağım, biliyorum.
Yüreğimin derinliklerinde her an beslediğim özlemlerimi dışa vuramayacağım, biliyorum.
Her şeye rağmen bu anların ölümsüzlüğünü yüreğimin derinliklerine nakşediyorum…
Bu anları ölümsüz kılan sebeplerim var. Onca gecen zamana inat hala yaşanılırlılığını sürdüren, giderken bir an olsun arkasına bakmadan, amaçlarının üzerine doğru kararlıca yürüyen yoldaşlarımın eskimeyen anılarıdır gülüşüme anlam katan. Yok etmeyen zaman, anıları da özlemle anlama kavuşturuyordu.
Yürekteki coşkunluğu anıların gizemli ve savurgan bakışlarıyla buluşturan doğanın güzellikleriydi. Sararmış otların rüzgâra dokunuşu ve açık hava dans gösterisiyle birikmiş özlemlerimi güneşin dokunuşlarıyla buluşturuyorum. Başına Berxwedan’ı koyduğum, gençliğimin gülen yanını hatırlatan anılarım.
Ah diyorum. Şuan esen rüzgârlara salsam bir bir birikmiş özlemlerimi, sunsam diyorum. Ulaşır mı O’na. Dindirir mi göğüs kafesimin tam üstünde birikmiş, nice dillendiremediğim hasretliklerimi?
Henüz on altısında özgür yaşam arayışlarını gerillalaşma kararlılığıyla taçlandırmıştı. Amed Surlarının on yıllardır saklı tuttuğu, acıyla ve gözyaşıyla yoğrulmuş isyan çığlığını da sırtlayıp öyle koyulmuştu özgürlük dağlarının yoluna.
Çocukluğunun geçtiği, umutlarını, özlemlerini, hayallerini ve amaçlarını büyüttüğü bu mekândan ayrılmak zor gelse de, yankılanan haykırışlara bir nebze de olsa derman olmak için ve özgürlüğün çıplak tenine dokunup, havasını solumak için dağların yolunu tutmuştu. Görmüştü; bu şehrin her bir sokağının düşman tarafından nasıl kana bulandığını ve çocuk gülüşleri darağacına çekildiğini… Yaşamıştı; çocuk bedeninin nasıl işkencelerden geçirildiğini, zifiri, suskun, kör duvarların ardına kilitlendiğini… Duymuştu; anasına, abisine, ailesine, davasına, ülkesine yapılan hakaretleri, söylenen insanlık dışı sözleri… Bundan işte; bir an önce amaçlarını ve hedeflerini başarıya ulaştırabileceği mekânlara yetişmeliydi. Yetişip intikamını almalıydı.
Çocukluğunun geçtiği, umutlarının ve özgür yaşam heyecanının şekillendiği bu diyardan ayrılırken vedasını eksik bırakmıştı. Eninde sonunda gelecekti. Bugün gitme zamanıydı belki, ancak gün geldiğinde bir gerilla olarak bu diyarlara ayak basacak, çocuk bedeninin yapamadıklarını yapacaktı. Söz verdi bu diyarlara ve yolcusu oldu dağların. Direnişine dağların, yoldaşlık etti. Çünkü direnmenin yaşamak olduğunu biliyordu. Bundan işte Berxwedan oldu, her türden köhnemiş yaşayışa Berxwedan’ca karşı durdu…
Berxwedan! Bakışlarında sonsuz umut barındıran, yüreğinde büyük hedefler büyüten Amed’in asi bakışlı çocuğu…
Berxwedan! Edindiği büyük hedeflerle büyük yaşamayı kendisine esas alan Kandil’in genç komutanı…
Berxwedan! Genç yaşına rağmen, yüreğinde bir ömre bedel yaşam tecrübesi yerleştiren olgun ve ağır başlı gerilla…
Berxwedan! Yoldaşlarının gözlerindeki sevinçte kendin olmanın güzelliğine ulaşan ve amaçlar büyüten devrimci…
Berxwedan! Değişime inanıp, değişimin güzelliğinde yarınları kararlılıkla oluşturma çabasında olan güzel yoldaşım…
Her Berxwedan deyişimde, toy ve amatör devrimciliğimin fırtınalı zamanlarını anımsarım. Bir bir dizilir yaşanılanlar, o günler canlanır beynimde ve yüreğimde.
Kandil’in destansı tarihinde, destan yazmış yiğitlere meskenlik etmiş, kartallara yuva olmuş, bir yanında Ş. Rojhat, bir yanında Ş. Harun olan Kartal Tepesinde yaşadıklarımız…
Tuttuğum yaşam günlüğümün henüz başında, ilk olmanın coşkunluğuyla yer almış zamanlardı.
Henüz birkaç aylık gerilla yaşamımın en başında, dağları, gerillayı ve yaşam coşkunluğunu anlama kavuşturduğum zamanlardı.
Yaşadığımız onca sistemik hastalıklardan arınmaya karar verdiğim, yoldaş olmanın ve yoldaşça bir yaşam için sözler tazelediğim zamanlardı.
Ayrılıkların, acının, gözyaşının, incinmenin ve üzülmenin de bir anlamının olduğu; yerine özlemin sevincin, gülmenin ve coşkunluğun olgunlaştırıcılığını bilince çıkardığım zamanlardı…
Bu zamanların en orta yerinde duruyordu Berxwedan.
Kartal Tepesinin kartal bakışlı genç komutanıydı Berxwedan…
Yaşadığı onca acı ve zorlanmaya karşın, kendinde yaşam coşkunluğunu ve sevincini oluşturabilmiş güler yüzlü, yoldaşa yoldaş olmayı bilen bir gerillaydı Berxwedan…
Yitirdiğimiz canların acısını hiçbir şey dindiremez. Hele hele bir halkın umutlarını kuşanmış ve yola koyulmuş ise… Ne gerçek, ne yakın olmak, ne cesaret, ne de avuntular… Bunların hepsi anlam denizinin küçük damlacıklarıdır. Yapılabilecek tek bir şey vardır; bu hüznün ve ayrılığın anlam derinliğini bilince çıkarmaktır. Ve hiçbir zaman bu acılara alışmayacağımızın sözünü kendimize verip bu temelde yolcusu olduğumuz onurlu yolun en iyi temsil edeni olma kararlılığını göstereceğiz.
Tabi, yürek-beyin birlikteliğini sağlayıp, dayanabilirse… Sonra, zamanın oluşturuculuğunda, her yeni acının daha az can yakmadığını öğreneceğiz…
Sistemin tüm alıştıran hallerini üzerimizden atacak, acıyı anlama, ayrılığı özleme döndüreceğiz.
Anılarımızın, yaşanmışlıklarımızın olmuş bitmiş bir olgudan ibaret olmadığını, her an yürekte ve beyinde nasıl yaşanılır kılınacağını dosta düşmana, tüm insanlığa, dünyaya ve evrene göstereceğiz.
Yaratılan tarihsizliğe ve geliştirilmek istenen anlamsızlığa inat, geçmişin kuytu köşelerinde saklı bırakılmış anlamın ve yaşamın taşıyıcısı ve sürdürücüsü olacağız. Ve alışmayacağız, alışmayacağımızın pratiğini yaşamımızda sergileyeceğiz. Alışmadan da anlamın derinliğine ulaşılabileceğine gösterecek ve alışmayı haram bileceğiz…
Çünkü Alışmak ihanettir…
Bu mevsim de bitecek. Sararan güneşin yakıcı ışınlarından etkilenen otlar, rüzgârın savurgan dokunuşlarıyla, toprağa karışacak. Bir başka mevsim gelecek, sonra başka bir mevsim ve bu mevsim geçmiş olacak. Ama zamanın eskitemeyeceği tek bir şey; anılarında amaçlar kutsadığımız o zamansız giden yoldaşlarımızın özlemi olacaktır. Çünkü onca sancılı ve acılı zamanlara inat; ayakta kalmanın ve mücadelenin saflığında yarınlara yürümenin coşkunluğunu ve kararlılığını büyüten bu özlemlerdir…
Kod Adı: Berxwedan Amed
Adı Ve Soyadı: Sait Soylu
Doğum Tarihi Ve Yeri: 1988 Bismil
Katılım Tarihi: 2004
Ana Adı: Meryem
Baba Adı: Bedri
Şahadet Tarihi: 11 Mayıs 2009 Kelareş
Mahabad GABAR
Mayıs’a yazdığım kaçıncı acıdır bilmiyorum, ama 10 Mayıs’a yazdığım ikinci acı bu.
Birincisi Bahtiyar’ın şehadetiydi. Bu ikinci, belki de üçüncü…
Ne çok gözyaşıyla yıkıyorum yüzümü. Meğer ne çok hayal kurmuşum… Ne çok yanılırmışım meğer diyorum yine. Sevginin öldürücü, kahreden, eriten acısıyla yüzleşmek ne zormuş meğer. Sevginin mutluluk demek olmadığını, mutlak huzuru, sevinci, gönül rahatlığını yaratmadığını bir kez daha acıyla, gözyaşıyla, yürek yangınıyla gördüm, bildim. Tüm bunlar Masiro’nun son nefeslerinde benliğime hücum eden hislerin bir parçasıydı.
Sevgili Masiro,
Sarı papatyalar toplamıştım sana. Eylem dönüşünün zaferini kutlamaya. Çiçekler yavaş yavaş soluyordu sana gelirken. Sen yavaş yavaş soluyordun. Herkese seni anlatarak, herhangi bir konuda dahi senden söz ederek, uzaklarda olduğun anlarda ve mekânlarda seni yaşatmaya, özlemimi gidermeye çalışıyordum. Son konuşmamızı, Kızwan tespihini verdiğin günü, yılanları nasıl yakalayıp bıraktığını, o incecik dal gibi bedenine yerleşen iradenle taşıdığın cephaneni… Ve daha birçok şeyi. Yani seni, bir bütün bendeki seni anlatıp duruyordum. Seninle kısa bir zamanda ne çok anı biriktirmişim meğer belleğime. Anıların sanrı seninle dolmuş yüreğime. Oysa sana ulaştığımda, elimde tanrıya yalvarmaktan başka bir şeyin kalmadığını çaresizlik içinde acıyla gördüm.
Acının insaflısı mı olur? Diyeceksin, ama insafsız bir acıyla, hiçbir avuntuya yer vermeyen, bedel kabul etmeyen bir çaresizlikle kendimi bahşetsem dahi vazgeçmeyecek inatçı bir ölüm elçisiyle karşı karşıyaydım. İnan, elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ağlıyordum sadece, nefes alışverişini sayıyordum. Sesime ses vermeni bekliyor, beklerken dualar ediyordum. İnanmadığım tanrıların önünde yalvarmaya, senin için kendimden bir bedel vermeye çağırıyordum onları. Tek kelime edemedim o anda. Yaşamda bakma konuşkan olduğuma. Çok konuşuyorum, çok da ifade ediyorum kendimi, ama dile gelmeyenlerin çok daha fazla şey anlattığını düşünmüşümdür hep. Ondandır. Tek bir kelime edemedim. Sadece ağlıyordum. O anın hükmüdür sanırım, adın geçince tutamıyorum kendimi hâlâ. Aynı acı ve çaresizlik ırmağına düşüyorum adın her anıldığında. Hem de yüzme bilmeden.
Az önce bir halay türküsü çalıyordu, ezgisine bıraktım kendimi. Gözlerimi kapadım, birlikte halay çekiyorduk. Bir gerilla halayında yan yanaydık gülerek, ağız dolusu gülerek hem de coşkuyla… İlginçtir binlerce yıllık halaylarımız gerillayla var olmuş gibidir. Gerillasız halay gerçek değilmiş gibi gelir hep bana. Şimdi göz kapaklarının ardında bu var oluşta sende yerini almıştın. Gülerek ilerliyordun.
Sevgili Masiro,
21 yaşında olduğunu söylediğinde inanmıştım sana. Oysa bugün siciline baktım. Masiro Faraşin, Mecit Timur ve 18 yaşında olduğunu öğrendim. Sözlerin şımarık çocuklar edasıyla, gözleri gülerek dile getirdiğin sözlerin geldi gözlerimin önüne. Kahretsin, her konuşmamız, yüzlerce, binlerce kez geliyor aklıma. Yetmiyor. Hayalin gelip gözlerimin önüne konuşuyor, gülüyor, halay çekiyor.
Biliyorum bunların hepsi çaresiz benliğimin seni yaşatma girişimleri.
Ayağından parça almıştın ve üzerine basamıyordun
“Dilbîrîn, tu lıngê xwe nade min?” demiştin son saatlerde. Dilbîrîn yerine Dılzar deseydin, belki tanrılar kabul ederdi isteğini. Kabul ederlerdi sana bedel beni. Bu yaralı, bu günahkâr ve tövbekâr, bu senin tertemiz yüreğine kurban bedeni, bu ölüm elçisiyle karşılaştığın anlarda kıymet-i harbiyesi olmayan gerçek arayışçısını.
Susuyorum yine. Solgun susmalara gömülüp kalıyorum.
Çiçekler soldu,
Soldu
Ve soldu…
Senin için topladığım çiçekler seninle soldu. Ve şimdi çiçek kurusu gitmelerin acısına bıraktı yerini. Bir demir soğuğuna… Paslı ve derin… Papatyalar birer birer bıraktı yaprağını yanı başına. Sonrası bir solgunluktu ve yayıldı zamanımıza.
Mayıslı gülüşlere açılmıştık birlikte. Yeniden doğar gibi karşılamıştık 4 Nisan’ı. Yüreğimize dolan coşku ırmaklarını, birlikte katmıştık özgürlük mücadelemizin denizine.
Şimdiyse bir sonbahar sarısı doluyor içime, damla damla… Sen, sem soluğunla, doluyorsun içime. İnanmıyorum ya da kabullenemiyorum demek. Öyle anlamsızlaşıyor ki. Yaşadığım her anıma, aldığım her nefese, dudağımdan dökülen her sözcüğe yerleşiyorsun. Öyle küçüksün, öyle yaşanmamışlıklarla dolu, henüz yarım bile olamayan.
Küçüksün
Ama giderek büyüyor ve dünyama doluyorsun.
İlktin diyorum. Neyin ilki olduğunun ifadesini düşünüyorum. Neyin ilki? Bir bambaşkalık vardı, bir farklılık, ayrıcalık. Tam çözülemeyen ama yaşantılara dolan ve yokluğu hemen belli olan bir dopdoluluk. Olmadığında özlem, hatırlayış, anmak ve anlatmak. Özlem duygusu insanın duygu haritasını çırılçıplak ortaya seren bir gerçeklik. Dile gelsin ya da gizlensin, bu böyle. Tanımak, paylaşmak ve birlikte bir yaşamı hissetmek için acele etmek. Zamanın sonsuzluğunda bizlere bahşedilen küçük aralıklarda sonu kutsal sevgilere ulaşacak patikalar oluşturmak, o patikalardan gidip gelmek… Bazen severken katlettiğimi düşünüyorum. Sevgi çaylağı olduğumu bir kez daha anlıyorum. Yol arkadaşlarıma olan sevgimi nasıl ifade edeceğimin beceriksizliğini öyle çok yaşıyorum ki. Bunu yapmıyor değilim; ama yetmiyor, hissediyorum.
Masiro bunlardan biri. Onun zayıf, çelimsiz denilebilecek kadar zayıf fiziğine rağmen güçlü duruşu, özüyle katılması, yaşam coşkusu, yaşamın her şeyine katılımındaki o kendinden taşan adanma duygusu, hesapsızlığı, çocuksu saflığı bende hem saygı uyandırıyordu hem de ona karşı bir sevgiyi besliyordu. Şimdi bunları yazmanın acısı onun 8 gündür bizden uzak oluşudur; ama az da olsa bu sevgiyi ona hissettirdiğim için de mutluyum. O, sevildiğini biliyordu. Gidip de geç döndüğü görevlerden onu merakla, sabırsız bir heyecanla beklediğimi görüyor ve bunun bir sevgi ifadesi olduğunu hissediyordu.
Son görüşmemizde gözlerim dolmuştu. Üzülmeyeyim diye çabucak ayrıldı yanımdan. Saldırı grubundaydı. Bir gün önce vedalaşmıştık ve çok ağır bir atmosferde tespihini bırakmıştı yanıma. Sonraki gün bir görev için gelmişti yine, tekrar tokalaşıp vedalaştık. “Kendisine dikkat etmesini” söyledim.
“Geri döneceğim” dedi.
Ve sözünü tuttu. Eylemden sağ salim döndü ve neredeyse ayrıldığımız noktaya kadar da gelmişti. Neredeyse…
Ateşe koşan bir kelebek gibiydi. Ya da baharın gelişini karşılayan kırlangıçlar…
Kırlangıçlar uçardı.
Demir kapının gıcırtısı yaz aylarında kesilirdi. Sonuna kadar açık kalırdı kapılar gece gündüz. Yazın gelişiyle birlikte açılırdı kapılar, kırlangıçlara ve serin esintilere. Kırlangıçlar gelir, salona girer, bir dönüş alır, sonrada gagalarıyla taşıyıp getirdikleri çalı-çırpılarla yaptıkları yuvalarına girerlerdi. Her gelişte ağızları dolu olurdu. Çığlık çığlığa bağrışan yavruların sesinden anlardık geldiklerini. Anneleri henüz görünmeden anlarlar ve şenliklerle karşılarlardı bu gelişleri.
Kırlangıçlar uçardı.
Uzanıp saatlerce onlara bakardım. Onların yaşamına yerleşmiş gibi yaşamım. İzlerdim onları, onlarda bulduğum kendimi. Onlarla onları yaşardım. Gözlerimi kapattığımda yavruların açıkağızları gelirdi gözlerimin önüne. Her sessizlikte onların açlığını duyumsardım. Her mutlulukta bir birliktelik, bir kavuşma var sanırdım. Her şenlikte anne kırlangıçların gelişini duyumsardım.
Şimdi gidenlerimizi beklerken, kendimi o kırlangıç yavrularında görüyorum. Yaşamın bekleyişlere kilitlendiği anlarda hem de kanatsız, uçmaksız, çaresiz bekleyişlere sığınıyorsam yavru bir kırlangıçtan başka neyim ki!
Gidenler, apaçık gözleriyle, gencecik fidan boylarıyla son nefeslerini vererek gidenler… Gidenlerin sonuncusu, Masiro, canımdan bir parça gibi, canımdan öte yoldaşımdı. Koparıldığında o parça uzun süre kendime gelemediğim küçük komutan.
Bu gün bir başka gün, ama aynı sensiz, aynı senden uzak, aynı kalabalık yalnızlıklara boğulan bir gün. Bugün bir resmini gördüm. Yine iri iri açmıştın gözlerini, öyle sade bir güzelliğin ortasındaydın. İşte şimdi, şu anda, yüreğimizin en canlı hücresinde, bizimleydin.
Kod Adı: Masiro Faraşin
Adı Soyadı: Mecit Timur
Doğum Tarihi ve Yeri: 1990-Hakkâri
Ana Adı: Kaze
Baba Adı: Cemil
Katılım Tarihi: 2006-Beytüşşebap
Şahadet Tarihi ve Yeri: 9 Mayıs 2008 Zagros
Dilzar Dîlok
Bazı gerçekler vardır ki inanmak, kabullenmek istemez yürek, tıpkı silah yoldaşlarının dönüşü olmayan zamansız gidişleri gibi. Bizleri yaşama bağlayan temel değerlerimizden biridir silah yoldaşlığı. Birlikte göğüsleriz en büyük zorlukları, birlikte aşarız en ifadesi zor acıları. Sevgilerin en yücesini, bağlılıkların en anlamlısını barındırır özünde. Her çatışma haberi geldiğinde yüreğin yoldaşlarınla çarpar, onlarla yaşarsın o çatışmalı anları. Merakla beklersin sonuçları. Sonra bir haber gelir, kurşun gibi iner yüreğine, tıpkı Alan arkadaşın şahadet haberi gibi.
Ne kelimeler nede sözler anlatabilir melek yürekli hevalimiz, can yoldaşımız Alanı. Alan yoldaş 1995 yılında Avrupa üzeri PKK’ ye katılır. Katılımından kısa süre sonra Önderlik sahasına gider. Önderliğin eğitim ve yaşam tarzından derinden etkilenen Alan yoldaş Önderliğe ve PKK’ ye tutku düzeyinde bağlılık sözü verir. Dürüstlüğü, sadeliği ve mütevazılığı ile Önderliğin dikkatini çeker. Özlü katılım ve duruşundan dolayı kısa sürede Önder APO’nun sevgisini kazanır.
Alan arkadaş ülke sahasında da savaşçılığında olduğu gibi komutanlığında da mütevazı duruşuyla tüm arkadaşların saygı ve sevgisini kazanmıştır. Sorumluluğunda ki savaşçıları ile ilgilenir, onlarla paylaşır, yetkinleşmeleri için önlerini açardı. Birlikte çalıştığı yoldaşları hiçbir zaman rahatsız olmamışlardır kendisinden. Komutanlaşma üzerine derin yoğunlaşmaları vardı. Klasik, hiyerarşik komuta tarzından kaçınır, mütevazı, yapısı ile bütünleşen, her şeyden önce yoldaş canlısı bir komutan olmayı benimsiyordu. Alan yoldaş APO’cu yaşam tarzı ve kültürünü özünde benimsemiş, olgun duruşu ve hesapsız katılımı bunun en somut ifadesi olmuştu.
Kendine has bir dünyası vardı Alan arkadaşın, bu nedenle kolay tanınmazdı. Maddiyata yer yoktu onun dünyasında. Heval Alanın dünyasını zengin ve anlamlı kılan manevi değerlerdi. Kapalı ve sakin kişiliğinden kaynaklı özü ve yetenekleri pratikle birlikte açığa çıkardı. Mücadele tarzında bireysel kaygılardan uzak örgütselliği esas alma hâkimdi. Bağlılığı ve dürüstlüğü ile yoldaşlarının ve örgütün güvenini kazanmış bir yoldaştı. Genel yoldaşlarla olduğu gibi kadınla yoldaşlığında da samimi ve sadeydi heval Alan. Diyalog ve sohbetlerindeki içtenliği, güler yüzlülüğü sıcak ve güvenilir bir ilişki tarzını yaratırdı.
Alan yoldaş 2003 yılında kendi öneri ve dayatması üzerine Mardin alanına geçer. Şehit düşmeden öncede Alan arkadaşın Mardin pratiğinden övgüyle bahsedilirdi. Aktif katılım ve öncülüğüyle önemli bir rol üstlenen Alan arkadaş başarılı eylemin sahibidir de. Yine eylem yapmak üzere Mardin'in Derik ilçesine giden Alan yoldaş, talihsiz bir baskın sonucu şehit düşer.
Ruhu gözleri kadar berrak yoldaşım;
Seninle son yolculuğunda vedalaşmayacağım, çünkü yüreğin yüreğimizde, ruhun ruhumuzda yaşayacak. Bizler kutsal izinizde yol alırken sizlerle yaşayıp, sizlerle savaşacağız. Çünkü karanlığa bürünmüş bu acımasız çağda, sizler yolumuzu aydınlatan, yüreğimizi umutla besleyen kutsal değerlersiniz. Bizlere emanet ettiğiniz mücadele değerlerini yükseltip zafere ulaştırmayı en kutsal görev bileceğiz.
Kod Adı: Alan Mardin
Adı Soyadı: Heysem Anık
Doğum Yeri: Kerboran
Anne Adı: Sultan
Baba Adı: Süleyman
Katılım Tarihi ve Yeri: 1995
Şehadet Tarihi ve Yeri: 1 Mayıs 2007 Mardin
Mücadele Arkadaşları
Çoğu zaman gidenlerimizin ardından birkaç sözcük yazmak çok zor gelir. Çünkü hep onları eksik dile getireceğimizin korkusunu yaşarız. Kuşkusuz bu bir gerçektir; ama şehitlerimiz yaşam mücadeleleriyle ve kahramanlıklarıyla destanlaşan birer abidedirler. Bunun için de onları yetersiz de olsa yazmalı ve öyle yaşatmalıyız. Bunun için de şehit Şervan Ekin yoldaşın mücadeleye hangi koşullarda katıldığını ve nasıl bir duruşa sahip olduğunu ele almaya çalışacağım.
Evet, Şervan Ekin (Erol Toro) 1986 yılında Bitlis Adilcevaz’a bağlı Akçıra köyünde doğmuştur. Şervan yoldaş, daha çok küçükken babasını kaybetmiş, ailesinin maddi durumu iyi olmadığı için çok küçük yaşta ağabeyleri ile birlikte metropollere gitmiştir. Burada inşaatlarda işçilik yapmış ve aile geçimine katkıda bulunmaya çalışmıştır.
Şehit Şervan yoldaşın içinde büyüdüğü aile ortamı çok yurtsever bir özü de içinde barındırmaktaydı. Bu nedenle 1999 yılında Önderliğin esaretinden hemen sonra şehit Şervan yoldaşın ağabeyi Rubar (Ergül Toro) parti saflarına katılmıştı. Şehit Rubar 5 ay TC askerliği yaptıktan sora askerden firar edip mücadele saflarına katılmıştı. Gerek Şervan gerekse de Rubar arkadaşın özellikleri birbirine çok benzediğinden bizler bazen her ikisine de aynı hitapta bulunuyorduk. Şehit Rubar’ın parti saflarına katılmasıyla birlikte düşmanın ve çevrenin aile üzerindeki baskı ve yaklaşımları değişim göstermişti. Aileye çok farklı gözle bakılmaya başlanmış, köy ortamında farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştı. Köy çevresi yurtsever olmadığından ve özgürlük hareketini de tanımıyorlardı. 7 kardeşi olan Şervan yoldaşın 5 ağabeyi de inşaatlarda çalışarak geçimlerini sağlıyorlar, iki kız kardeşi ise evlenmişlerdi.
Şehit Şervan yoldaş, daha çok küçük yaşlarda köy ortamında çok farklı özelliklere ve bir duruşa sahip olmasıyla herkesin gönlünde yer edinmişti. Dolayısıyla Şehit Şervan yoldaşın gerillaya katılımını öyle bir anda ya da salt duygusal bir düşünce temelinde olmamıştır. Daha evdeyken de sürekli spor yapmasına, kendini aç bırakmasına, bazen dışarı çıkıp geceleyin dışarıda, açık bir alanda uyumasına anlam veremezdik, bu davranışları bize çok acayip gelirdi. Ninem dahi Şervan arkadaştan bahsederken ‘Delidir bu oğlan’ derdi; çünkü kendisini sürekli hem fiziki hem de ideolojik boyutta hazırlıyordu. Gerçekten de katılımını da bu şekilde gerçekleştirmiştir.
2004 yılında 1 Haziran Hamlesi sürecinde köyümüzden 4 kişiyle birlikte mücadele saflarına katılmıştık. Ben şahsen partiyi çok fazla tanımıyordum; ama bir sempatizanlık duyuyordum. Bazen gerilla görüntülerini izlerken katılma isteğim doğuyordu ve bunun üzerine birkaç defa heval Şervan benimle tartışmış ve gerilla anılarını anlatan kitaplar vermişti. Bana ‘Eğer bir gün katılırsan bana söyle’ demişti. 2004 yılında inşaatlarda çalıştığı sıralarda kendi kendine ‘Artık katılma zamanı gelmiştir’ diyerek tekrar köye geri dönmüştü. Bize söz verdiği için köye gelip bizi alacaktı. Ben bu yaklaşımını görünce çok etkilenmiştim. Bana ‘Hazır mısın?’ diye sorduğunda hiç düşünmeden ‘Evet hazırım’ cevabını vermiştim.
İlk defa köyümüzden iki bayan arkadaş mücadele saflarına katılıyorduk. Tabii bunda da Şervan yoldaşın büyük bir katkısı vardı.
Şervan yoldaşla birlikte yeni savaşçılar devresindeyken de onun coşkusunu, mücadele azmini ve özellikle gelişme hırsını, atikliğini görenler ondan çok etkileniyorlardı. Eğitim süreci boyunca uzun bir süre tim komutanlığı yapan Şervan arkadaşın eğitimdeki duruşu ve yaklaşımı, sürekli diğer arkadaşlar tarafından örnek olarak gösteriliyordu.
Şervan yoldaş, eğitim süreci ardından askeri birliklere geçince de kuzey sahasına gitme yönünde olan istemini sürekli dile getirmiş ve bu istek ve arzusunu sürekli bir biçimde pratiğiyle de yansıtmıştı.
Sonuçta 2005 yılında ‘Sürece daha fazla katkıda bulunmak için benim mutlaka Amed’e gitmem gerek’ diyerek kendisini bir anlama dayatmalarla gruplara sokmaya başarmıştı. Şervan arkadaşın kuzey sahasına geçişi de çok farklı bir şekilde olmuştu. Bir ağabeyi Serhat’ta olduğundan örgüt Şervan arkadaşın da kuzeye geçmesini çok fazla onaylamamasına rağmen, Şervan arkadaşın ısrarlı dayatmaları ve kuzey sahasına olan özlemi ve kuzeyde mücadele yürütme sevgisiyle örgütü ikna etmeye başarmıştı.
Şervan yoldaşın yaşama, yoldaşlığa ve mücadeleye bağlılığı çok güçlüydü ve özellikle kadın yoldaşlarına yaklaşımı çok farklıydı. Her zaman kadınla doğru yoldaş olma arayışındaydı. Bu konuda bana hep ‘Kendini çok güçlendirmelisin’ diyerek özgürleşme konusunda daha fazla çabacı ve mücadeleci olmam gerektiğini belirtiyordu.
Evet, şimdi Şervan yoldaşın izinde yürürken ona ve mücadelesine layık olma ve onu ölümsüzleştirme sözünü ve bunun kararlılığını yüreğimizde taşıyoruz.
Her ne kadar yarım kalmışlıklarımız olsa da, şimdi Şervan yoldaşa ve onun gibi yüzlerce yoldaşımıza ulaşma zamanı…
Devrimci Selam ve Saygılar
Berivan Bitlis
Kod Adı: Şervan
Adı Soyadı: Erol Toro
Şahadet Tarihi Ve Yeri: 3 Şubat 2008’de Bingöl’de Şehit
Şoreş yoldaş Geverli bir yoldaştı. Zap, Metina’da birlikte aynı taburda kalmıştık. Birlikte paylaşımlarımız çok olmuştu.
Zap’a geçmeden önce dediğim gibi daha önce de onunla birlikte Metina alanında kalmıştık. Şoreş yoldaş 2005 yılında Gever’den katılmıştı. Yeni Savaşçı eğitiminden sonra pratik alanlara geçmişti.
Okumuş bir arkadaştı. Liseyi bitirmişti. Birliklerdeyken henüz 21 yaşlarında ya vardı ya da yoktu. Genç ve yeni olmasına rağmen çok ciddi bir olgunluğu vardı. Duruşunda bir ağırlığı vardı. İnsanlara kendisini dinletmesini bilmesine rağmen iyi bir dinleyendi.
Tabura geldiğimde o ilgimi çekmişti. Coşkusu, katılımı, canlılığı göze çarpıyordu. Yeni tabura gelen birisinin gözüne çarpan Şoreş arkadaş oluyordu. Doğalında beni de çok etkilemişti. Bunun için erkenden onunla ilişkilendim.
Tanıştıktan sonra o insandan ilgi uyandıran yanları ya da yönleri de daha göze batıyordu; çünkü sadece canlı bir yoldaş değildi, insana çok değer veren bir yapısı vardı. İnsana saygı besliyordu. Çalışkanlığıyla, özverisiyle her zaman yanınızda olduğunu söz söylemeden pratik davranışıyla hissettiriyordu.
Şoreş yoldaş kuzeye gitmek istiyordu. Israrla Erzurum’a gitmek istiyordu. Dayatmaları karşısında yer yer arkadaşlarca eleştiriliyordu. Tecrübe edinmesi gerektiğini arkadaşlar söylüyordu ona. O ise “Önderlik militanlarının kuzeye gitmesi gerektiğini” söyleyerek kuzeyde tecrübe edinebileceğini dile getiriyordu.
İki yıl boyunca aynı taburda kalmıştık. Birçok kez birlikte görevlere, keşiflere gitmiştik. Ortak paylaşımımız fazlaydı. Aynı birlik, aynı takımlarda yer almıştık. Bunun için yaşamında onu iyi tanımıştım. Bana iyi bir örnekti. Onu kendime çok esas alıyordum. Hele hele yaşamdaki coşku, morali, katılımı, canlılığı, sıcakkanlılığı, sevdası, gözlerinin gülüşü, tebessümü herkesi etkiliyordu. Kadın ve erkek yoldaşlarca seviliyordu. Taburda onun gibi az arkadaş vardı. O adeta yürüyen bir yoldaşlık bağıydı. Onunla ilişkilendiğinizde onun size ne kadar değer verdiğinizi gözlerinden görüyordunuz. Keşiflere giderken, intişarlara gidişlerimizde hep yanı başınızda duran bir militan yoldaşınız oluyordu.
Sanki onun için yaşam sadece ve sadece, dolu dolu geçmesi gereken bir olaydı ya da olguydu. Heyecanı doruktaydı. Bu heyecanı size de taşırıyordu. Onun bulunduğu yerde hüzün olmazdı. Gergin ortamlar olmazdı. Bir de onun bulunduğu yerde küçük sorunlar asla olmazdı. O tüm küçük olan sorunları tek başına, tek bir arkadaşa bir şey demeden çözüyordu.
Erzurum istemini ara sıra soruyorduk. Bu sevdasını soruyorduk. O da “her şeyimi bilmiyorsunuz, bir gün anlarsınız” dercesine hafiften gülümsüyordu. Gülmesiyle yaşama daha aktif katılımı bir oluyordu. Dediğim gibi bir gün onu yani Şoreş yoldaşı moralsiz gören olmamıştır. Onun hüzünlü halini de gören olmamıştır. Sadece ve sadece yer yer hayallerinde Erzurum’a doğru gittiğinde duruyordu. Başka da asla.
Böyle bir duruşla doğallında o hep aranan yoldaş oluyordu. Onun böyle el üstünde tutulmasına kimse itiraz etmiyordu; çünkü herkes kendisine göre onu el üstünde tutuyordu. Kendisine göre ona bir sevgi ve bağlılık besliyordu. Aslında onun o kadar sevilmesi, herkesten ona karşı olan bağlılığı daha da pekiştiriyordu.
2007 yılında Erzurum’a düzenlemesi oldu. Sonunda istediği olmuştu. Dayatarak ta olsa o artık Erzurum alanına gidecekti. Ülkenin en dip güney köşesinden ülkenin daha kuzeylerine çıkacaktı.
Erzurum alanına gidişi çok sürmedi. Alana ulaşır ulaşmaz eylemlere katılıyor. Aynen nasıl ki pratiklerde beraber kalmışsak bu kez kuzeyde Erzurum’da da aynı coşkuyla çalışmalara katılıyor.
Şoreş yoldaşı tanıyan biri olarak onun her eyleme katılmak için dayatmada bulunduğunu düşünebiliyor, tahmin edebiliyorum. Arkadaşlar onu korumaya da kalkmış olsalar o bunu kabul etmemiştir. O kendi ayakları üzerinde yoldaşlara, halka, partiye ve insanlığa daha fazla hizmet etmek için ısrar etmiştir. En azından ben böyle düşünüyorum.
8 ay gibi kısa bir süre sonra gireceği bir eylemde şehit düşecekti. Bu durum beni ve tüm yoldaşları hüzne boğmuştu. O zaman çok ağlamıştım. Ağlamıştık.
O kadar çok kuzeye gitmek isteyen bir militanın böyle erken şehit düşmesi bizi çok zorladı. Birde o bunu hak etmedi. Onun uzun yaşaması gerekirdi. Halka vereceği çok büyük değerler vardı. Partiye katacakları vardı.
Böyle erken gitmesi bizi çok fazla zorladı. Hiç şüphe yoktur ki, devrimciler gerekirse canlarını da vermeye gelmişlerdir. Her bir gerilla halkının fedaisi olarak dağlara geldiği için de şahadetler bizi zorlamıyordu. Bu bir halkın özgürleşmenin bedeli olduğunu da biliyorduk; ancak bizi zorlayan onun doyasıya düşmana intikam almadan gidişi oldu.
Şunu da belirtelim: onun şahadetinin ardından onu tanıyan birçok yoldaş Erzurum alanına doğru yola çıktılar. Erzurum’a yolculuğa çıktılar. Bundan böyle de Şoreşleri takip etmek için Botan, Amed, Erzurum, Dersim, Serhat, Mardin, Koçgiri, Amanos, Karadenizlere akış devam edecektir.
Kod Adı: Şoreş Gever
Adı Soyadı: Rıdvan Düzen
Şahadet Tarihi Ve Yeri: 3 Şubat 2008’de Bingöl’de şehit düştü.
ERZURUM EYALETİNİN TEK GÖZLÜ ŞAHİN MUNZUR ROJHAT YOLDAŞIN ANISINA
Bazı kişilikler vardır ki inançları uğruna sevdalandıkları yaşamı yeniden yaratma mücadelesini azimle, kararlıkla verirler, emek sarfederler, değer üstüne değer katarlar. Her şeye rağmen tüm zorlukları göğüsleyerek moralle, sevgiyle kenetlerek yapmaktan zevk duyarlarcasına .
Bazı anlar vardı ki bu kişilikler karşısında şaş kalırsın. Esas duruşa geçip şapka çıkarmak içinden gelir; çünkü mücadeleyi yaşamı uğruna kendini feda edebilecek kadar seviyorlar. İşte bu kişiliklerinden biri de Munzur arkadaştır.
Munzur arkadaş, 1984 Rojhılat’ın Salmas kentinde doğup büyümüştür. Ailesi yurtseverdir. Geçmiş süreçlerde İran rejimine karşı mücadele örgütlerinde ailece yer almışlardır. Daha sonra ailece geçimlerini sağlamak için Türkiye-İran sınırında kaçakçılık yaparlar. Munzur arkadaşta daha çok küçük yaşlardan itibaren bu çalışmalara katılır. Bu yaşlarda ailelerini geçindirme sorumluluğu ona kalmıştır. Bunun için canla başla çalışmaktadır. Bazen askerler tarafından yakalanır, dövülür, hakarete uğrar; ama o, tüm bunlara rağmen ailelerini geçindirmek için bu duruma devam eder. Bir seferinde tekrar sınıra vurduğunda onunda içerisinde yer aldığı grupta mayın patlar. Kendisi bir gözünü kaybeder ve çeşitli yaralar alır. Bu gidiş gelişlerde örgütü tanır. Arkadaşlar birçok defa köylerine gidip gelmektedir. Burada yoldaşlardan etkilenir ve 2000’lerde gerillaya katılır. Eğitim görerek güneyde birliklerde yerini alır.
2004 yılında Erzurum eyaletine gelir. Munzur arkadaş genç, canlı, dinamik bir arkadaştır. Ben daha eyalete gelmeden önce bu yoldaşın ismini duymuştum. Eyalette kaldığı 4 yıl boyunca en zor bölge olan Bingöl’de hep kalmıştı. Buradaki tüm çalışmalara öncü düzeyinde katıldı. Dürüst, temiz, melek gibi bir yoldaştı. Tebessüm yüzünde bir an olsun eksilmezdi. Güler yüzlüydü. Yoldaşlarına çok bağlıydı. Yoldaş canlısı idi. Pratik koşulların zorluğuna rağmen hiçbir zaman moralini bozmadı. Tersine tüm yoldaşların moral kaynağı oluyordu.
Tek gözlüydü. Katılmadan bir gözünü kaybetmişti ;ama buna rağmen Bingöl bölgesinde tüm gruplardaki çalışmalara öncülük ederdi. Eyalet arası geliş-gidişlere birkaç günlük yolculuklara kuryelik yapardı. Her şeyi yapardı. Pratikçiydi emekçiydi. Bingöl coğrafyasında sağlam arkadaşlar araziyi tanıma noktasında zorlanmalarına rağmen o, bu araziyi avucunun içi gibi tanıyıp öğrenmişti.
Örgütsel olarak kendisini gelişmişti. Çok genç olmasına rağmen örgüt disiplinine, resmiyetine çok dikkat ederdi. Öz disiplin konularını kişiliğinde içselleştirmişti. Eleştiri ve özeleştiri mekanizmasını iyi işletenlerdendi. Düzenli olarak örgüt kurumlarına raporlar sunar, görüş ve eleştirilerini belirtirdi. Bu güler yüzlü delikanlı eylemci özelliklere sahipti. Kendisinin mantelitesinde “olmaz”a yer yoktu. İnisiyatifliydi. Bingöl’de yapılan çalışmalarda katkı ve çaba sahibi oldu. Düşmana yönelik güçlü mücadele kararlığına sahipti. Çatışmalarda yaralar almasına rağmen yılmamıştı, tersine mücadele azmi daha da artmıştı.
Bingöl’ün yurtsever anaları bu yoldaşı iyi tanırlardı. O kadar sevmiş ve bağlanmışlardı ki, her zaman arkadaş gördüklerinde bu sarışın güzel yoldaşı sorarlardı. Yurtsever insanların gönlünde taht kurmuştu. Sevgi kaynağı olmuştu. Güven duyuyorlar ve güven veriyorlardı.
Munzur arkadaş 2007 yılında Bingöl bölge yönetiminde yer aldı. Bir time öncülük komutanlık yapıyordu. Tüm yoldaşlar bu arkadaşın timinde yer almak istiyordu; çünkü öncüydü, yaratıcı, inisiyatiflidi, inançlı, dürüsttü ve moralliydi. Emekçiydi, emekle yaratanlardandı. Gittiği bir görevde kendisine güven duyulurdu. İşinin erbabı olur, işini sağlam yapardı.
Uzun süre bu bölgede kaldığından bir süre karargaha düzenlenmesi oldu. Karargahla hareket etti. Buralarda tüm görevlere canı gönülden katıldı. Fiziki zorlanmasını bir gün dahi yansıtmadı. Tersine var gücü ile çalışmalara katıldı. Bingöl’e çok bağlanmıştı. Ferxanla, Dallı Tepeye, Kızılağaç’la Simjor’a sevdalıydı. Hep buraları arar, buralara özlem duyardı. Munzur arkadaşta 2008 de Bingöl kış kampındaydı. Burada yaşanan operasyon, çatışma ve direnişlerde tereddütsüz bir biçimde öncülük düzeyinde yer aldı.
İlk gün gece kuşatmasını yarmaya çalışan timin sorumlusu idi. Binlerce askerden oluşan çemberden çıkmak için güçlü kararlı bir ruha sahipti. Metrelerce karı saatlerce yarıp, düşman çemberinden yoldaşlarıyla birlikte çıkma mücadelesi vermişti. İkinci çemberde kardan dolayı yorulan Munzur arkadaş, çatışmada şehit düşer. 10 yoldaşıyla birlikte geliştirdiği kahramanca direnişleriyle halkın gönlünde taht kuranlardan biri olur.
Gerçekten o Şahin’di. Munzur yoldaş senin güler yüzün inan zevk veriyor. Bingöl dağlarına, toprağa dönük yüzündeki esmer çizgiler ne anlatabilir seni. Bak Şeker Baba, Dallı Tepe
Kod Adı: Munzur Doğan
Adı Soyadı: Dadaş Ebazeri
Şahadet Tarihi ve Yeri: 3 Şubat 2008’de Bingöl’de şehit düştü.
Güzel insan, yazmalıyım değil mi?
Tüm çirkinliklere rağmen yazmak lazım değil mi? Çirkinlikleri de yazmalıyız. Çirkin, alçak şubatı ve içinde barındırdığı köhnemiş zihniyeti. Ve beyaza bürünmüş kalleş yüzünü…
Yazmalıyız değil mi?
“Yazmak zordur” diyordun. Tüm ısrarlarımıza rağmen, 20 mayıs 2000’de Metina’da bedenlerini toprak ana’ya verdiğimiz Emin, Ruken Garısa ve Xwûnreş’i “yaz” dediğimizde, “Güneşi ve Güneşin yörüngesine girenlerin öyküsünü yazmak zordur” diyordun. “Ancak dolu dolu ve anı anına yaşamak gerekir” diyordun. Ama yazmanı çok istemiş ve seni çok zorlamıştık. Sen ise “Çok zor, gerçekleri çırıl çıplak yazacak yürek ister” demiştin.
Gül yüzlü, mavi gülüşlü çocuk…
Bizi sabırdan çatlatacaktın hatırlıyor musun? Ben çok iyi hatırlıyorum, senin bizi nasıl içten ve derinden düşündüğünü. Çünkü sen ‘mahir’din, yani işinin ehliydin.
Nedense hiçbir zaman umutsuz bırakmadın bizi. Hep sığınılacak bir limandın. Kimin başı zorda kalsa hemen yanına koşardı, sana danışır, sana sorardı. Sen de ermişler misali ya izahına başlardın ya da Mahirce hemen pratiğinle gösterirdin.
Ve sonunda yazdın… Senin mütevaziliğin, alçak gönüllülüğün, olgunluğun, becerikliliğin ve elini attığın tüm işlerin en güzelini yapışın… İnsanı hayretler içerisinde bırakışın… Ve yürekten, beyinden sökülmemecesine iz bırakışın…
O bilge dervişler misali, ince, narin parmaklarının arasına kalemi aldın ve doğanın özünden süzülmüş ak sayfalara en içten, yüreğinin ta derinliklerinde ve beyninde en anlamlaşan bilinçle, an’ı belgelemek ve geleceğe yaşamı nakış etmek için yazmaya başladın. Kelime kelime, cümle cümle, en içtenliğinle Mahirce yazmaya başladığında hepimiz sevinçle birlikte sırtımızdaki yükün hafiflediği duygusunu yaşıyorduk. Bu anı hiç unutmam. Mahirce, yani işinin ehlice.
İşte bu yüzden “yazmalı mıyız” sorusunu sana soramadan edemedim.
GÜNEŞİN yoldaşı! Sen yazdın… Bu bitmeyen kavgada, nasıl bir duruşun sağlanması gerektiğini MAHİRCE sen yazdın. “Nasıl anlamalıyız”ı, “nasıl yaşamsallaştırmalıyız”ı sen yazdın. Doğa ve insanın nasıl cömertçe ve narince kendini yeniden var ettiğini; bir ipek böceği misali yaşamı ördüğünü; hangi söz ve pratiğin APO’cu tarz olduğunu ve her el attığın işin insanı kıskandırırcasına yerli yerinde olmasını sen yazdın… MAHİRCE sen yazdın.
İşte bu yüzden doğayla doğru bir bağ içinde olduğunu… MAHİRCE sen yazdın. Nazlı meşe özünde olan ‘ANA’ların nasıl böylesi evlatlar doğurduğunun ispatını yaptın. Ve en içtenliğimle inanıyorum ki o ana seni ÜLKESİNE DAMAT etmenin gururunu, Kürdistan anamız da seni bağrına basmanın gururunu yaşıyor. Kutsal analık, seninle, özünde olan şefkati, sevgiyi, sevecenliği ve bereketli doğurganlığı gönderdi ülkemize.
MAHİRCE sen yazdın nasıl kıskanılırlığı…
Her şeyinin gözden kaçmaması. Hele kıyafetlerinin bile gündemimizi meşgul edişi. Belleklerden hiç silinmeyen gülüşün, düz kumral saçların ve o saçların üzüm karası gözlerinin üzerine salkım dalları gibi sarkışı…
Kendini bazen koyverişin ve adeta dervişler gibi oluşun; hep espriler yapıp “bir asan eksik” deyişlerimiz, bazen derin derin dalışların…
Hele o DOĞA ANA’yı kıskandıran ahenkli canlıların dizilişleriyle girdiğin ‘yarış’… O zarif edanla yaptığın yemekler, hamurundan yoğurduğun belli olan ekmek yapışın, tavla , satranç, dama, voleybol, futbol oynayışın…
MAHİRCE yazdın. Hiç unutulur mu?
Gönülleri feth edişin, birlikte yaşadığın tüm arkadaşların yüreğine, beynine hemencecik girme yeteneğin ve oralarda en yüceye taht kuruşun… Hiç unutulur mu? En ağır eleştirileri yapmana rağmen, kimseyi kendisinden soğutmaman ve uzaklaştırmaman… Her davranışının eğitsel olgunluğun; hele o kışın yaptığımız eğitim devrelerinde o MAHİRCE kurduğun sistemle Kürtçe, Türkçe, bilge, arif üslubunla anlatışların… Ve dinleyeni kendine odaklaman ve kendini bir bütün olarak çekim merkezi yapman… Hiç unutulur mu?
MAHİRCE sen yazdın!
Yüce yoldaşlık mertebesinde yıldızları kıskandırırcasına bayraklaştın. Emekle, sevgiyle, aşkla, kanlarıyla bu ülke topraklarını sulayanların ardılı olmayı başardın. Tıpkı tohum olup toprak anaya düşen ve büyüyerek filize duran tüm şehitlerimiz gibi. MAHİRCE sen yazdın tarihin intikamını.
Her koşul altında insanileşmenin bayrağını en yükseklerde dalgalandırmayı, MAHİRCE sen yazdın.
Değerlere nasıl sahip çıkılır? Değerlerin amansız savaşçısı nasıl olunur? Ve AŞK İŞÇİSİNİN BAHÇESİNDE OLMANIN ONURUNA NASIL LAYIK OLUNUR? MAHİRCE sen yazdın.
Hep hatırlanmasını istediğin söz, “Unutma! Unutmak ihanettir” sözü… Unutmadık, unutamayız da. Hele şimdi asla! Nasıl unuturuz? “Tarih tekerrürden ibarettir” zihniyetinin lanetinin, kara şubat bulutlarının üzerimizde dolaştığı bu günlerde… Güneşimize karşı kirli ve alçakça gerçekleştirilen saldırıdan sonra, halkımızın özgür iradesine bu kadar yönelmelerinden sonra, asla unutmayız.
Ardıllarınız olarak hepimiz bir yüreğiz. Ve izinizden, AGİTLEŞEN, ZİLANLAŞAN, ZAGROSLAŞAN, SORXWİNLEŞEN, ADİLLEŞEN, VİYANLAŞAN, ŞİLANLAŞAN… yüreklerimizle, bilinçlerimizle yürüyoruz. Sizler gibi fedaileşmek yaşam amacımızdır. Sizlere bu temelde layık olacağımızın sözünü vererek ancak insanileşmenin maratonunu sürdürebiliriz. Ve ancak sizin ütopyalarınızı, umutlarınızı ve yarım kalmışlıklarınızı, GÜNEŞİN yüreğine girerek yaşamsallaştırır ve evrenselleştiririz…
Bir kez daha senin ve tüm şehitlerimizin anısı önünde saygı ve sevgiyle eğiliyoruz.
Mahir SASON(M.Zakir Taş)ark.24 Şubat 2007’de Kelareş alanında şehit düştü.
Devrimci Selam ve Saygılarımla
Mücadele arkadaşları adına
PiroCanPAK
Şehitte dile geleni dillendirmek, şehidin bir yoldaşı olmanın bir gereğidir. Şehitte dile gelen seher yeli olup, diyar diyar dolaşmalı ve duymasını bilen insan gerçeği ile buluşmalıdır. Zap operasyonu şehitleri neyi nasıl yaşadılar? Hangi koşullarda ara ara soluklanıp hedefe doğru koştular, bu önemlidir. Neyi niçin başardılar? Başarmak dışında bir şansları var mıydı? Bütün bunları bilmek ve bildirmek şehitlerin yoldaşı olabilmenin temel görevleridir. Kimimiz şarkıda anlatırız şehidi, kimimiz şiire dönmüş yaşamı, yaşama dönmüş şiirde anlatırız, kimimiz ise bembeyaz bir kağıt sayfasına mürekkep olup akarak anlatırız şehidi. Kimimiz ise yaşayarak, yaşatarak, zaferlerine yeni zaferler katarak anlatırız şehidi. Benim ki, iki yıldan sonra elime geçen ve bir kış mevsiminde bir yüzü canlandıran birkaç fotoğrafa dair olacak.. Onunla başlamak isterim. Fotoğraflar, hani o yaşam objektifine takılan bilinen yazılar. Fotoğraflar, zamanda asılı kalan siyah-beyaz umutlar; işte fotoğraflar, biz olup da bizi arayan yüzler.
Neşeli gülüşler, suskun haykırışlar saklıdır gizinde...
İşte resimler, resmedilmeyenlerin belki de tek pusulası...
Siz hiç fotoğraf çektiniz mi? Elbetteki çekmişsinizdir. Hani bir göğün muazzam berraklığını, yeşilin çiğ tutmuş rengini, belki kanat çırpan kelebeği, ağlayan bir bebeğin ıslanmış kirpiklerini, her biri bir kareyi dolduracak büyüklükte. Peki ya objektiflere sığmayanlar, sığdırılamayanlar? Objektife küskün hangi yüzümüz, hangi döngünün paradoksu?
Resmedemediğimiz neyimiz?..
Siz bir yürek kıpırtısının fotoğrafını çekebilir misiniz? Veya soylu bir yalnızlığın gizil hazzını...
Peki ya kirpiklere takılı kalan düşlerin resmini?
Çekilmeyen bir resim, yarım kalan umutların siyah beyaz renkleri oluyor...
Tıpkı resmedemediğimiz geleceğimiz gibi...
Oysa objektiflere neleri sığdırmıştık bir zamanlar. Ufka kanat çırpan martının denize değen yüzünü, kocaman bir dağın heybetli cüssesini, nasıl da daracık bir kareye sığdırmıştık?
Bazen; ağıt yüklü bir ananın hızmalı yüzüne takılmıştı objektiflerimiz, bazen de; ağlayan bir bebeğin süt kokan dudak kıyısını resmetmiştik. Ama çığlıklarını anlatamamıştık. Ne martının kanat esintisini, ne dağın doruklarında yükselen insan haykırışlarını, ne de bebeğin ilk isyan çığlığını. Hiç birini anlatamadık. Fotoğraflarımıza hiç birini sığdıramadık; o yüzden resimlerimiz dilsiz, fotoğraflarımız suskun ve fotoğraflarımız meçhul...
Biz kuşu sesiyle tanırdık ve suyu tadıyla... Biz dağı esen yelinin uğultusu ve belki de çatılmış silahın çığlıklaşan sesiyle bilirdik... Hele bebeleri, bebeleri biz çınlayan isyanlarında sevdik.
Ve biz fotoğrafları yüreğimizde duygumuzun gücüyle çekerdik. Gülüşlere isyan takıp resmederdik. Çığlığına yalnızlık katıp çizerdik kâğıtlara, hele umutlarımız, umutlarımıza ezgi gibi soyluluk doldurduk. Biz yazgılarımızı böyle sunduk içenlere...
Adına şiir dedik... İçine duyguyu yerleştirdik ve duygunun fotoğrafını biz şiirle çektik.
Duygunun çizilmiş resmidir şiirler.
Çekilmeyen fotoğrafların buruk dünyası. Tıpkı yıldızlara astığımız düşlerimiz gibi.
Bazen; bir dağın yamacına serpilir mısralar.
Bazen; buz kesmiş bir pınarın coşkusunda gezinir.
Bazen de; deşifre bir patikanın mayınlı dönemecinde moladadır.
Hepsi şiir tadında, ama hepsi gelecek yükündedir.
Her mısra bizden bir şeyleri alır. Her satır geçmişi, her dörtlük bir solukta içilir... Şiirdir dile gelmeyen, öykülerin tercümanı ve belki tek lisanı... Ve şiirdir bizi içimizdekilere anlatan. Bazen bir karıncanın peşi sıra yürür, yürürüz de yorulmayız, bazen bir kuşun kanadına takılırda hiç düşmeyiz... Bazen de; bir sevdaya yaslanır ve öylece uyuruz. İşte o zaman çekeriz fotoğrafını duygunun.
Ve budur bizim fotoğramız deyip gururlanırız. Bir yoldşın albümüne tesadüfen bakarken iki yıl öncesi yaşanan anılara uzanıp gitmiştim. Baran yoldaşı anlatacağım. Fotoğaraf ve anıya uzanıp dimağıma yerleşen bu bir anlık düşünce ile Baran yoldaşla kısa ama anlamlı yaşadığım bir sonbahar anısı… Anı ve anının bir kareye sıkıştırılarak dondurulmasına benzemeyen bu fotoğraf yaşamımızın ta kendisidir. Sararımsı otlara yağan gri damlaların bol olduğu vakitte Kurejaro’nun bir yamacında karşılaşmıştık. Bir takımdı ve bir takımın tümü aynı elbise, aynı ayakkabı, aynı kefiye kullanıyordu. İlk başta dikkatimi çeken şey bu gürüntü olmuştu. Takım Kelareşten eğitim için gelmişti. 2007 yılının sonbaharıydı. Oldukça hareketli geçen bir mevsimdi. Oramar eylemi olmuş top atışları başlamıştı. Sıcak gündemin yaşandığı bu anda karşılaşma tartışma imkânı da doğurmuştu. Ana karargahtaydık ve kuzeyi biraz merak ediyorduk. Gelenler içinde bu merakı giderme kadar kaç yıl önceden ayrıldığımız ve belli bir süredir görmediğimiz yoldaşları merak ediyor, soruyorduk. Baran yoldaşın meraklı sorulara cevap vermek isteyen bir karakteri vardı. Sonradan çok konuşkan olmayan bir yoldaş olduğunu duyduğumda biraz şaşıdım doğal olarak. Baran yoldaşın grubu kısa bir süre karargahta kaldııktan sonra Haki Karer okuluna geçtiler. Ben o zaman mahkeme de olduğum için okullara gidiş gelişimiz olmuştu. Bu gidişlede Baran yoldaşı daha fazla tanıma imkanımız da doğdu. Baran yoldaş aslında çok konuşkan bir yoldaştı. Genelde tartışma yapmadığı zaman kitap okurdu. Zaten tartışmalarına yansıyanda kitapların diliydi. Çok ağır teorik kitaplar okurdu. Bu kitaplar konusunda bir kereliğine Baran yoldaşı eleştirdiğim bile oldu. Kitapların onu genelin algısından koparttığını söylemiştim. Kitaplar onu zamanla çok seçici yapmıştı. Tartışma amaçlı yoldaşları da seçer öyle tartışma yapardı. Eğitim dili ağır ve bazen de çok soyut olmuştu. Bu süreçte eğitim okulunda olması Baran yoldaş için değerlendirilmesi avantaj saylayan bir nitelikte olur. Beli bir süreliğine kitap okumayı bırakıp soyut düşüncelerden uzaklaşmak için hayatın dilini okuyan öyle düşünen bir yöntem denemiş ve başarı da sağlamıştı. Yoldaşlarla olan ilişki düzeyini arttırmış hayat onu buna kenetlemişti. Son gidişimde karşımda bambaşka bir Baran yoldaş duruyordu. Doğrusu eğitim ortamını öyle değerlendiren öyle hızlı sonuç çıkartan çok az örneğe rastlamıştım. Pratikten düşünceye düşünceden pratiğe dönen bir mantık yapısıyla oldukça gelişme kaydetmişti. Bu durum dışında Baran yoldaşın kişiliğinde göze çarpan şey bir çocuk saflığıydı. İçindeki her şeyi dışarıya yansıtan bir mizaca sahipti. Duygusalığı fazlaydı. Genel Kürt karekteri olan duygusallık Baran yoldaşta da bellirgindi. Hayat karışısında bunu törpülemeye çalışıyordu. Ama yine de fazla duygusaldı. Katılımcı yönü hesapsızdı. Genelde her şeye katılırdı. Bildiği bir şey ise görüş belirtir bilmediği bir şey ise söyleneni yapardı. Genelde pratik alanda böyle katılırdı. Karşılaşmamız, birlikte kalma süremiz hızlı geçmiş kısa olmuştu. Sıcak bir kıştı. Hem mevsimsel sıcaklık hem de siyasi ve askeri bir sıcaklık vardı. Hava saldırıları çok fazla oluyordu. Hem eğitim hem de bahara hazırlık aynı anda yapılıyordu. Bütün güçte bir operasyon beklentisi vardı. Eğitimler böylesi bir koşulda oluyordu. PKK nin en güçlü yanı şu olacak ki, en zor koşullarda bile eğitime ara vermez ertelemez. Yine öyle yapmıştı. Bütün güç top ve uçak saldırıları altında eğitim görüyordu. ZAP operasyonu öncesi Baran yoldaşla yine görüşme tartışma imkanımız doğmuştu. Dersleri savaş teorisydi ve sıcak günlere denk geliyordu. Çok ilgili olduğum bir dersti. Okul kurulu bu dersi benim vermemi istese de işlerden kaynaklı çok hazırlıklı olmadığımı belirtmiştim. O akşam gece boyu Baran yoldaş ile tartışmamız düete benzeyen bir hal almıştı. Bu kadar düşünceyi seven bir yoldaştı. Dersten sonra operasyon çıkmış ve bir daha görüşmeyecek bir durumun yaşanabileceğini onun açısından tahmin etmemiştim. Operasyonun arka tarafında düşmesine ya da öyle tahmin etmemize karşılık operasyonun yoğunluğu o alana olmuştu. Baran yoldaş rolünü oynacaktı. Eğitimden en fazla sonuç çıkartmış yoldaşlar arasında gelir ve operasyon Baran yoldaş için bir fırsattır. Değerlendirecektir ve değerlendirir. Direnişleri oldukça anlamlıdır ve bir savaşın kaderini belirleyecek düzeydedir. Bir takımla adeta düşmanı arayan, kovalamaya çalışan, önünde pusu atmak için kâh Balanda kâh Şamke sırtları arasında mekik dokur. Operasyonun Şikefta birindara üzerindeki yoğunluğunu hafifletmek için bedenlerini siper ederler. Kar kış demeden en zor anda aç ve susuz bir şekilde günlerce mevzilerde kalıp akşamları düşmanı kovalamaya çalışan bir ruhun sahibidirler. ZAP’da kazanan da bu olur. Canları pahasına bunu yapıp bir milim kendisini düşünmeyen, geri adım atmayan bu ruhun başarmayacağı bir şey olamazdı. İşte Zap nedir denilse budur deriz. Baran yoldaş operasyonun son gününe kadar aynı tempo ile katılır. Son günün başarma terazisi gerille lehine dönmesinin belki de bedeli vardı. Baran yoldaş canı ile zafer kazanan bunu mühürleyen yoldaşlardan olur. Zap operasyonunda şehit düşen diğer kahraman yoldaşlar gibi o da şehitler kervanına katılır. Bir halkın kaderini belirlemede o da kendi rolüne düşeni militanca yerine getirmiştir.
Adı soyadı: Mahmut Manap
Kod adı: Baran Urfa
Şahadet yeri ve tarihi: 2008 / Zap